Dolar

34,8750

Euro

36,7040

Altın

3.037,15

Bist

10.132,32

Ortadoğu’nun Parisi: BEYRUT

Romantik bir şehir olmakla övünen Beyrut’ta aşk içi boşaltılmış, kalbi alınmış bir şekilde yaşanır. Beyrut’un kendine ait bir kültürü ve bir ruhu yoktur.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-04-06 20:31:00

Ortadoğu’nun Parisi: BEYRUT
Adem Özköse / Gerçek Hayat

2006 yılındaki İsrail-Hizbullah savaşından sonra ilk kez Beyrut’u göreceğim için son derece heyecanlıyım. Yola çıkmadan önceki geceyi geç saatlere kadar savaştaki
anılarımı düşünerek geçirdim. Beyrut’un güneyinde bulunan ve daha çok Şiilerin yaşadıkları bölge olan Dahiye’ye İsrail savaş uçaklarından atılan bombaların seslerini, Güney Lübnan’da gördüğüm minicik çocukların cesetlerini, savaş zamanı genelde Türk gazetecilerin kaldıkları My Flower Oteli, param bittiği için otelden ayrılarak evleri bombalanan insanlarla sokaklarda geçirdiğim günleri, İsrail uçakları üstümüzde gezerken korku dolu bakışları kalbimin zarını delen Beyrutlu çocukları, Hizbullah’a destek için Beyrut sokaklarında düzenlenen gösterileri, arabaların radyolarından yükselen Hasan Nasrullah’ın insana güven veren sesini, Beyrut sahilini, Feyruz’u, sokaklarda tanıştığım insanları, savaş bitince duyduğum sevinci, toy bir gazetecinin şahit olduğu savaş nedeniyle iç dünyasında meydana gelen depremleri tekrar hatırladım. Savaş bittikten sonra bir anne görmüştüm. Savaş esnasında hayatını kaybeden beş- altı yaşlarındaki çocuğunun cesedine sarılmak istiyordu. Fakat cesetten gelen şiddetli koku nedeniyle bunu bir türlü başaramıyordu. Beyrut denince ben en çok o annenin çaresizliğini hatırlıyorum.



Vizesiz giriş bir başka güzel

Sabah saat dokuz gibi yol arkadaşlarım Coşkun ve Saim ağabeylerle birlikte Şam’daki Sumariye garajından Beyrut’a doğru yola çıkıyoruz. Sumariye garajından Beyrut’a her saat başı otobüsler kalkıyor. Bu otobüslerle Beyrut’a gitmek isterseniz kişi başı 500 Suri (15 TL) ödemek zorundasınız. Fakat ben size otobüsü tavsiye etmem. Çünkü otobüsteki yolcu sayısı çok olduğu için resmi işlemler sırasında Lübnan sınırında birkaç saat beklemek zorunda kalıyorsunuz. En iyisi Beyrut’a giden taksilerden birini kiralamak. Biz üç kişi bir taksi kiraladık ve toplam 2 bin Suri (60) milyon ödedik. Bu şekilde kişi başına 20 TL düşüyor. Şam’daki Sumariye garajı ile Lübnan sınırı arasında yaklaşık otuz beş dakikalık bir mesafe var. Lübnan sınırını geçip bir saat kadar yolculuk yaptıktan sonra da Beyrut’a ulaşıyorsunuz. Türk vatandaşları artık Lübnan’a girerken vize almak zorunda değiller. Tıpkı Suriye ve Ürdün gibi Lübnan da Türk vatandaşlarına yönelik vize uygulamasını kaldırdı. Vizelerin kalkması nedeniyle Ortadoğu’da bir ülkeden diğerine geçmek bir şehirden başka bir şehre geçmek kadar kolay hale geldi. Vizeler kalkmadan önce Ortadoğu ülkelerine yaptığım ziyaretler esnasında saatlerce sınır kapılarında beklerdim. Lübnan’a ilk defa vizesiz girerken büyük bir keyif aldım ve eski günleri hatırlayıp sınırları kaldıranlara dua ettim.



En pahalı Ortadoğu şehri

Otuz beş dakikalık bir yolculuğun ardından Masnağ sınır kapısından Lübnan’a giriş yapıyoruz ve yol boyunca sürecek olan yemyeşil dağları seyretmeye başlıyoruz. Yer yer dağ yollarını ve patikaları da aşarak Beyrut’a doğru ilerliyoruz. Karadeniz’i aratmayacak kadar güzel olan bu dağ köylerinde genelde Lübnanlı Dürzîler yaşıyor. Yolculuğumuz esnasında biz de sık sık beyaz takkeli, siyah elbiseli, pos bıyıklı Dürzî erkeklerine rastladık. Başka inançların mensuplarına uzak duran ve ilginç inançlara sahip olan Dürzîlerin bu bölgedeki nüfuslarının 170 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu zevkli yolculuğun ardından Şam’dan Beyrut’a gelen otobüs ve taksilerin son durağı olan Hulul Bur Caddesi’ndeki Beyrut Garajı’na ulaşıyoruz.

Beyrut, diğer Ortadoğu şehirlerine göre pahalı bir şehir. Pahalılığın ilk emarelerini de şehir merkezine gitmek için bindiğimiz taksiciyle pazarlık yaparken görüyoruz.
Bugün bir buçuk milyondan fazla bir nüfusa sahip olan şehir, 1950 ile 1970 yılları arasında ekonomik olarak Ortadoğu'nun gözbebeğiymiş. Lübnan'ın serbest ekonomi ve döviz sistemi, deniz ve hava yoluyla dünyaya açılması, serbest liman bölgesine sahip olması gibi etmenler Beyrut’u ekonomik olarak bir cazibe merkezine haline getirmiş. Fakat 1975 yılında başlayan ve on altı sene süren iç savaş Beyrut’un ekonomik olarak eski cazibesini kaybetmesine neden olmuş.



Beyrut’un kuzeyli zenginleri

Beyrut’u, savaş zamanı günlerimi geçirdiğim ve ben de unutulmaz hatıralar bırakan yerleri ziyaret ederek gezmeye başlıyoruz. Hatta savaş esnasında bir süre kaldığım My Flower Oteli de ziyaret etme imkânı buluyorum. Yol arkadaşlarıma Lübnan savaşında hissettiklerimi, hatıralarımı anlatırken o günleri tekrar yaşıyorum. Beyrut; kuzey ve güney olmak üzere iki kısma ayrılır. Kuzeyde genelde zenginler, güney de ise fakirler yaşar. Kuzey Beyrut bıraktığım gibi. Şehrin merkezi olarak bilinen Hamra Caddesi yine lüks alış veriş merkezleriyle, son model arabalarla, kendi kültürlerini terk ederek Batı kültürüne göre hayat süren Arap gençleriyle dolu. Fransız Mimarisi örnek alınarak inşa edilen binalar bir taraftan şehrin ruhunu karartırken diğer taraftan şehre basık bir havanın hâkim olmasına neden olmuş. İnsanı bunaltan, insana bıkkınlık veren bir hava var şehrin bu yakasında. Beyrut’un diğer Ortadoğu şehirlerine göre daha temiz ve düzenli olduğunu kabul ediyorum. Fakat bu şehrin kendine ait bir üslubu, bir kokusu, bir kültürü, bir ruhu yok. Özellikle kuzey Beyrut’ta İslam medeniyetine ait hiçbir iz, hiçbir duygu, hiçbir güzellik kalmamış. Beyrut’un kuzey kesimlerini gezerken Arap şehirlerinin kaosunu, samimi ve içten halini daha fazla özlüyorum. Birbirleriyle gösteriş yarışına giren, alışveriş yaptıkça, tükettikçe, pahalı cafelerde oturdukça mutlu olacaklarını sanan Beyrut’un kuzeylilerine acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden.

Günaha batan şehir

Beyrut bir pazar günü şehridir. Gündüzleri genelde sessiz olan şehir, geceleri birden hareketlenir. Zengin ve şımarık Arap gençlerinin gönüllerini eğlendirmek için körfez ülkelerinden kalkıp geldikleri Beyrut, bu gençlere her türlü günahı işleme imkânı sunar. Bundan dolayı Beyrut tıpkı Paris gibi iliklerine kadar günaha batmış bir şehirdir. Bu şehirde gece sabaha kadar eğlenen insanlar gündüz akşama kadar uyurlar. Beyrut sosyetesinin vazgeçilmez mekânı ise lüks cafelerin ve lokantaların bulunduğu Down Town’dur. Down Town’ın parkeli sokaklarını gezerken sık sık gösteriş meraklısı, kalplerindeki kibir yüzlerine vuran zenginlere rastlarsınız. Kendi olamayan insanların başkası olmaya çalışırken nasıl da komikleştiklerini seyretmek insanı güldürse de aslında acı vericidir. Romantik bir şehir olmakla övünen Beyrut’ta aşk içi boşaltılmış, kalbi alınmış bir şekilde yaşanır. Beyrutlu zenginlerin savaşta bile bu şatafatlı hayatlarını terk etmediklerini, güneyli fakir gençler dinleri, toprakları için çarpışırken kuzeyli zenginlerin eğlenmeye, zevk içinde yaşamaya devam ettiklerine şahit olmuştum. Hatta İsrail uçakları savaş boyunca bir kez bile kuzeylilerin yaşadıkları bölgeleri bombalamamış; güneyli fakirlerin yaşadıkları bölgeleri ise yerle bir etmişti.

