Yargıda 'imza' kaosu çıkacak mı?
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un, son dönemde gündeme gelen kaos planları ile ilgili açıklamaları, soru işaretlerini gittikçe arttırdı.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-17 08:09:00
Özellikle Albay Dursun Çiçek'in ıslak imzasını taşıyan ve kamuoyunda 'kirli plan' olarak bilinen belgeye yönelik ifadeler hukukçuların tepkisini çekti. Islak imzanın Çiçek'e ait olduğunu belgeleyen Adli Tıp, Emniyet ve Jandarma kriminal raporlarına rağmen bir de parmak izi incelemesinin gündeme getirilmesi, hukukî kaos endişelerine yol açtı. Mahkemelerde imzanın konu edildiği binlerce davanın bulunduğunu ve Adli Tıp raporlarıyla karar alındığını hatırlatan uzmanlar, Başbuğ'un getirdiği yaklaşımın sistemi çökerteceğine dikkat çekiyor. Adli Tıp'a her yıl ortalama 100 bine yakın dosyanın gönderildiği dikkate alındığında durumun vahameti gözler önüne seriliyor. Eski İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'ya göre, bugüne kadar belgeyi inceleyen kurumların raporları yeterli. Elden ele dolaşan belgede parmak izi aramanın anlamsız olduğunu dile getiren Fincancı, kurumlara güvenilmemesini kötü niyet göstergesi olarak değerlendiriyor. Ankara Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hamit Hancı da, fazla temasın evraktaki izleri yok edeceğini, belgenin iyi muhafaza edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Adli Tıp Kurumu, Türkiye'nin en köklü, gelişmiş ve birçok alanda hizmet veren resmi bilirkişi kurumu. Adli Tıp, Türkiye'deki bütün adliyelere sivil ve askeri yargı ayrımı yapmadan hizmet veriyor. 'Adli Tıp Kurumu Kanunu'na göre çalışan kurum, tıp alanıyla birlikte Morg, Gözlem, Fizik, Kimya, Biyoloji ve Trafik' ihtisas daireleriyle mahkeme ve savcılara delil sağlıyor. Kurum, yargının yılda 100 bin talebine cevap veriyor. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin 21 Ocak 2009 tarihli kararında, askerlik görevini yapan bir erin ölümüyle ilgili Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesi'nin raporuna dayanarak Genelkurmay hakkındaki maddi ve manevi tazminatını reddetmişti.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin bu kararında en önemli delil olarak dayandığı Adli Tıp Kurumu raporuydu. Bugün ise Kurmay Albay Dursun Çiçek imzalı 'İrtica ile Mücadele Eylem Planı' belgesine ilişkin hukuki süreçte farklı bir tavır sergileniyor. Bugüne kadar askeri mahkemelerin binlerce davada 'ana delil' olarak kabul edip hüküm verdiği Adli Tıp Kurumu'nun raporunun, Genelkurmay tarafından muteber görülmemesi çelişkiyi de net olarak ortaya koyuyor.
Dursun Çiçek imzalı 'Kaos Belgesi'ne ilişkin incelemede de böyle oldu. Ergenekon şüphelisi avukat Serdar Öztürk'ün ofisinde ele geçirildiği iddia edilen belgeye ilişkin önce Emniyet Kriminal, 'İmza Çiçek'in' dedi. Jandarma Kriminal ise 'Çiçek'in imzasına benziyor' ifadesini kullandı. TÜBİTAK, ilk ele geçirilen belgedeki imzanın montaj olmadığını tespit etti. Islak imzalı orijinal belge ortaya çıkınca savcılık dosyayı tüm raporlarla birlikte Adli Tıp Kurumu'na gönderdi. Fizik İhtisas Dairesi'nde yapılan incelemede belgedeki imzanın Dursun Çiçek'in eli ürünü olduğunu 4'e karşı 7 oyla tespit etti. Bu şekilde birçok kez yapılan inceleme ve alınan bilirkişi raporlarına rağmen Genelkurmay'ın belgeyi farklı yöntemlerle inceleme ısrarı devam ediyor. Genelkurmay'ın 'Kaos Planı'na ilişkin resmi bilirkişi kurumuna itibar etmemesi, askeri mahkemelerin kararlarıyla çelişkiye