Anne üşüyorum yokluğunda!
Bir Çığır Öyküsü 'Şule Yüksel Şenler' kitabının yazarı Demet Tezcan’dan yürekleri titretecek bir kitap daha! Anne Üşüyorum Yokluğunda, anne özlemi çeken herkes için kaleme alındı!
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-29 23:47:00
Demet Tezcan’ı Makedonya gezisi ile birlikte tanıdım. 5 gün boyunca yetimleri ziyaret ettik, oldukça samimi ortamlardan geçtik, Ramazanın ilk gününde de firuze kubbeli şehirdeydik. Kâh güldük, kâh ağladık! İşte ben orada, Makedonya’da dökülen o gözyaşlarında anlamıştım bu kitabın çıkacağını ve anneye olan özlemin ifadesiz kalmayacağını! Ama bu kadar güzel bir şekilde ifade edilebileceği aklıma gelmemişti açıkçası. Gerçekten sımsıcak ve samimi bir kitap çıkmıştı ortaya. Kitabı okurken anne oluyordunuz, bir taraftan baba, diğer taraftan evlat ve eş! Kitabın ilk röportajını benimle yapmak istemişti Demet Tezcan. Bu da benim için daha bir özeldi. En az kitap kadar samimi bir ortamla da bu röportajı yaptık. Beni kahvaltıya çağırdı, hem çayımızı içtik, hem de sohbet ettik. Demet Tezcan en özelini, en mahremini, yüreğini sermişti ortaya! Nasıl ki kitabı okurken tüm bireyler oluyordunuz ya, işte sohbetimiz sırasında da anne oldum, evlatlığım geldi aklıma, pişmanlıklarımı hatırladım, babamı özledim. Kitabın tüm gelirinin yetimlere vakfedileceğini duyduğum zaman da bu kitabın daha bir özel olduğunu düşündüm.
“Yine kalemim ve klavyemle hemhal olmaya, bir farkla ki ben de saklı yazılar yazmaya devam edeceğimi biliyorum. Yazmaya değil okuyucuya vedadır bu. Ben gidiyorum tâ ki, benden hayırlısı gelsin.” diyerek Vakit gazetesindeki köşesinden ayrılan Demet Tezcan, iyi ki de çala kalem yazmaktan vazgeçmemişti. İlk kitabı Bir Çığır Öyküsü ‘Şule Yüksel Şenler’ ile 1960’lı yılların Türkiye’sinde mücadele veren güçlü bir kadının hayat hikâyesinin yanı sıra bizlere bütün bir yakın tarihimizin sosyal ve siyasî hadiselerini de onun gözünden tekrar okutmuştu. Şimdi ise üzerine konuştuğumuz “Anne üşüyorum yokluğunda” … Demet Tezcan’ın IHH çalışmalarının yanı sıra kitaplarının da devamını bekliyoruz!
Köşe yazarlığından ziyade kendimi köşe işgalcisi gibi gördüm!
- Vakit gazetesinde yazmaya neden veda ettiniz?
Yazıyorsanız kendinizi aşmanız ve yazdıklarınızı bir adım daha ilerletmeniz gerekiyor. Aynı şeyleri yazıyor olduğumu fark ettiğimde bunu okuyucuya saygısızlık olarak gördüm. Yani kendimi aşamadığımı ve çalakalem yazıyor olduğumu fark ettiğim anda köşe yazarlığından ziyade kendimi köşe işgalcisi gibi görmeye başladım. Birçok insan yazabilmek için can atıyor ve yer bulamayabiliyor. O dönemde varsın bir başka yazmaya yürekten can atan ve vakti olan kişi yazsın diye düşündüm. Ama yazmak gerçekten bir tutku, sizi durdurmayan bir his! Vakit’te yazmayı bırakırken veda yazımda her ne kadar buradan okuyucuya seslenmesem de sürekli yazacağımı, belki yayınlanmasa da yine kalemimle hemhal olacağımı, kendime dönük yazılar yazacağımı, aslında yazmadan duramayacağımı bir nevi belirtmiştim. Fakat bir şekilde yazmaktan uzaklaşınca karşılıklı birbirinizden de kaçar hale geliyorsunuz. Yazı sizden uzaklaşıyor, siz yazıdan uzaklaşıyorsunuz. O dönemde içinde bulunduğum yoğun çalışmalardan dolayı yazmaya istediğim gibi zaman ayıramadım ve yazıya duyduğum saygıdan dolayı Vakit’ten ayrıldım. Fakat daha sonra aslında yazmadığım zamanlarda bile yazıyor olduğumu fark ettim. Yani ajandama sürekli bir şeyler yazıyordum ama geriye dönüp baktığımda da yazdığım şeylerin aslında kendi iç dünyam ile ilgili olduğunu gördüm. Yazılarım anneme dair paylaşamadığım duygularımla ilgiliydi. Çoğaldığını gördüğümde düşündüm ki, belki başkalarının hayatında da dostluğa, ömrüne, sağlığına, zamanına ve sevdiklerine dair yeniden bir gözden geçirmeye, ihmalleri varsa yeniden hayata bakış atmaya ihtiyaçları vardı. Bu düşünceden yola çıkarak bu kitap oluştu.