Sahil şeridi ve Manara Palas

Beyrut’un benim için en güzel yerleri kıyı şeridi ve Dahiye bölgesidir. Şehrin kuzey bölümünden sahile doğru inerken Beyrut’un on beş senesini çalan iç savaştan kalma binalardaki bomba ve çatışma izlerini görüyoruz. Binalardaki izler on binlerce insanın hayatına mal olan Lübnan iç savaşının şiddetini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Beyrut’un kuzey kesimlerini gezdikten sonra artık kendimizi sahile atıyoruz. Şehrin kıyı kesimini baştan aşağı kuşatan Akdeniz’den gelen rüzgar yüzümüzü ve içimizi ferahlatıyor. Burada güneşin batışını, dalgaların kıyıya vuruşunu seyretmek insana ayrı bir zevk veriyor. Sahilin güney kısmındaki deniz fenerinin hemen dibinde Manara Palas isminde bir cafe var. Beyrut’a gidecek olanlara belli bir süre bu cafede oturup bir taraftan çay içerken diğer taraftan da şiir yazmayı tavsiye ederim. Savaş bittikten sonra on beş gün daha geçirdiğim Beyrut’ta fırsat bulduğumda ben de Manara Palas Cafe’ye gidip bir şeyler karalardım. Bu cafe sadece Beyrut’ta değil; gezdiğim Ortadoğu şehirlerinde en çok sevdiğim mekânlardan biridir. Biraz sosyalseniz Manara Palas’da oturuken Beyrutlu gençlerle tanışabilir, onlarla şehirleri hakkında saatlerce sohbet edebilirsiniz.



Dört yıl sonra Dahiye

Manara Palas’tan sonraki adresimiz ise fakirlerin, Beyrutlu devrimci gençlerin, İslamcıların, Hizbullah’ın kalesi olarak bilinen Dahiye bölgesi. 400 bin kişinin yaşadığı Dahiye 2006’daki savaşta İsrail savaş uçakları tarafından yerle bir edilmişti. Dört yıl sonra Dahiye’de ne tür değişiklikler olduğunu, Dahiye’nin ne hale geldiğini merak ediyordum. Dahiye’ye girer girmez Hizbullah’ın şehitlerinin, İmam Humeyni’nin, Musa Sadr’ın, Nasrullah’ın fotoğraflarıyla karşılaşıyoruz.

Duvarlar ise direnişi, mücadeleyi öven sloganlarla dolu. Önce Fadlullah’ın cuma günleri vaaz verdiği mescide gidip bu mescidde namazlarımızı kılıyoruz. Daha sonra da Dahiye’yi gezmeye başlıyoruz. Dahiye dört sene içinde çok değişmiş. Yerle bir olan binaların yerine ya yeni binalar yapılmış, ya da yeni binaların yapım çalışmaları devam ediyor. Dahiye’de gezerken yer yer savaştan kalma yıkıntılarla, izlerle de karşılaşıyoruz. Bu yıkıntılar ve izler bana savaş günlerini hatırlatıyor. Fakat Dahiye’nin tekrar inşa edilmesine, savaştan önceki günlerine dönmesine içten içe seviniyorum. Dahiye’den ayrılırken Yusuf Halil isminde Hizbullahçı bir gençle tanışıyoruz. Bir kardeşinin son savaşta İsrail’e karşı savaşırken şehit düştüğünü söyleyen Yusuf Halil her ne olursa olsun İslam’ı ve Lübnan’ı savunmaya devam edeceklerini söylüyor. Akşama doğru Yusuf Halil’le vedalaşıp Şam’a dönmek için Beyrut Garajı’na geliyoruz. Beyrut’a dört yıl sonra tekrar veda ederken bir aydan fazla kaldığım bu şehirde yaşadığım günleri ve anıları arkada bırakmanın hüznünü yaşıyorum.

Haber Ara