düştüğünü gösteriyor. Hukukçular ve Adli Tıp uzmanları söz konusu tavrın kurumlar arası güveni zedelediğine dikkat çekiyor. Genelkurmay'ın yeni bir soruşturma tavrının, bundan önce alınan ve binlerce davada ana delil olarak kullanılan raporları da tartışmalı hale getireceği aktarılıyor. Şebnem Korur Fincancı (TİHV Başkanı): "Tüm bugüne kadar belgeyi inceleyen kurumların incelemesi yeterli tabii ki. Eğer bir kaygı duyuyorlarsa daha ileri birtakım araştırmalar da yapılır. Ama ne kadar sonuca ulaşılır bilmiyorum. Bu belge elden ele dolaşmış durumda. 'Anlamlı parmak izi bulunabilir mi acaba?' diye sormak gerekiyor. Özellikle kriminal alanında çalışanlara bunu sormak lazım. Bu belge mahkeme mahkeme dolaşıyor, kurum kurum dolaşıyor. Bir sürü el değdi. Üzerindeki birtakım izlerin değişikliğe uğrama ve bozulma olasılığı çok yüksek. Öte yandan baktığımızda kurumlara güvenilmemesi gibi bir durum ortaya çıkar ki bu da çok üzücü. Bu hiçbir şekilde güvenmiyoruz demektir. Bunu bir kötü niyet göstergesi olarak değerlendirmek lazım. Güven bir araç olarak kullanılıyor duygusu yaratıyor. Bu üzücü. Eğer biz bir hukuk devletinde yaşıyorsak sorumluların yargılanabilir olması lazımdır."
SON SÖZÜ ADLİ TIP KURUMU SÖYLER
Mizan Hukuk Derneği Başkanı Gökhan Bozkurt: "Bu tip incelemelerde son sözü Adli Tıp Kurumu söyler. Dolayısıyla Adli Tıp Kurumu görüş bildirmişken bunun da ilerisine gidilerek parmak izi incelemesinin yapılmasının söylenmesini hukuken doğru bulmuyorum. Bu Adli Tıp Kurumu'na da güvensizlik itibarsızlığa sebep olur. Kaldı ki, parmak izi incelemesi neticesinde bu tip evraklar ileride güvenilirliği zedelenecek. Evrakın kendisi bu sefer tahrip olması sebebiyle imzanın ıslak imza olması üzerindeki tereddütler daha çok artar."
Prof. Dr. Hamit Hancı (AÜ Adli Tıp Anab. Dalı Başkanı): "İmza olayı diğer inceleme yapılan konulara göre çok farklı bir olay. Bu tür incelemelerde genellikle birden fazla yere gönderiliyor imzalar. Polise giden, jandarmaya veya Adli Tıp'a da gidiyor. Dışarıdan heyetler kurup onlara da gönderebiliyor. En çok itiraz edilen, en çok tartışılan mahkemelerin kafasını karıştıran imza ve yazı incelemeleridir. İmzada bir yere kadar elektronik cihazları kullanırsınız sonra kişinin gözü kararı verir. İnsan faktörü diğer incelemelere göre daha yüksektir. Sübjektivitesi yüksek olduğu için itirazlara çok açıktır. Ancak şunu söylemek gerekir; bu kadar kurcalanmış, incelenmiş bir kağıtta ne kadar parmak izi kalır onu da sormak lazım. 'Her temas bir iz bırakır' prensibi vardır. Fazla temas da evraktaki izleri yok eder. İyi muhafaza edilmiş olması lazım."
Bu tavır, hukukta kaosa neden olur
Sezgin Tanrıkulu (Diyarbakır Barosu eski Başkanı): "Binlerce rapora nasıl güveneceğiz? Genelkurmay bu girişimiyle 'tuz kokmuş' demek istemektedir. 'Türkiye'de hiçbir kuruma güvenilmez. Adli Tıp'a, Jandarma Kriminal'e demektedir. Bu kurumların daha önce verdikleri raporlarla mahkûm olanları ve karar oluşma süreçlerini nasıl değerlendireceğiz? Bunların verdiği bugüne kadar binlerce rapor var mahkemelerce kabul edilmiş. Onlar ne olacak? Doğrusu Genelkurmay Başkanlığı'nın bu işte müdahil değil sorunu çözücü davranması lazım. Sorunu çözmek de bu işin varlığını kabul ederek buna uygun tutum almaktır. Bu tavır Genelkurmay Başkanlığı'nın soruşturmayı erteleme ve soruşturma yapmama durumudur. İlgili kişi halen görevdedir ve bunların ne olduğu araştırılmıyor. Kamuoyuna yansımıyor. Yeni raporlar istenirken işin bu tarafı da erteleniyor."
