'Film yaparken bir ayağım hep şiirin üzerinde'
Yönetmen Semih Kaplanoğlu, Berlin'de kazandığı Altın Ayı'yla Yusuf üçlemesine görkemli bir nokta koydu. İnanç, eğitim, ebeveynler, toprak, çocukluk, düşler ve daha pek çok şeyi masaya yatırdığı bu ağırkanlı pastoral şiirin son dörtlüğü sinemalarda.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-12 13:17:00
"Yumurta" ve "Süt"ü İzmir, Tire'de, sonra "Bal"ı Rize, Çamlıhemşin'de çektiniz. Doğu Karadeniz tercihinizde muhakkak balın oralarda çok üretilmesinden öte nedenler de vardır, değil mi?
Orman, tek sebebi orman. El değmemiş, vahşi, biraz medeniyetten uzak ormanlar arıyordum. En uygun, en yüksek ağaçların olduğu ormanları orada buldum.
Coğrafyayla birlikte "Bal"da görüntü yönetmeniniz de değişiyor. İlk iki filmdeki Özgür Eken burada yerini Barış Özbiçer'e bırakıyor. Bu değişiklik zorunlu muydu?
Valla Özgür'ün askerlik meseleleri vardı. Biraz da takvimini uyduramadı. Askere gideceği tarih bir türlü tam netleşmiyordu. Ya yazın gidecekti ya sonbaharda... Ben de riske atmak istemedim. Barış aslında "Süt"te ve "Yumurta"da ekibe ikinci kameraman olarak katılan birisi. Ben bir sakınca görmedim. Benim istediğim şeyleri yapabilecek, o riskleri göze alabilecek birisi olduğu sürece benim için çok fark etmiyor.
Üçlemenin, hele son filmin görsel olarak resim sanatıyla da yoğun bir bağı var. Üçlemeyi tasarlarken biraz hangi ressam ve akımları referans aldığınızdan bahsedebilir misiniz?
Filmlere özgü, ressamlarla ilişkili detaylı araştırma yapmışlığım yok. Ama genel olarak izlenimci ressamlar, empresyonistler, özel olarak bakarsan Vermeer. Ben bütün iç mekân ışıklarını Vermeer'den etkilenerek kuruyorum. Biliyorsun, 16. yüzyılda yaşamış Hollandalı bir ressam. Çok az resmi var, 12 civarında. Hep de aynı mekânda, atölyesinde çalışmıştır.
Mesela "Bal"da ailenin evinin içinde Caravaggio'nun tablolarını andırırcasına loş bir ışık çalışması var...
Öyle bir şey yok. O mekânlarda içerideki ışık neyse, mesela floresan varsa, onu biraz güçlendirerek çalışıyoruz. Onun dışında asla içerilerde ışık çalışması yapmadık. Sadece dışarıdan içeriye reflektörlerle ışık aktarıyoruz. Ben o konuda ısrarcıyım. Çünkü çekimden önce o mekânlara gidip 35 mm görüntü çekiyor, onu değişik laboratuvarlarda, Romanya'da, Almanya'da, İstanbul'da yıkatıyor, sonuçları görüyorum. Hangisinden daha iyi sonuç aldığımı görüp ona göre ne yapacağıma karar veriyorum. O çekimlerden yaklaşık 3 ay önceden hangi kareyi nerede çekeceğimiz, hangi evde ne yapacağımız falan belli. Storyboard'lar da var. Her şey kesin ve net. Burada tek tayin edici şey, sabah erken mi, yoksa akşam mı, hangi saat daha uygun, bunlara karar vermek, bunların notlarını almak, o değerleri kaydetmek, kullanacağımız negatifi ona göre seçmek.
Üçleme boyunca Yusuf'un hikâyesinde kronolojik anlamda bilinçli bir tahrifat var. 2007'de çekilen "Yumurta"daki yetişkin Yusuf, çocukluğunu anlatan "Bal"da 2009 yılını yaşıyor. "Süt" ve "Bal"da neden dönemi Yusuf'un yaşına uygun olarak eskiye kaydırmadınız?
O da 20 sene önceye gitmek, sonra yine 20 sene önceye gitmek olacaktı. Bu bana çok mantıklı gelen bir şey değil. Çünkü zaten Yusuf karakterinin isimlerine dikkat ederseniz, aynı isimlerde olmadığını fark edeceksiniz. Birisinde Yusuf Köksal, birisinde Yusuf Güner, birisinde Yusuf Özbek... Bunun bence mantıklı açıklaması da bu. Evet bir şair karakterin içine giriyor, onun yolculuğunu takip ediyoruz. Ama bunu ben bir tür geriye dönüş, bir 'flashback' gibi düşünmüyorum. Daha çok psikanalitik bir hedefim var. Ama tarih belirtmeyi ve isimleri de böyle yerleştirmeyi önemsiyorum çünkü bu tür soruların geleceğini biliyorum. Bana sorarsan, Yusuf karakteri aslında bir yönüyle anonim bir karakter. Bir şairi anlatıyorum ve o şairin iç dünyası ve duygusunu zaman anlamında geriye dönerek değil, hep şimdiki zaman ve şu anı elimizde tutarak anlatmayı seçiyorum. Çünkü benim için insanın geçmişi ayrıca şu anda burada bulunuyor.
Üçleme boyunca Yusuf'un hayatı rüyalarla iç içe geçiyor. "Bal" belki de bu anlamda en sürreel film üçlemede. Yusuf'un gerçek hayatta yaşadıkları rüyalarıyla iç içe geçiyor. Ayrıca Yusuf'un babasıyla, annesinin de Yusuf'la birer rüyalarını paylaştıkları sahneler de görüyoruz. Bu üçlemenin anafikrini tek cümlede özetlemek zorunda kalsak, ben şöyle derdim: "Her bireyin geçmişi aynı zamanda rüyalarıdır." Siz ne dersiniz?
Valla sürreel tanımını kabul etmiyorum. Meseleye o anlamda öyle bakmadım. Rüyaların karşılığına da psikanalitik bir yorum algısıyla bakmadım. Ben rüyalara daha çok mitolojik ve manevi anlamlarda baktım. Çünkü bizim kültürümüzde rüya yorumu çok önemli bir şey. Ve sinema ile rüya kavramının da bir paralelliği var. O yüzden sinemanın bazen rüya duygusu yaratması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekle yapıtın arasındaki farkı da bir şekilde verebilen bir şey. Hayatı yorumlarken de rüyaların bize bilgiler verdiğini düşünüyorum. O anlamda karakterlerin ya da filmdeki rüyaların seyircinin filmi algılamasında, kendi rüyalarıyla kuracağı irtibatlarda bir tür köprüler oluşturması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden rüya benim hem biçimsel hem içerik olarak vazgeçemediğim sinematografik bir unsur.
Bu filmle görüyoruz ki, ırsi bir hastalık olan epilepsi Yusuf'a babasından geçmiş. Üçleme boyunca epilepsi, zaten biraz iletişim sıkıntısı olan Yusuf'u iyiden iyiye kırılgan kılıyor. Rüyalar nasıl bilinçdışının tezahürüyse, epilepsi de bilinç yitimi aslında. Epilepsiyi Yusuf'un bilinçle bağını biraz daha koparmak için mi tercih ettiniz?
Hayır, onda bir iz, bir işaret olması gerektiğini düşündüm. Mühür gibi. Aynı zamanda onu hem duyarlı kılan bir şey, çünkü epileptik insanların algı sınırları çok farklı. Hem de onu diğerlerinden ayrı tutan bir şey. Bir yandan da epileptik insanları düşünürseniz, onlara bir göndermeydi. Çünkü zamanımızın bir kahramınını anlatmaya çalışıyorum, ismi önemli değil onun, bir şair o. Şiirin yavaş yavaş geri çekildiği bir ülkede, ama şiir geleneğinin aslında çok köklü olduğu, bizim bütün sanat algımızın temelinde duran bir birikimin günümüzdeki temsilcilerinden birini, taşralı bir isimsiz şairi anlatırken, ona bazı şeyler yüklemek gerektiğini düşünüyorum. Onun algısını daha kolay anlayabilmemiz için...
Şiire düşkünsünüz...
Ben şiir yazıyorum hâlâ. 16 yaşımdan beri... Yayımlanmış şiirlerim de var. Aslında film yaparken de bir ayağım hep şiirin üretim teknikleri, azaltma, eksiltme gibi özelliklerinin üzerinde. Bir şiirin insana verdiği duyguya sinemanın içinde de bakıyorum. Sinemanın içinde de bunun olabilirliğini görüyorum ve bence çok da kuvvetli bir alanı var şiir ve sinema birlikteliğinin.
Birinde diğerini arıyorsunuz...
Öyle sayılabilir. En azından bir şiir duygusu seyirciye geçmeli diye düşünüyorum.
Bence "Bal"da Yusuf'un çocukluğunu izlerken "Süt"te Melih Selçuk"un, ama özellikle "Yumurta"da Nejat İşler'in performanslarının değeri daha açık ortaya çıkıyor. Tabii sizin oyuncu yönetiminizin de... "Bal"daki Yusuf'un "Yumurta"daki Yusuf'a dönüşmesi, Nejat İşler'in de ilk filmde -henüz elinde hiçbir veri yokken- karakteri ne kadar doğru kavradığını göstermiyor mu?
Biz aslında ölçüyü biraz Nejat'la koyduk. O ölçüyü ve yapıyı koyduktan sonra öbürlerinin işi daha da zorlaştı. Hem Bora (Atlaş) hem Melih ilk filmdeki Nejat'ı hiç izlemediler aslında. Benim için önemli olan oradaki tartımdı, yani oradaki vücut dili, hareketler ve bakışlar.
Yusuf'un yaşlılığını anlatan dördüncü bir film çekmeyi de düşünür müsünüz ileride?
Bunu düşünmedim değil. Aslında aklımda vardı bu ama çok abartıyormuşum gibi geldi ve aklımdan çıkardım. Belki ileride yaşlılığa dair biraz daha kafa yormaya başladığımız bir dönemde yeniden Yusuf'a dönebilirim. Neden olmasın?
"Ben de kurdelayı son takan çocuktum"
Yusuf'un yüzünü okulda o kurdele kavanozunun arkasından, deforme, biraz sıkışmış şekilde gördüğümüz özenli ve bilinçli oluşturulmuş mizansenler var. Bütün o eğitim sistemi içindeki 'kitlenmişliğinin' bir görsel karşılığı mı bu?
Ben öyle düşündüm. Şimdi şöyle bir şey var: İlkokulda o çocuğun yaşadığı şeyi ben de yaşadım. Sınıftaki son kurdeleyi alan, okuyan son çocuktum. Ama aynı dönemde daha toprakla, çiftçilikle uğraşan sınıf arkadaşlarım oldu. Bu eğitim modelinin onları eğitmesi noktasında ciddi zorluklar yaşandığını fark ettim. Bunların üzerine çok düşündüm, nedir bu zorlukların nedeni diye...
Şehirde saksıda yetişen çocukların bilgileri gerçekten bu eğitim sistemiyle daha uyumlu. Ama doğada yetişen, hayvanlarla, bitkilerle, toprakla, havanın, iklimin döngüsüyle, doğanın ritmiyle yaşayan çocuklar erken yaştan itibaren kadim bilgiler öğrenmeye başlıyorlar. Babalarından, çevrelerinden. Sanırım o bilgiyi öğrenme biçiminden okula döndüğü zaman insan, çok şaşırtıcı bir kopma, kesilme yaşıyor. Orada ben biraz bu tezatı o çocuğun üzerinden yansıtmaya çalıştım. Bu çocuğun kelimelerle olan ilişkisi önemliydi, çünkü sonradan şiire dönüşecek, şair olacak.
"10 bin kişi de gelse film yapmaya devam edeceğim"
Altın Ayı hem ekonomik hem sanatsal olarak sizin sinemanızı nereye götürebilir?
Ekonomik olarak Türkiye'deki seyirciyi etkiler mi, etkilemez mi bunu göreceğiz. Yurtdışındaki seyirci açısından düşünürsen, film hayal bile edemeyeceğin pek çok ülkeye satıldı. Tek "Bal"ı değil, "Yumurta" ve "Süt"ü de alıyorlar. Zaten öyle çok büyük bütçeli filmler pek düşünmüyorum. Yine biz kendi olanaklarımız çerçevesinde filmler yapmaya devam edeceğiz. Belki yabancı ortaklıklar bulmak daha kolay olur. Ama ben söyleşilerde hep şunu söylüyorum, rakam belirtmek çok acayip bir şey ama yine de buna cesaret ediyorum: 150 bin - 200 bin maksimum seyirci bizi kimseye muhtaç etmez. Ne Kültür Bakanlığı'na gitmeye ne yurtdışında o adamlarla ilişkiler kurmaya zaman harcamaya gerek bırakır. Ama 10 bin kişi de gelse ben film yapmaya devam edeceğim.
Kaynak: ZAMAN
SON VİDEO HABER
Haber Ara