Bir Alevi Kürt köyünün öyküsü
Evrim Alataş'ın son kitabı "Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer" bir Alevi Kürt köyünün ve insanlarının hikâyesini konu alıyor. Kitap siyasi gelişmelerin köye yansımalarını anlatıyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-15 16:33:00
1960’lar ve 70’ler... Nurhak’ın yası... “Rüyalardan keramet, ocaklardan derman, dedelerden ikrar almaya alışmış köylü”nün devrim düşüne dalışı...
Ve “tüm zamanların, her şeyin intikamını alma” öfkesini biriktiren 12 Eylül kâbusu...
Evrim Alataş’la romanını konuştuk...
Asım Öz/TİMETÜRK
Önce romanınızdan ve romanınızın yazılış öyküsünden başlayalım: Niçin Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer?
Bir kitap yazayım derdiyle yazmadım bunu. O köyde doğmuştum, o köyün hikayelerinin sıradan hikayeler olmadığını biliyordum. Köyün dışına çıkınca bunu daha çok hissettim. Anlatıcı benim beraber büyüdüğüm kuzenimdi. Onun öldürülmesi, onu yazmam gerektiği derdine düşürdü beni. İkisi birleşti, hem köye hem de Fidel’e vefa diyelim, ortaya bu çıktı.
Roman yazarları romanlarında en iyi bildikleri konuları işliyorlardır diye düşünüyorum. Yani, seçtiği konuyu iyi bilmek zorundadır roman yazarı…. Romanın hazırlık aşamasından söz edebilir misiniz ilk olarak? Hazırlık döneminde nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Nasıl oluştu/yazıldı bu roman?
Bildiğim, içinde büyüdüğüm bir meseleler zinciriydi. Yazmaya karar verdikten sonra döne döne köylüleri dinledim. Yakınlarımı dinledim. Hafızamı sürekli yokladım. Küçük ayrıntılarını hatırladığım meseleleri sordum. Ben doğmadan evvelki köyü anlattırdım. Sürekli bir anlatıydı. Ama gözünüzün önüne elinde teyple mütemadiyen kayıt tutan biri gelmesin. Biz akşamları çay içip muhabbet ederdik. Gülerdik. Bir muhabbetin içinde başka bir şey çıkardı. Onları küçük küçük hafızama yerleştirmiştim. Bir gün hafızamın kapağını açtım, herkesinkini de açtırdım ve yazmaya başladım. Tabi yazarken de sürekli yeni şeyler öğreniyordum.
Az önceki soruyu yöneltmemin bir diğer nedeni de, romanlarınızın deyim yerindeyse bir yapbozu andırması; tüm parçaların yerli yerine oturtulması oldukça uğraş gerektiriyor olmalı ve siz de bunu ustalıkla, hiç 'boşluğa düşmeden' yapıyorsunuz.
Ustalıkla yaptım mı bilemiyorum. Yapmaya çalıştım. Olmuşsa ne ala…
Malatya’da bir köyde, Akçadağ’ın Gölpınar köyünde büyümüşsünüz. Romanda otobiyografik unsur epey fazla. Niçin bu yöntemi seçtiniz? Bunun handikapları oldu mu?
Bu yöntemi özellikle seçmedim. Anlattığım köy benim köyümdü, ben ve biz oradaydık. Haliyle otobiyografik oldu. Ama tabi zorlukları oldu. Her şeyin gerçek olması, anlatılanların orada hayatta olmaları beni korkuttu, korkutuyor da hala. Birilerinin eline kitabı alıp, “bu ne böyle” demesinden korkuyorum. Neyse ki henüz öyle bir tepki almadım.
Yaşantıları romanda kullanırken, daha doğrusu romana yedirirken ölçütünüz ne oldu?
İşte zorlandığım kısım buydu. Bir insanın kendi geçmişi ve çocukluğu onun için önemli, özeldir. Peki ya başkaları için de özel midir? Hep şundan korktum. Birileri eline alıp “eee, ne olmuş yani” derlerlerse ne yapacağım. Böyle denmemesi için sürekli eleme yaptım. Kahramanları eledim, hikayeleri eledim ve kalburun üstünde kalanları yazmaya çalıştım. Ama tabi bir sürü şeyi yazamadım.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Gölpınar’da evinde kaldıkları Teslim Töre romanınızın kahramanlarından ama aynı zamanda sizin dayınız. Teslim Töre’yı romandaki kişiliği ve hayattaki kişiliği üzerinden anlatır mısınız?
Ben doğmadan önce köyden ayrılmış biriydi. Onun adıyla büyümüştük. Ama nasıl bir adam olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Yakalandıktan sonra, bembeyaz saçlı bir adamken onu tanıdım. İriyarı, tok sesli bir adamdı. Ama sohbet edip, beraber vakit geçirdikçe baktım ki o iriyarı adam aslında çocuk gibi. Sevecen, duygusal… Bazı şeyleri ona anlattırırken de zorlandım. Mesela Sinanları anlatırken üzülüşünü, gözlerinin doluşunu görmek beni zorluyordu ama mecburdum.
Bunun dışında kalan roman kişilerini seçerken neleri gözettiniz?
Neler yaşadıklarını baktım. Aslında özne olabilecek başka kişiler de vardı. Ama o politik anlatı hattının üzerinde duran, devamlılığı olan, onların dünyasında köyü ve Türkiye’yi anlatabileceklerimi seçtim. Bir de başlarken söylediğim gibi, Fidel öznemdi ve onun çevresini seçmem gerekiyordu.
Romanı kaleme alırken nasıl karşılanacağı konusunda endişeleriniz var mıydı? "Kim bu? Bize bu olayları anlatacak cesareti nereden buluyor" derler diye düşündünüz mü?
Cesaret meselesi değil de, anlattıklarımın bir ehemmiyetinin olup olmadığı konusunda başlangıçta sorun yaşadım. Ama sonra baktım ki hayır, bunlar özel meseleler ve bu ülkenin seyrini veriyor.
Hem Alevi, hem komünist, hem de Kürt bir ailede dünyaya gelmeniz sizin politik konumlanışınızı nasıl etkiledi?
Kafadan bu üç özellikle büyüdüm. Kafadan solcu oldum, kafadan Kürtlüğümü savundum. Bence üç adım önde başladım hayata. Çünkü bu özellikler bence ayıcalıktır. Kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Memnunum.
Biyografinizden epey gazete değiştirdiğinizi öğrendim. Gazeteciliğe nasıl başladınız? Peki, gazeteciliğin yanı sıra, edebiyat meseleleriyle uğraşmaya ne zaman başladınız?
Gazeteciliğe 1995 yılında Yeni Politika gazetesi ile başladım. Gündem geleneğinin gazetesiydi. Oraya yakın hissediyordum kendimi. Yazmak ilgimi çekiyordu. Edebiyat ise kendiliğinden gelişti. Özel olarak karar vermişliğim yok.
Kavramların daha net olduğu yetmişli yıllarla bu günler arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Samimiyet her şeyin ölçüsü olmaya yeterli mi?
Bu sorunun cevabı çok uzun ama ben kısa cevap vermeye çalışacağım. 70’leri yaşadığımı söyleyemem çünkü 76 doğumluyum. Ama o dönemin bıraktığı miras ve dinlediklerimden hareketle şunu söyleyebilirim; kavramlar daha yalındı. Devrimciysen devrimciydin. Milliyetçiysen milliyetçi. Devrimci olmanın esasları belliydi. Karşılaşacağın muamele belliydi ve genel bir ifadeydi. Samimiyetini sorgulamıyorum. Samimiyet kişisel bir şeydir çünkü. Ama bugün her şey birbirine karışmış durumda. Kendilerine devrimciyim diyenler mesela Kürt meselesine ilişkin yazılar yazdığımda bana küfürlü mailler gönderebiliyorlar. Ya da devrimci olduğunu sanan gençler ordunun yedeğine düştüklerinin farkında olmayabiliyorlar. Kavramların hızla karıştığı ve kirlendiği kanaatindeyim. Zaten tek yol artık devrim değil. Devrime giden yollar çok karışmış. Devrim tanımının tek bir karşılığı da yok artık.
Romanınızda Kürtçenin zor şartlarda varlığını sürdürerek günümüze gelişine de değiniyorsunuz. Ayrıca Kürtçe edebiyat odaklı etkinlik ve çalışmalarınızda var. Kürt/Türk sorunu odaklı yazılarınızda yayımlanıyor. Şunu sormak istiyorum. Kürt sorunu ve bu çerçevede Kürtçe hala yerli yerine oturtulabilmiş değil.Bu iki konu çerçevesinde neler söylemek istersiniz?
Ooo, yılın uzmanlık sorusu. Kürt sorunu nasıl çözülür ve yerine oturura nasıl cevap vereceğim. Onlarca makale yazdım. Bu bir demokrasi ve insanlık sorunu. Faşizmden işgale uzanan bir zincir. Asimilasyondan cinayete varan bir rezaletler halkası. O nedenle bence Kürtler ve Kürt hareketi ayrılmak istiyorsa ayrılsın, beraber yaşamak istiyorsa yaşasın. Her ne olacaksa efendice olsun. Böyle ev içi tecavüzlere, evliliğin kutsallığı adı altında katlanmanın manası yok. Ya nikah tazelensin ya da tek celsede boşanılsın.
Kürt edebiyatına gelince… Edebiyatın gelişebilmesi için yaşamın tüm alanlarından istifade etmesi lazım. Önü kapalı bir dil nasıl genişlesin. Öğretilmeyen, eğitimi yapılmayan bir dille nasıl üreteceksiniz. Bu çok uzun ve asap bozucu bir mesele. Umarım bir an önce haysiyetlice çözülür.
Okulun öğrencileri çevrelerine yabancılaştırması Kürtçe konuşan çocuklar ve aileler için nasıl işliyor?
Bu bir asimilasyon süreci. Hem dini, hem kültürel hem de etnik bir asimilasyon süreci. O okullar bir yandan aydınlatırken bir yandan da asimile etmiş ama bizim köylüler hala bunun farkında değil. Tak diye kesilmiş dil. Anadan oğla geçmemiş. Bence farkında olsalardı önüne geçerlerdi. Herkes bir bütün olarak onay vermiş ve bunu medeniyet sanmış.
Peki güncel ve gündeş Kürt (k)açılımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genelkurmay Başkanı geçen gün bu suyun boyunu verdi. Nereye kadar yüzüleceği aşağı yukarı anlaşılıyor. Ayaklar yere değsin yeter gibi görünüyor. Umudumu korumak istiyorum ama pek bir şey çıkacak gibi de gelmiyor bana. PKK’yi muhatap almadan nasıl Kürt sorununu çözeceksin? Hadi diyelim ki alma ama en azından taleplerini yerine getir. Ona da yok… Bu ülkede ölecek çocuk yeterince var. Stoklar bizim bir otuz yıl daha götürür kafasıyla ne kadar yüzeceksin ki? Kollarda kol simidi, aman ayağıma çakıl battı, battı ama ben bu çakılı da vermem… Ne bileyim, abuk subuk bir durum işte.
Gidişatın sonu nereye varır sizce?
Bilmiyorum. Mezarlık sayımız artar. O kesin…
Alevi kültürün sol ideolojinin toplumsallaşması ile geçirdiği dönüşümlere de değiniyorsunuz. Genel olarak Cumhuriyet döneminde özel olarak da 60 sonrasından bu yana Aleviliğin evrimi nasıl bir süreç izledi? Siz bu sürecin olumlu ve olumsuz yönleri hakkında ne/ler düşünüyorsunuz?
Aleviler bence 60 sonları, 70 başlarında iyi bir sınav verdi. Devrimci hareketi desteklediler. Ama darbeden de nasiplerini iyi aldılar. Dediler ki ne varsa yine Kemalizm’de var. Ki bence bu bir Stockholm sendromudur. Yine Kemalizm’e sarıldılar. Ben şu andaki Alevi hareketlerini geri buluyorum.
Romanınızda Çocuklara verilen isimler de ilginç. İsimler üzerinden politikleşme ya da politik duruşunu açığa vurma durumu var. Ne dersiniz?
Doğru… Herkes isminin taşıyıcısı oldu. Henüz fire yok. O dil, o kültür ve gelenek içinde büyüyünce, dünyan da öyle şekilleniyor ve devam ediyorsun.
12 Eylül öncesi ile sonrasında değişen/değişmeyen neler var Türkiye’de?
Bu soru çok zor. 12 Eylül bence korkunç bir toplum yarattı ve o devam ediyor. Değiştiremiyorsun. Değiştirmeye kalktığında karşında binlerce Kenan Evren görüyorsun. Çok vahim. Yeni neslin Kenan Evren’i resim çizen bir tonton dede olarak tanıması bile yeterince kabus.
Bu süreçte ekran toplumu olmanın getirdiklerine ve götürdüklerine de değiniyorsunuz. TRT’nin filmlerine de. . Peki bu noktada filmlerde Kürt/lük temsili hakkında belleğinizde hangi imgeler var?
Kapıcı efendiler, salak ağalar… Zaten bu televizyon ve edebiyat dünyasının utancıdır. Özel karakterler hatırlamıyorum. Yani şu anda hemen aklıma gelen bir şey değil. Ama Kürt imgesinin saçma sapan ve ötelenmiş bir biçimde yer edindiği malum.
Ve sonunda herkes biraz yenik, biraz mağdur. Romanınız için, sorunlu ve sorumlu bir roman diyebilir miyiz?
Aktarıcı diyelim. Sorumluluklar yüklemiyorum. Bir hatırlatıcı. Hatırlamak ve sorgulamak isteyene…
Romanda adanmışlık ya da kurban metaforunun alttan alta işlediğini görmek mümkün. İnsanlar için, insanlık için, kendi küçük dünyasını aşan amaçlar için çabalayan herkes biraz böyledir. Bu bağlamda, karşı çıkanlar/savunanlar da olacaktır. Katmanlı bir okumaya elverişli olan romanınızı, sadece siyasal-ideolojik katmanda okumakla yetinecek olanların tepkilerini hesaba katmış olmalısınız.
Elbette ki kattım. Kimsenin itiraz edebilecek mecalde olduğunu sanmıyorum. Çünkü sol ve sağ kendisini sorguluyor. Herkes o dönem yaşanan açmazları, yanlışları biliyor. Ben çok da tepki beklemiyorum açıkçası. Tepki duyanlarla da tartışacak gücüm var.
Sancılı bir dönemini anlatıyorsunuz. İronik bir dil takındığınız da oluyor, eleştirel bir dil de. Keşke sorunlar bu hale gelmeseydi de ben böyle bir roman yazmasaydım dediğiniz oldu mu hiç?
Hayır demedim. Çünkü ben bir doktor değilim. Keşke sen hasta olmasaydın da ben de sana bakmasaydım gibi. Zaten olmasaydı ben de yazmayacaktım. Bu yanıyla bakmadım hiç. Acılar elbette ki yaşanmamalıydı. Evet, keşke Fidel yaşasaydı da ben onu yazmak yerine onunla gezseydim, yine çocukluğumdaki gibi beraber vakit geçirseydim.
Romanları, işledikleri konuya göre gruplandırmak edebiyat bilimciler arasında yaygın bir eğilim, ama yanıltıcı yanları da yok değil. Bu açıdan romanınızı sınıflandırmak için siyasi ya da belgesel roman nitelemeleri uygun olur mu?
Ben daha çok anlatı roman diyorum. Siyasi roman da diyebiliriz. Belki de Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki gibi köy romanı falan deyip aradan çıkmak daha iyi olurdu. Bilemiyorum, sınıflandırma yapılabilir tabi.
Bu sizin ilk romanınız değil mi?
Evet ilk. Bunan önce Mayoz Bölünme Hikayeleri diye mizah hikayelerini derlediğim bir kitabım vardı. Yine Kürt meselesi odaklıydı. O da politikti aslında.
Söyleşinin sonlarına doğru biraz romandan uzaklaşalım. Sizde yazma isteği uyandıran unsur, genellikle bir imge mi, yoksa bir ritm midir?
Ritm demek daha doğru. Hareket ve devamlılık… İmgelerle sanırım pek işim yok.
Öykü yazmakla roman yazmak arasında ne gibi farklılıklar gördünüz? Tabii teorik yanını sormuyorum, pratik yaşantınızda neler değişti?
Aslında ben pek öykü yazmam. İnsanlar beni öykücü sanıyor da yok öyle bir şey. Çok sınırlıdır öykülerim. Ben daha çok deneme yazarım. Dolayısıyla ikisinin farkını koyacak kadar pratik bir deneyimim yok. Ortada bir hikaye kitabı bir de roman var. Büyük büyük laflar etmeyeyim.
Roman yazarken sizin için en büyük zorluk nedir; özellikle böyle siyasi nitelikleri olan bir roman yazarken?
Hayatın kendisi. Gerçek… Gerçeğin zorluğu. Yanlış bilgi vermek, yanlış algılanmak. Bedeller ödemiş insanlara uzaktan bakıp da artistli yapmak… Sanırım yapmadım.
Aldığınız tepkiler nasıl? Tanımadığınız insanların tepkileri ulaştı mı size? Mesela e-mail yoluyla?..
Tepkileri almaya başladım evet. Hep olumlu tepkiler aldım. Beklediğimden de iyi tepkiler. Çok mutlu oldum.
'Evrim Alataş', Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer, İletişim Yayınları, 2009
SON VİDEO HABER
Haber Ara