Aydınları ikna edemedi
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Erzincan iddianamesinde 'terör örgütünde yönetici olmakla' suçlanan 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk'in 'arkasında' olduklarını açıklaması aydınların da tepkisini çekti.
Milliyet Gazetesi yazarı Derya Sazak, Başbuğ'un gazetelerde yayınlanan röportajlarındaki bazı sözlerinin yargıya müdahale anlamına gelebileceğini yazdı. "Saldıray Berk'in ifadesi bu gidişle alınamayacaktır." diyen Sazak, "Genelkurmay başkanlarının sürekli demeç verme ihtiyacı duyduğu, manşetlerden inmediği Türkiye bu haliyle AB adaylığının uzağında 'üçüncü dünya ülkesi' görünümü çizmektedir. (...) Demokratik ülkelerde ordu bu denli ön plana çıkmaz." ifadelerini kullandı.
Star Gazetesi'nden Mehmet Altan da köşesinde Genelkurmay Başkanı'nın bizzat soruşturmaya müdahale ettiğini yazdı. Başbuğ'un, Berk'in resmen avukatlığına soyunduğunu aktardı: "HSYK'nın elinde olanak var. O da Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanı'nın alenen suç işleyerek yargıya müdahale etmelerini açıkça kınamak. (...) Askeriyenin bu açık ve ürkütücü tavrına da şiddetle tepki göstermeleri gerekmiyor mu?"
Mehmet Ali Birand da köşesinde şu ifadeleri kullandı: "TSK (...) inandırıcı olmadı. (...) Kamuoyunun beklentisi, TSK'nın soruşturmalarını bir an önce bitirmesi ve kendi içini temizlediğini açıkça ortaya koymasıdır."
Taraf Gazetesi'nden Yasemin Çongar ise köşesinde şunları yazdı: "Başbuğ, Berk'e telkin ve tavsiyede bulunmanın katbekat ötesinde bir iş yapıyor; yargıya müdahale ediyor, savcının karşısına dikiliyor, sanığın avukatlığını üstleniyor. Bu suçtur.
Ve Hürriyet, dünkü manşetinde Başbuğ'un suçunu ifşa ediyor: 'Gerçeğin ve Saldıray Berk'in arkasındayız' Demek ki, 'Başhâkim' Başbuğ, gerçeği saptamıştır; sanığı dinlemiştir, kararını vermiştir; Erzurum'daki dava gereksizdir; hâkim fuzulidir; Berk'in beraati Başbuğ'un ağzından manşetten ilan edilmiştir." İSTANBUL ZAMAN
Sivil savcılık, belgede kimyasal incelemeye izin vermedi
Genelkurmay Askeri Savcılığı'nın 'İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nın orijinalini yok edebilecek kimyasal inceleme talebine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan izin çıkmadı. Başsavcılık, suça konu orijinal belgenin zarar göreceği gerekçesiyle kimyasal yöntemle parmak izi incelemesine izin vermedi. Genelkurmay Askeri Savcılığı tarafından Dursun Çiçek'le ilgili 'görevi kötüye kullanma' suçundan yürütülen soruşturma kapsamında ilginç gelişmeler yaşandı. Askeri savcılık, Jandarma Kriminal Dairesi'ne 'İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nın orijinal belgesi üzerinde yaptırdığı inceleme sonrasında 1 Mart 2010'da Çiçek'i tutuklamaya sevk etmişti. Ancak askeri mahkeme bu talebi reddetmişti. Bundan sonra askeri savcılığın orijinal belge üzerinde parmak izi araştırması yapmak istediği ortaya çıkmıştı. Ancak bu incelemeler sırasında belgenin tahrif olacağı için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan izin istenmişti.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da, 14 Mart 2010'da Milliyet Gazetesi'nde bu yönde taleplerinin bulunduğunu kamuoyuna açıklamıştı. Bu sürece ilişkin son kararı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı verdi. Savcılığın, Dursun Çiçek hakkında bu belgeden dolayı soruşturmanın hâlâ sürdüğünü, parmak izi incelemesi yapılması sırasında belgenin zarar göreceğini belirterek izin vermediği öğrenildi. Askeri savcılığın soruşturması kapsamında incelemenin tamamlanmasının ardından Dursun Çiçek'in imzasının bulunduğu iddia edilen belgenin, Ergenekon savcılarına geri gönderileceği belirtildi.BÜŞRA ERDAL İSTANBUL
Başbuğ, askerler için düzenlenen suçla gazetecileri korkuttu
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ev sahipliği yaptığı 'Küresel terörizm ve uluslararası işbirliği' isimli konferansta gazetecileri Askeri Ceza Kanunu'nun 95'inci maddesiyle korkuttu. Yayınlanan beyanların ast-üst ilişkisini bozabileceğini ve bunun da suç olduğunu ifade etti. Başbuğ'un dikkat çektiği maddeye bakıldığında özellikle askerlere yönelik bir düzenleme olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu suçun benzeri 5237 sayılı TCK'nın 301'inci maddesinde sivillere yönelik düzenlenmiş.