- “Anne üşürüm yokluğunda” çalakalem çıkan yazılardan mı oluştu?
Aslına burada yazılmış olanların hiçbiri kitap olsun diye yazılmış şeyler değildi. Kendi kendime dertleşmelerim, anneme seslenmelerim, hatta mektuplarımdı! Oturup beni duyduğunu düşünerek ona yazıyordum. Çocukluğunuzda nasıl annenize sığınırsanız, canımın yandığını düşündüğümde, onu çok özlediğimi düşündüğümde, beni duyduğunu varsayarak direkt ona sesleniyordum. Burada acımı dökmekten ziyade yüreğimdeki iç seslerimi dışa döndürmüştüm. Her gün doğumları yaşadığımız gibi ölümleri de yaşıyorduk. Ama asıl amacım hiç olmazsa hayat, sağlık, servet, zaman, anne ve babamız, evlatlarımız, dostlarımız bunların hepsi elimizdeyken bir kere daha sıkı sıkıya sarılmak, hak ettikleri değeri yüzlerine söylememiz gerektiğini ifade edebilmekti.
Zaten bu yazılarımın kitap olmasına karar verdiğimde defalarca kararımı gözden geçirdim. Mahremimi, yüreğimi ortaya koyuyordum. Ben bu kitabı yazana kadar hiç konuşamamıştım annemi. Tıkanıyordum, doluyordum, konuşmak istemiyordum, bilmedi kimse nasıl yüreğimin yandığını. Hiç kimsenin beni anlamayacağını düşünerek tüm duygularımı saklamış, paylaşmamıştım, sonradan ise kalkıp paylaşıyordum. Açıkçası bu benim için büyük bir çelişki idi. Böyle bir şeyi yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım diye çok düşündüm. Bu kadar da kendimi ele vermemeliyim, duygularımı açığa dökmemeliyim düşüncesi vardı içimde. Ancak duygularımı benim gibi acısını gösteremeyen ama yüreği gerçekten yanan insanlar etraflarına biraz daha dikkatli baksınlar diyerek paylaşmaya karar verdim.
Bir de ben şunu da anlatmak istedim. Yârimi incitme tabip diye başladım. Annemi kaybettiğim anda ilk bir yıl “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek ayakta durdum. Acı sıcakken anlaşılmayacağımı düşünerek hissettiklerimi kimseyle konuşmadım. Çünkü herkes anne ve babanız olsa dahi yaşlı ve hasta olanların ölümüne kolay alışılacağını söylüyordu. Aslında hiç de öyle değil! Anne ve babanız kaç yaşında ve ne durumda olurlarsa olsunlar sizin için onlar gücün sembolü. O anki durumları ne olursa olsun, en aciz duruma düşseler bile arkanızdaki bir dağ gibiler aslında!
- Onun vurgusunu da yapmışsınız zaten kitapta. Önce ben onun bebeği idim, şimdi o benim bebeğim gibi oldu diyerek!
Annemle biz elime doğduğu anı bile yaşadık diyebilirim. Beyine kan pıhtısı attığı için beş gün hiç uyanmadan uyumuştu. Birçok insan felç geçirdiğinde umudunu kesmiş ve öleceğini düşünmüştü ama benim içimde hep umut vardı. Ölmeyecek annem diyordum, hep bu inançla hiç uyumadan bekledim başında. Ama annem kelimeleri unutmuş, bizleri bile tanımıyordu. Bir gece bir şeye ihtiyacı olmuş “anaaa” diye seslenmişti bana. Tamamen çocuklaşmıştı. Adımı bilmiyordu, beni bilmiyordu. İhtiyacı vardı ve onu dile getirmek için anne diyordu!
“Tıpkı doğduğum gün onun beni kundaklara sardığı gibi ben de onu sardım”
- Morgda annenizi gördüğünüz anı da anlatmışsınız!
Evet, o an doğacağı yeni bir âleme gittiğini biliyordum. Çünkü ölüm yokluk değildi ve o yeniden doğacaktı. Sanki kefenlenince onu kundaklıyorum, kundaklara sarıyorum gibi geldi. Hani onun da ifade ettiği gibi hayatımın bir bölümünde anası olmuştum ya! Morgda ayaklarını öptüm annemin. Ama o an “neden ben annem hayatta iken onun ayaklarını öpmemiştim?” diye düşündüm. Mademki bunu hak ettiğini düşünüyordum, neden hayatta iken öpüp de onu onore etmemiştim? O anda aklımdan bunlar geçti. Öldüğü gün 36 yaşımın 30’u bir yana 6’sı diğer yana düştü. Ben altı yaşında kalmıştım. Kendimi aynen bu şekilde hissettim. O gün koca bir kadın değil, küçücük bir çocuktum adeta.
Annemi kaybettim! Hükümsüzüm!
- Kitapta anne ve kimliği bir araya getirmişsiniz. Nasıl bir araya geldi bu iki kelime? İnsan ikisini de kaybedince hükümsüz mü oluyor?
Sıfat değiştiriyorsunuz, çocukluktan çıkıyorsunuz. Yani anneniz 90 yaşında siz de 65 yaşında olsanız bile anneniz için hala çocuksunuz! Sanki hayatın yükü omuzlarınıza biniveriyor ve sizin arkanızda destek olacak bir anneniz kalmıyor! Hemen mazeretiniz oluyor. Acınızın mazereti, ağrınızın mazereti, hastalığınızın, doktora gelişinizin mazereti hep o oluyor. Ama yine de sorulardan da cevaplardan da kaçarken anneye sığınıyorsunuz. Annemizi kaybetsek bile bir ömür boyu ona sığınıyoruz.
- Neden hayattayken en fazla kırıp incittiğimiz ve kaybetmeden önce kıymetini bilmediğimiz annemiz oluyor hep?
Anneleri bir paratoner olarak görüyorum. Yani bütün ailenin enerjisini elektriğini, her şeyini topluyor. Çocukla babasının, kardeşlerin ilişkisi arasına giriyor. Tartışmaların, arada hâsıl olabilecek bir kırgınlığın ya da yüksek sesliliğin arasına hep anne giriyor. O yüzden farkına da varmıyorsun ama aslında senin her şeyini, öfkeni de, kırgınlığını da, diğerleri ile olan ilişkilerini de düzenlediğini, bu arada ne kadar çok yıprandığının farkına bile varmıyorsun hayattayken. Onun getirdiği boşlukla, kendin boşluğa düştükten sonra anlıyorsun. Belki de kendim de bir anne olduğum için böyle düşünüyorum. Özellikle annemizin bizim için neler yaşadığını ifade edebilmek için kendi anneliğimden de bir örnek verdim. Anneliğimizdeki yaşadıklarımızı ortaya koyduğumuzda daha net görebiliyoruz. Yani onlara olan sevgimizi ne kadar ifade edersek edelim, kendi evlatlarımızla birebir yürek yangınına sebep olacak olaylar yaşadığımızda daha çok anlıyoruz. O zaman işte aslında siz anneniz oluyorsunuz, evlatlarınız siz olmaya başlıyor.
- Bir rüya var burada. Oldukça etkilenilen bir rüya!
Yakınınızı kaybetmişseniz rüyada hasret gideriyorsunuz. Başka görme ve hasret giderme imkânınız olmadığı için tek çareniz tek buluşma noktanız rüyalar oluyor. Resimlerine bakabiliyorsunuz ama cümlelerini, sözlerini duyamıyorsunuz. Rüyalar gerçekten Allah’ın bize bir ikramı. 70 yaşındayken bile gencecik halinizi görebiliyorsunuz. Büyüttüğünüz, yetiştirdiğiniz koca koca adam olmuş evlatlarınızın bebeklik hallerini görüp o heyecanı yeniden hissedebiliyorsunuz. Veya bir yakınınızı kaybettiğinizi, başına bir şey geldiğini görüyor ve ardından o endişe ile onu aramamışsanız kalkıp arıyorsunuz. Ona olan ilişkinizi yeniden gözden geçiriyorsunuz. Aslında onu ne kadar çok sevdiğinizi fark ediyorsunuz. Her şeyden öte de yakınınızı kaybetmişseniz gerçekten Allah’ın büyük bir lütfu ve ikramı olarak buluşup, kaynaşıp hasret gideriyorsunuz. İlk zamanlar annemi çok fazla görüyordum. Ama sonradan rüyalarım azaldı. Annemin vefatından sonra en çok ellerini gördüm. Hele bir keresinde sadece bir sürü gördüm, ama hepsi annemin eliydi. Sanki üzerimden eli çekilmemişti. Anne dediğiniz koca bir yürek, koca bir el aslında, sizi kollayan ve kanat geren!
- Birbirimize “seni önemsiyorum” demiyoruz! Sevdiklerimizin kıymetini illa kaybettikten sonra mı anlamalıyız?
Maalesef. Bütün kayıplar öyle. Bu geçen zaman için de, kaybettiğimiz bir can için de böyle. Kaybetmeden, elinizden kayıp gitmeden farkına varmıyorsunuz. Gençlik de böyle, ömür de! Anne ya da babanıza verdiğiniz emeği kendi çocuklarınız için yapmış olduğunuz fedakârlıklarla emek ile karşılaştırınca az kalıyor. Asla kıyaslanmaz bile. Her gün ayaklarını bile yıkasak hakkını ödeyemeyeceğimizi maalesef öldükten sonra fark ediyoruz.
En son babalar mı duyar?
- Anneden sonra araya bir de baba ile ilgili hikâyeler sıkıştırılmış. Babamız kıskanmasın diye sanırım!
Lüzumlu ya da lüzumsuz her şeyi annelerimizle paylaşırız ama babalarımıza aynı sıcaklıkla aynı samimi duygularla yaklaşamayız. En azından bu kendi ilişkim açısından böyleydi. Baba toplum içerisinde saygı duyulması gereken anneden daha geride ve yukarıda sadece varlığı ile gücümüzü üzerimizde hissettiren kol kanat geren ama duygu paylaşımını yaşayamayacağınız bir ebeveyn gibidir. Annemi kaybettikten sonra babamı da kaybetme korkusu sardı beni. Çünkü çocukluğumu yaşadığım evde şuan sadece babam var ve babamı da kaybettiğim zaman tüm geçmişimi kaybedeceğim. Çocukluğumun, bütün anılarımın, gittikçe duygularımı paylaştığım o eşyaların, her şeyin üzerine bir kilit vurulacak ve geçmişim artık tamamen bir hayal gibi geride kalacak. Artık onlara ulaşamayacağım. Bir daha yaşayamayacağım ama şuan biliyorum ki o evde bir bekçi gibi beni bekleyen babam var. Annemin ve benim anılarımızı ayakta tutan bir baba var o evde. Ve bu da bana ayrı bir güç veriyor. Babam, annem hayatta iken biz gideceğiz diye her türlü hazırlığı yapıyordu. Beraber geziyorduk ve sadece baş başa gezilerimizde duygu paylaşımı yaşardık. Kavuşmalarda veya ayrılmalarda daha resmi kucaklaşmalar vardı. Ama annemi kaybettikten sonraki ziyaretlerimizde ayrılırken babamın oturup ağladığını gördüm. İlk kez böyle bir şey yaşadık. Babamı ben hiç ağlarken görmemiştim. Annemden sonra birbirimize daha fazla kenetlendik.
- Babanızın bazı yerlere, kitap köşelerine sevdiği şairlerin dizelerini yazdığını söylemiştiniz. Kitaptaki her hikâyenin başına konan dizeler babadan kalan bir alışkanlık mı?
Belki bu babamdan aldığım şiir sevgisinden ileri geliyordur. Babam bunu hep yapar. Babam bir kitap okurken o an aklına şiir gelmişse elindeki kitabın üzerine hemen yazar. Mesela bu örnekteki bizim telefon defterimiz. Babam gittikten sonra gördüm ve çok içime oturdu. Notu gördükten sonra acaba yanımdayken nasıl davrandım, acaba ona gerekli ilgi ve şefkati gösterebildim mi, hürmetimi gösterebildim mi diye çok hayıflandım. Diğer resimdeki çocuklarımın masal kitabı. Buna göz atarken hemen oraya bir ağaç çizmiş ve şiir yazmış! Bende de var bu alışkanlık. Bu şekilde izini bırakıyorsun kitaplara.
Çelişkilerimiz
- Tüm hayıflanmaların ve pişmanlıkların arasında bir de zaman sorununa değinmişsiniz. İnsanlar neden zamanı kullanamıyor?
Bu çağın insanının en çok yakındığı şey birbirini ayıracak zamanının olmayışı! Oysa teknoloji o kadar çok gelişti ki, her türlü hızımıza yetişecek teknolojik ürüne sahibiz. Aynı gün içerisinde ülkeleri dolaşabilecek teknolojiye sahipken, yine de sevdiklerimize zaman bulamamaktan şikâyet ediyoruz. Bunca nimete rağmen zamansızlıktan şikâyet ediyor olmamız bizim açımızdan bir çelişkidir. Ki Allah için zaman en kıymetli mefhumlardan biridir. Zaman kulun güç yetiremeyeceği, ilerletemeyeceği, askıya alamayacağı bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde zaman üzerine Allah’ın yemini ile başlar ve zamanın kıymetini anlatır. Belki acizliğimizin de bir göstergesidir zamana yetişemiyor olmak. Bu kitapta açıkçası sonradan dönüp baktığımda kulun acizliğine daha çok vurgu yaptığımı fark ettim. Kelime olarak neden bu kadar kullanmışım diye düşündüm. Sonuç olarak bu ifadelerin kitabın içerisindeki cümlelerin zenginliği değil, Allah karşısındaki acizliğimizin ifadesi olduğunu gördüm.
- Kitabı okuyanlardan nasıl tepkiler geldi?
Bu kitapta anne de, baba da, yaşlılar da, gençler de, eş de, çocuk da var. Aslında bu kitap hayatımızı yaşarken etrafımızda olan herkesle olan ilişkiye bir göz atmaydı. Bu yüzden kitabı okuyan herkes telefona sarılıp uzakta bıraktıklarını aramaya başlamış. Beni arayarak hıçkırıklar içinde ağlayan çok oldu. Çünkü herkes bu kitapta kendinden bir parça buldu. Burada anlattığım acıları, sevinçleri herkes yaşayabilir. Son olarak anne ve babanın hayatımızdaki önemini yaşadığım bir olay ile anlatmak isterim. IHH ile birlikte Pakistan’daki yetimleri ziyarete gitmiştik. Benim kucağımda Ali adında bir erkek çocuğu vardı. İlerideki kürsünün yanında da görevli arkadaşlardan biri kucağındaki çocuğu kürsüye oturtarak ayakkabısının bağını bağlıyordu. Kucağımdaki yetim hemen yere atladı ve o tarafa doğru koşmaya başladı. Ben de onun da ayakkabısını bağı çözülmüş sandım! İhmalkârlığıma kızarken Ali’nin bağlı olan ayakkabısının bağını çözdüğünü gördüm. O an anladım ki, Ali’nin orda istediği baba şefkati ile ayakkabılarının bağının bağlanmasıydı. O an istediği tek şey oydu… İşte anne ve baba bu demekti!
SON VİDEO HABER
Haber Ara