İlker Başbuğ'un yaptığı açıklamalar, sivillerin askeri mahkemede yargılanması tartışmalarını tekrar gündeme getirdi. Başbuğ'un kendisine soru yönelten gazetecilere ilginç bir tehditte bulunduğu ortaya çıktı: "Askeri Ceza Kanunu'nun 95'inci maddesi, ast-üst ilişkilerini zedelemekle ilgilidir. Belgeyle ilgili yapılan beyanatlar, konuşmalar vesaire bunlar ast-üst ilişkilerini zedelemeye yönelik olursa vallahi siz düşünün. Biz şu anda kimse hakkında suç duyurusunda bulunmadık." Gazeteciler, Başbuğ'a, "Niyetiniz var mı?" diye soruyor. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı, "Belli olmaz. Eğer siz bunları ihlal ederseniz 95'e girersiniz. Spekülatif beyanlar ve haberler ast-üst ilişkisini zedeleyebilir. 95'inci madde üç yıldan altı yıla kadar ceza içeriyor." cevabını veriyor. "Hilafı salahiyet askerlik işleri için toplananlar ve müzakere yapanların cezaları" başlıklı Askeri Ceza Kanunu'nun 95'inci maddesi 6 fıkradan oluşuyor. Başbuğ'un bahsettiği 'ast-üst ilişkisini zedelemek' suçu, maddenin dördüncü fıkrasında şu şekilde yer alıyor: "Astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunanlar altı aydan üç seneye kadar hapsolunur."
Bu maddedeki suçların basın yoluyla işlenmesi halinde ceza artırılarak veriliyor. Askeri Ceza Kanunu'ndaki bu suçun sivillere yönelik düzenlemesi, zaten çok tartışılan Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesinde var. 301'inci madde "Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi 1. fıkra hükmüne göre cezalandırılır." şekliyle yer alıyor. Yani sivillerin askerlere yönelik "tahkir ve tezyif" etme suçu genel bir kanun olan TCK'da yer alıyor. Bu suçun benzeri olarak Askeri Ceza Kanunu'nda düzenlenen 95'inci maddenin ruhundan askerlere yönelik bir suç olduğu anlaşılıyor. Ancak Başbuğ, şimdiye kadar uygulaması olmayan, sivillerin yargılanmadığı bir suçu ilk defa gündeme getiriyor.
BAŞBUĞ, 95. MADDEYLE GÖVDE GÖSTERİSİ YAPAMAZ
Eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı, Genelkurmay Başkanı'nın 95. maddeyi göstererek basın mensuplarına gövde gösterisi yapamayacağını anlatıyor: "Demokraside her türlü kurum tenkide açıktır. Kurumların daha iyi işleyişi için gazeteciler tabii ki de tenkitlerini yapacaklardır. Bunu Askeri Ceza Kanunu'na göre tevil etmek zaten mümkün değil. Kaldı ki böyle bir hengâmede sivillerin Askeri Ceza Kanunu'na tabi bir şekilde düşünülmesi ve değerlendirilmesi tamamen askeri bir bakış açısıdır. Bu, hukuk dışı bir tavırdır. Bunu kabullenmek mümkün değil. Genelkurmay Başkanı 95. maddeyi göstererek basın mensuplarına karşı gövde gösterisi yapamaz. Savaş gemileri içinden savaş naraları atarak demokrasi ve hukuka bağlılık vaatleri verilmez. Bunlar miletin ve hukukçuların zekâsına hakarettir."
Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara