Goethe ve Kur'an
“O şair değil peygamberdir ve bu hissiyatı ile onun Kur’an’ı tedrise yahut zevke hizmet eden insanî bir kitap değil ilâhî bir kanundur.”
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-04 12:23:00
İslâm dini mukaddes kitaplara inanmayı imanın şartı kabul ederken, Hıristiyan dünyası yüzyıllar boyunca Kitab-ı Mukaddes’in yanında başka mukaddes kitapların da olabileceğini şiddetle reddetmiştir. Hatta sadece reddetmekle de yetinmemiş, tam aksine başka dinlere, özellikle Musevîlik ve İslâm gibi monoteist dinlere hayat hakkı tanımamıştır. Oysa Musevîlik ve Hıristiyanlığı mukaddes din olarak kabul etmekle birlikte bu dinleri tamamlamak üzere gelen ve bundan böyle “Allah indinde asıl hak din” olduğunu iddia eden İslâm, hiçbir zaman “Haçlı Seferleri”ne benzer bir savaşla başka dinlerin mensuplarına dünyayı dar etmeye çalışmamıştır. Tam aksine İslâm, diğer kutsal kitapları ve peygamberleri reddetmek bir tarafa, tüm Müslümanlara diğer peygamberlere ve kitaplara inanmayı şart koşar:
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de. Her biri; Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’” (Bakara; 285)
Vakıa Aydınlanma Çağı ile birlikte aklın ve hoşgörünün ışıkları, asırlarca zulmette kalmış zeki ve mâkul zihinlere artık ulaşmaya başlamıştı. Herder ve Goethe gibi dâhiler, Kitab-ı Mukaddes’in yanında başka kutsal kitapların da varlığını farkederek büyük bir açık yüreklilikle Hıristiyan Batıya anlatmağa çalışmışlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse burada rehber Herder’dir; Goethe ise bu beraberlikte, ışığı ondan kapıp alan ve uzak asırlara ulaştıran bir Promete gibidir.
Herder, milletleri dilleri, dinleri, şiir ve edebiyatlarıyla tanımayı şiar edinmiş aydın bir kafadır; Kant’ın öğrencisidir; 19. Yüzyılın araştırmacılarının çığır açıcı rehberidir. Bu büyük zekâyı burada hakkıyla değerlendirmek iddiasında değiliz; ancak İslâm kültürünü keşif konusunda Goethe’ye kılavuzluk ettiği için çok kısa da olsa ondan bahsetmeden geçemeyiz.
Fakir bir ailenin evladı olan bu kuzey yıldızı, evvela İbrânî şiir ve kültürüne yönelmiş, sonra Arap ve Fars şiirini keşfetmiş. “Bir Sultan’ın bahçesinde açan en rakik çiçek” olarak vasfettiği Şeyh Sadî’yi tanıyınca, ona ruh veren uzak İslâm kültürüyle yakınlaşmanın lüzumunu duymuştu. Herder’in Arap ve Fars edebiyatına ilgisi böyle başlar ve semeresini Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menschheit (İnsanlık Tarihinin Felsefesi Üstü’ne Düşünceler) başlıklı muhteşem eseriyle verir. Bu eserinin “Reiche der Araber” (Arap Âlemi) bölümünde Herder, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında Goethe’yi de etkileyen şöyle bir değerlendirme yapmıştı:
“Şu var ki Hz. Peygamberin, kendi kabilesinde gördüğü ve Hıristiyanlıkta da bulunduğuna inandığı putperestliğin dehşetinden nefret ettiği, bununla birlikte Allah’ın birliği öğretisi karşısında teheyyüç (yüksek derecede heyecan), ibadet, arınma ve hayırlı işler yapmak suretiyle O’na kulluk edilmesini peygamberliğinin temeli saydığı görülüyor.
Böylece Ya¬hudilerin ve Hıristiyanların bozulmuş gelenekleri, milletinin poetik düşünme tarzı, kabilesinin mükemmel lehçesi ve kendisinin şahsî kabiliyeti o’nu (Muhammed’i) yüceltici kanatlar olmuşlardır. Şiir sanatının, belagatin, ümmîliğin, zekânın ve azametin harikulâde bir karışımı olan Kur’an, o’nun ruhunun aynasıydı; bu aynaya onun hem kendini ve hem de başkalarını şaşırtan istidatları, kusurları, temâyülleri, hataları, illüzyonları ve geçici çareleri aksediyordu, hem de başka bir peygamberin herhangi bir kutsal kitabının gösterdiğinden daha âşikâr. İçinde bulunduğu durumu terk ettiğinde yahut vahyin bitiminde kendine gelince, herhangi bir yazılı sistem düşünmeksizin tek tek âyetleri kendi kendine okuyordu. Bunlar onun hayalinden taşıp dökülen müjde verici, cezalandırıcı peygamber konuşmalarıydı.”
Herder’in söylediklerinde pek tabii Müslümanlara ters gelecek ifadeler mevcuttur; ancak unutmamak gerekir ki bu yorumları yapan düşünür, İslâm ilahiyat ve terminolojisini fevkalâde iyi bilen bir mümin değil; tam aksine o, ön yargılardan uzak ve bütün hüsn-ü niyetiyle Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı Batılı okuyucuya tanıtmak istemektedir. Herder, bu yazısında Hıristiyan halkın sapıklıklarını, kötü âdetlerini yerdikten sonra, İslâm kültürünün eriştiği seviyeyi vurgulamak için bu dinin şarabı, tefeciliği ve daha birçok zararlı alışkanlıkları yasakladığını vurgulamaktadır. Hz. Peygamber hakkında, “Ümmî Muhammed, Yunanlıların en bilge metafizikçileriyle birlikte yeni zamanların tüm metafiziğine istikamet vermiş olma şerefini paylaşır.” diyen düşünür, bir “dil harikası” olarak kabul ettiği Kur’an-ı Kerim hakkında şu hükmü veriyor:
“Avrupa’nın Cermen fatihleri, kendi dillerinde, Arapların Kur’an'ı gibi bir kitaba sahip olsalardı; Lâtince hiçbir zaman dillerinin kraliçesi olamazdı ve soylarından pek çoğu da böy¬lesine sapıklık içinde kendilerini kaybetmezlerdi.”
İmdi, gelelim Goethe’ye… Her şeyden önce şunu dikkate almalıyız ki Goethe, İslâm dininin ve Kur’an’ın asla kabul görmediği, buna mukabil hakaret ve önyargıların düşünce iklimini bulandırdığı 19. Yüzyıl Hıristiyan Batısı’nda böylesine bir hoca ve rehber bulduğu için son derece şanslıdır. Esasen Goethe bunun farkındadır ve o yüzden “tüm azarlamalarına ve paylamalarına rağmen, onun engin bilgisinden ve derin görüşlerinden istifade etmek üzere” bazen bütün gün Herder’in yanında kaldığını belirtmektedir. Her vesileyle yetişmesinde Herder’in büyük hakkı olduğunu itiraf eden şair, fevkalâde bir kadirşinaslık örneği göstererek hocası hakkında, “Onun üzerimdeki tesiri büyük ve son derece önemlidir” diyor.
Goethe, Kur’an-ı Kerim’in bir “dil harikası” olduğunu ilk defa hocası Herder’den duyar; bu konuda Herder ile sohbetlerinde neler konuştuklarını bilemiyoruz; ancak o yıllarda şairin Kur’an ile meşgul olduğunu, 1772 yılının Temmuz ortalarında Herder’e yazdığı bir mektubundan anlıyoruz. Bu mektubunda Goethe, Homeros, Sokrates, Xenophon, Platon’dan bahsettikten sonra sözü şair Pindar’a getirir ve Pindar’ın şiirini bir metaforla anlatmaya çalışır. Dört atın çektiği bir faytonda oturan şair, atları hedefe doğru kırbaçlamakta ve atların 16 ayağından aynı anda çıkan seslerin ritmini duyduğunu yazmaktadır hocasına. “Gerçek üstatlık” ve “hakiki virtüözlük” peşindedir. Burada Pindar’ın şiirlerindeki ritim ve mûsıkîden çok etkilenmiş görünen şair, her ne sebeptense bir daralma hisseder sînesinde ve bunun üzerine Herder’e, “Musa’nın Kur’an’da dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: Tanrım, göğsüme ferahlık ver.” diye yakardığını yazar. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyrulmaktadır:
“Mûsâ dedi ki: ‘Rabbim! Gönlüme ferahlık ver.’ ‘İşimi bana kolaylaştır.’ ‘Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar.’” (Tâhâ; 26-28)
Goethe’nin bu mektubunda Yunan şairi Pindar’ın yanında Kur’an’dan bahsetmesi tesadüf olmasa gerektir; tam aksine Goethe o günlerde Kur’an’ı hakikaten bir “dil harikası”, “üstün bir şiir” olarak okumaktaydı. Bununla birlikte şunu da belirtelim ki Goethe, başlangıçta “bir dil harikası” olarak okuduğu Kur’an’ı, ilerleyen yıllarda, Kur’an konusunda derinleştikçe hikmet ve hayat düstûrlarıyla dolu bir mukaddes kitap olarak okuyacaktır.
Böylece Goethe, fevkalâde vâkıf olduğu Kitab-ı Mukaddes’in yanı sıra yoğun bir şekilde mukayeseli Kur’an tercümeleri okumaya ve kendi dünya görüşüne yakın âyetleri not etmeye başlamıştır. Bu âyetlerden bazıları Götz von Berlichingen başlıklı dramında çoktan yerini bulmuştu. Artık şair, mesaisinin önemli bir kısmını Kur’an okumalarına ayırmakta ve bu konuda ulaşabildiği tüm kaynakları değerlendirmeğe çalışmaktadır. İşte tam da bu günlerde şairin hemen yakınında, Frankfurt’ta dehşet verici bir Kur’an tercümesi yayımlanmıştır. Die türkische Bibel başlığı altında yapılan bu tercüme Frankfurtlu Prof. Dr. Friedrich Megerlin(1699–1778)’e aittir. Gerçek ilim adamlığı şöyle dursun, herhangi bir mütercimin dahi aklından geçirmemesi gereken bağnazlıklarla dolu bu tercümeden bir nüsha da, muhtemelen mütercim yahut yayıncı tarafından Goethe’ye gönderilmiş; hatta bununla da yetinilmeyerek bu tercüme hakkında Goethe’den bir tanıtım yazısı talep edilmişti. Aslında mütercim, Kur’an’ın tamamını Arapça aslından ilk defa tercüme ettiği ve hakaretlerle dolu bir giriş yazısıyla da Kilisenin beklentilerini karşıladığı için son derece mutludur. Oysa Goethe, hem Kur’an’a ve hem de onu Allah’ın kelâmı olarak beşeriyete intikal ettiren peygambere düpedüz hakaret ederek ilâhî bir kitabın tercüme edilemeyeceğini görmektedir. O yüzden şair, kelimenin tam anlamıyla sukut-ı hayale uğramıştır. Üstüne üstlük bir de kendisinden, hiçbir etik ve estetik kaygı taşımadan yapılan bu tercüme için bir kritik yazması beklenmekteydi. Tabii Goethe’nin bu beklentileri ne derece kaale aldığını bilemiyoruz; ancak o, 22 Aralık 1772 tarihinde Frankfurter Gelehrten Anzeigen adlı bir gazetede mâhut tercüme hakkında vicdanını konuşturduğu şu kritiği kaleme alacaktır:
“Megerlin’in Kur’an tercümesi. Bu sefil tercüme, alelacele bitirilmiş. Biz arzu ederdik ki, başka bir tercümesi de, Şark semalarının altında, çadırında Kur’an okuyan ve tümünü kavrayabilecek araştırma ruhuna sahip bir Alman tarafından yapılmış olsun.”
Evet, Goethe her şeye rağmen bu “sefil tercüme”yi okumuş, bazı âyetleri not etmiş ve bazılarını da Maracci’nin Latince Kur’an tercümesi yardımıyla kendi kullanımı için düzeltmeğe çalışmıştır. Bilindiği üzere Goethe, hiçbir zaman sadece bir Kur’an tercümesiyle yetinmemiş, bilakis kendi dönemine kadar Avrupa’da çeşitli dillerde neşredilmiş tüm Kur’an tercümelerini mukayeseli olarak okumaya önem vermiştir. O, her zaman daha iyi, daha güzel, şiiriyeti yüksek, “şair ve peygamber hissiyatıyla” yapılmış Kur’an tercümeleri aramıştır. Evet, okuduğu tercümelerin hiçbirisi kendini tatmin etmemiş olacak ki “şair ve peygamber hissiyatıyla” yapılacak bir Kur’an tercümesinin özlemini dile getirmek mecburiyetinde kalmıştır. Büyüleyici üstad, bir “dil harikası” ile karşı karşıya olduğunun farkındadır; ancak okuduğu tercümelerden hiçbirisi tam manasıyla Kur’an hazinesinin kapılarını aralama imkânı sunmamaktadır; bu yüzden dertlidir, biraz kızgındır, çaresizdir, huzursuzdur; ama ümitsiz değildir; halen bu üstün görevi “şair ve peygamber hissiyatıyla” yapacak izan, irfan ve vicdan sahibi istidatlı birini beklemektedir. Şair, Kur’an’ı kendisine gelmiş bir vahiy gibi aktaracak bir mütercim bekleyedursun, aynı iklimin gerçek bir istidadı, bir dil dâhisi, bir “kafiye ambarı” harikulâde şairi Friedrich Rückert Kur’an’ı âyet âyet, sûre sûre tercüme etmeğe çoktan başlamıştır bile. Burada büyük talisizlik şudur ki, ne Rückert’in ömrü Kur’an’ın tamamını tercümeye yetmiş ve ne de Goethe’nin ömrü eşi ve benzeri olmayan bu muazzam tercümeyi görmeye kifâyet etmişti. Rückert’in 1824 yılında başladığı nâtamam Kur’an tercümesi, August Müller tarafından ilk defa 1888 yılında neşredilmiştir.
Peki, ama Megerlin, Goethe’nin “sefil bir tercüme” olarak damgaladığı bu tercümede ne yapmıştır yahut bu tercümeyi neden yapmıştır? Megerlin’in bu tercümede yaptığı tahrifat ayrı bir inceleme konusudur; ancak bu tercümeye yazdığı sözümona takdim yazısı cidden ibretliktir. Esasen daha takdim yazısına gelmeden mütercimin niyeti, nasıl bir tahrifat planladığı ve hiç tanımadığı bir dine, onun mukaddes kitabına ve peygamberine karşı nasıl bir kin duyduğu daha başlangıçta anlaşılıyor; zira Megerlin tahrifata yüce Kur’an’ın isminden başlamıştır; sanki tercüme ettiği ilâhî kitabın adı Kur’an değil ve bu kitap bütün Müslümanların mukaddes kitabı değilmiş gibi davranıyor, böyle bir intiba uyandırmaya gayret ediyor. Megerlin, pekâlâ bir “Die türkische Bibel” (Türkçe İncil) olmadığını biliyordu, fakat bu ismi kasten tercih ederek Türkler üzerinden İslâm dinine, Kur’an’a ve Hz. Peygambere saldırmaya karar vermiş olmalıydı. Anlaşılan o ki mütercim, Hıristiyan dünyanın o zamanlar Türklere duydukları nefret ve öfkeyi İslâm’a ve Kur’an’a yönlendirmek niyetindedir; aksi takdirde “Arapların İncili” yahut “Farsların İncili” diye bir isim koyabilirdi. Hem sonra neden Türklerin Kur’an’ı yahut Arapların Kur’an’ı değil de; –ki doğrusu bütün insanlığın Kur’an’ıdır, çünkü Kur’an tüm insanlık için nâzil olmuş son mukaddes kitaptır- “Türk İncil”i oluyor? Belli ki mütercim, bununla Kur’an’ın, İncil’in bir kopyası, bir taklidi olduğunu ve sırf Türkler için gönderilmiş bir kitap olduğunu imâ ediyor. Gerçi tercümesine, “Die türkische Bibel oder des Korans aller erste teusche Übersetzung aus dem Arabischen Urschrift” (Türkçe İncil yahut Kuran, Arapça orijinalinden ilk Almanca tercüme) başlığını vermiş ise, yani Kur’an’ın asıl dilinin Arapça olduğunu belirtmek mecburiyetini duymuşsa da niyeti hâlis değildir; çünkü aslı Arapça olan Kur’an’ın, “Türkçe İncil” yahut “Türklerin İncili” olması başlı başına bir paradokstur.
Bütün bunlar bir tarafa, mukaddes bir kitabın Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya yahut bizim peygamberimize değil de herhangi bir peygambere gönderildiğini ve bunun Türk yahut Arap İncili olduğunu varsayalım, bu durumda dahi mütercimin ilâhî kitaba ve onu getiren peygambere saygılı olması gerekmez miydi? Oysa Profesör Megerlin hakarete, saygısızlığa ve tahrifata daha kitabın kapağından başlamıştır: “Türk İncili”nin daha kapağını kaldırmadan, kapak üzerindeki bakır gravürde şu cümle yer almaktadır: “Mahomet der Fasche Prophet”(Muhammed, Sahte Peygamber).
Peki, mütercim kendi ifâdesiyle bu “Lügenbuch” (Yalanlar Kitabı) ve “Fabelbuch”(Efsane Kitabı)’u niçin tercüme ihtiyacı duymuştur dersiniz? Profesör Megerlin bunun gerekçesini şöyle izah ediyor:
“Deccal Muhammed’i ve onun sahte kitabı Kur’an’ı daha iyi tanımak ve bu zorba imparatorluğa ve Kur’an’da bildirilen bu hurâfe dine bir son vermek… Baskı altındaki Yunanlılar ve boyunduruk altında inleyen diğer Hıristiyanlar kurtarılsın ve Türkler tarafından peyderpey ışığı söndürülen İncil’in ışığı yeniden sağlansın; İsa ve onun mutluluk veren İncil’i tek başına hüküm sürsün ve yeniden yücelsin; Muhammed’in dininden olanlar, Yahudiler ve dinsizler birbiri ardından makul bir vasıtayla İsa’nın ahırına sokulmuş olsunlar.” (Die türkische Bibel, s. 29)
Profesör Megerlin, Kur’an’ı, kendi ifadesiyle Türk İncili’ni Almancaya ilk defa tercüme etme gerekçelerini söyledikten sonra, kendince Hz. Peygamber’in neden “sahte peygamber” ve “Deccal” olduğunu da anlatıyor. İsterseniz bunu kendinden dinleyelim:
“…Çünkü o, İsa’nın bir kurtarıcı olduğuna inanmamaktadır; teslisin esrarını, kutsal âyinleri ve inanç marifetiyle mutlu olunacağına dair kurtuluş yolunu kabul etmemekte ve buna mukabil kendi siyasi sahte dinini elinden geldiğince silah zoruyla yaymaktadır. Bütün bunlar onu sahte bir peygamber ve hayvan olarak tanıyıp reddetmek için yeterlidir.”
İmdi, 23 yaşında iken “Muhammedin Nağmesi”ni terennüm eden yüksek vicdan sahibi birinin, Frankfurtlu profesörün bu hezeyanlarını okuduktan sonra neler düşündüğünü tahmin etmek ve bu bağnaz adamın tercümesini neden “sefil bir tercüme” olarak damgaladığını çok daha iyi anlamak mümkün görünüyor.
Burada bir hususu belirtmekte fayda var. Şöyle ki; Profesör Megerlin’in kendi dinine bağlılığına, kendi dinini savunmasına ne Goethe’nin ne de başkalarının itirazı düşünülemez. Elbette Megerlin, katı bir Katolik olarak Hıristiyanlığı diğer dinlere karşı müdafaa edecektir; burada bir mesele yok. Nihayet Goethe’nin daha önce okuduğu Latince Kur’an tercümesini yapan Ludovico Maraccius da, Papa XI. Innozenz’in vaftiz pederi olmaklığı dolayısıyla Hıristiyanlığın cesur müdafiiydi. Ne var ki Maraccius, Profesör Megerlin gibi bir kısım fanatik Hıristiyan’ı sevindirmek için Hz. Peygambere hakaret ve yaptığı Kur’an tercümesinde tahrifat yolunu seçmedi. Tam aksine o, aslan payını Hıristiyanlığa ayırmasına rağmen, Arapçaya hâkimiyeti, asıl kaynaklara vukufu ve filoloji bilgisiyle öylesine bir Kur’an tercümesi ortaya koydu ki Goethe, uzun yıllar bu tercümeden istifade etti. Hatta Goethe, İslâm ve Kur’an hakkındaki bilgilerinin çoğunu Maraccius’un Kur’an tercümesine borçludur.
İngiliz mütercim George Sale’nin 1734 yılında tercüme ettiği Kur’an’a gelince, bu tercümeden sadece Goethe faydalanmadı; bilakis bu tercüme tüm Avrupa’da bir asır boyunca İslâm dinini tanımak için ana kaynak olarak kullanıldı. Daha sonra Sale’nin tercümesi esas alınarak Kur’an’ın Fransızca, Felemenkçe ve Almanca tercümeleri yapılmıştı; ancak Goethe, bu tercümeden fevkalâde istifade etmesine rağmen onu da yeterli bulmamıştı; zira onun kafasında daha çok poetik bir Kur’an’ın tercümesi vardır.
Hammer Purgsatall, Goethe’nin düşündüğü anlamda bir Kur’an tercümesi ortaya koymasa da, Fundgruben des Orients’te yaptığı kısmî tercümeler ve Ku’ran hakkındaki yorumlarla şairin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Hammer, bir heyetle birlikte yayınladığı bu ilmî mecmuanın II. Cildinde (s. 25-46) Kur’an’ın son 40 sûresini kafiyeli olarak tercüme etmeyi denemiş ve başlangıçta Kur’an’ın üslûbu ve dil üstünlüğünü vurgulamıştı. Burada Hammer, aynen şöyle demektedir:
“Kuran, sadece İslâm şeriatının bir kitabı değil, bilakis Arap edebiyatının bir şaheseridir. Abdullah’ın oğlunun naklettiği sözün Allah kelâmı olduğunu, ancak dilin yüksek dereceden büyüsü doğrulayabilirdi. Dehânın yaratıcılığı şiir sanatına akseder. Araplar Muhammed’den önce de büyük şairlerinin eserlerinde ilâhî soluğa perestiş ediyorlardı. Onların şiirlerini altın harflerle yazarak Kâbe’nin duvarına asıyorlardı. Muhammed halkını kılıçla değil, daha çok hitabetin gücüyle kendine râm ettiriyordu. Kâbe’ye asılan yedi büyük şairinin şiirlerini geride bırakan bu müessir kelâm, beşerî bir haşyetin semeresi değil, bilakis ezelî ve ebedî olarak göklerde konuşulmuş ve yazılmış olmalıydı. İşte bu sebepten Kur’an, Allah’ın kelâmıdır. O itibarla en mükemmel tercüme, sadece onun ruhunu değil, bilakis formunu da göstermeye gayret eden tercümedir.”
Pek tabii Goethe, Hammer’in bu tercümelerini de okuma fırsatı buldu; hatta şair, Hammer’in Fundgruben des Orients’in hemen kapağında hem Arapça orijinalini ve hem de Almanca ve Fransızca tercümesini motto olarak verdiği âyeti, bir dörtlük olarak şiir diline tercüme etmiştir. Âyetin aslı şöyledir: “Ve lillâhi’l-maşrıku ve’l-mağrib. Fe’eynemâ tuvellû fe-semme vechullah (Doğu da Batı da Allah’ındır. Hangi yöne dönersen dön, Allah’ın yüzü ile karşılaşırsın. Bakara;115). Bu âyeti Hammer, Fundgruben des Orients’in kapağında şöyle tercüme etmiş:
Sag: «Gottes ist der Orient, und Gottes ist der Okzident; Er leitet, wen er will, den wahren Pfad.»
Goethe ise Doğu Batı Divanı’nın “Hanende Kitabı” bölümünde aynı ibâreyi şöyle şiirleştirmiş:
Gottes ist der Orient!
Gottes ist der Occident!
Nord- und südliches Gelände
Ruht im Frieden seiner Hände!
Doğu da Allah’ındır!
Batı da Allah’ın!
Şimal ve Cenûb dahi
O’nun kudretiyle sulh içindedir.
Goethe, Kur’an hakkındaki asıl değerlendirmesini Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde yapmaktadır. Burada Kur’an’ın tüm muhtevasının Bakara sûresinde verildiğine dikkatleri çeken şair, şöyle diyor:
“Kısa söylemek gerekirse Kur’an’ın tüm muhtevası, ikinci sûrenin başında yer almaktadır ve şöyledir: ‘Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab'lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır. Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.’ [Bakara Suresi 2-7]
Böylece Kur’an sûre sûre tekrarlanarak devam eder. İman ve küfür üst ve alt sınır olarak ayrılır. Cennet ve cehennem müminler ve münkirler için düşünülmüştür. Emirler ve nehiyler (yasaklar) açıkça belirlenmiştir. Musevî ve İsevî dinlerinin efsanevi hikâyeleri, menkıbeleri, her nevi izahları, sonsuz totoloji ve tekrarlar bu mukaddes kitabın muhtevasını oluştururlar. O kitap ki ne zaman ele alacak olsak bize bıkkınlık verir, bizi kendinden uzaklaştırır, fakat sonra cezbeder, hayretlere düşürür ve sonunda tebcil ve takdise mecbur eder.”
Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde Goethe, Kur’an hakkındaki mülahazalarını hülasa ederken, önemsediği bazı Batılı düşünürlerin, müsteşriklerin Kur’an hakkındaki görüşlerine de yer vermektedir. Burada yazar, sözü ismini zikretmediği ama “mükemmel” diye takdir ettiği Batılı bir araştırmacıya getirir ve onun şu görüşlerini aktarır:
“Öyle görünüyor ki Kur’an’ın esas maksadı bir çok kavimlerin meskûn bulunduğu Arabistan’da o zaman hükümran olan üç muhtelif dinin inananlarına -ki bunların çoğu müşrik ve geri kalanları ise Musevî yahut Hıristiyan olmak üzere son derece dalâlet içinde ve imana ters düşen inançlarla ekseriya karmakarışık bir surette günü gününe yaşamakta, çobansız ve rehbersiz yollarını şaşırmış bulunmaktaydılar-, Bir, ezelî, ebedî ve göze görünmez olan Allah’ı tanımalarını sağlamak ve takdis ettirmektir. Öyle bir Allah ki bütün hükümdarların ve hâkimlerin en yükseğidir. Ve onun kudret-i külliyesi ile bütün mevcûdat ve mükevvenat yaratılmıştır. Ve yaratılmayanlar da yaratılabilecektir. O, emir ve yasaklarına uyulması için hem mahdut ve hem de ebedî ceza ve mükâfatlar koymuştur. Ve Muhammed ki, bu Allah’ın Peygamberi ve Resûlüdür; yeryüzünde Allah’ın gerçek dinine uyulmasını temin etmek için tekrar tekrar hatırlatmalar yapar, vaatlerde bulunur ve uymayanları ebedî cezalarla tehdit eder; Peygamber bu hakiki dine herkesi inandırmaya ve onu silah kuvvetiyle yeryüzünde yaymaya memurdur. Öyle ki, bu din başpapazlar, piskoposlar, papalar tarafından olduğu gibi aynı zamanda en yüksek rütbedeki prensler tarafından da kabul edilmek durumundaydı.”
Böylece Goethe, takdir ettiği batılı araştırmacının bu görüşlerini aktardıktan sonra, Kur’an hakkındaki gerçek kanaatini serdediyor:
“Bu görüşü kuvvetle nazar-ı itibara aldığımız takdirde, Müslümanların Muhammed’den önceki zamanı tamamen devr-i cahiliyye olarak addetmeleri ve hidayet ve hikmetin İslâm ile beraber başladığına inanmaları asla kınanamaz. Kur’an’ın üslûbu muhtevasına ve maksadına uygun olarak müsamahasızdır, azametlidir, dehşetlidir, gerçekten yer yer harikulâdedir, ulvîdir. Bir çarkın dişlisi nasıl kendine bağlı öteki dişliyi harekete geçirir ve bu hareket zincirleme devam ederse, aynı şekilde bu kitabın büyüleyici ve kuvvetli tesirine de hiç kimse şaşmamalıdır. Bu sebepledir ki onun hâlis ve hakiki tebcilkârları, onun mahlûk olmadığını, sonradan yazılmadığını ve Allah ile beraber ezelî ve ebedî olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat bunlara itibar etmeyen ve o devirden daha üstün bir yazı ve şiir tarzı olduğunu iddia eden bazı uyanık kafalar da şu görüştedirler: Eğer Allah, Muhammed vasıtasıyla muradını ve kesin hükümlerini tecelli ettirmeyi dilemeseydi, bu durumda Araplar basamak basamak daha yükseğe çıkar ve saf bir lisanda daha saf kavramlar geliştirebilirlerdi.
Daha cür’etkâr olan diğer bir grup ise şu iddiada bulunurlar: Muhammed kendi lisan ve edebiyatını bozmuştur. O derece ki, hiçbir zaman bunların tekrar düzelme ihtimali yoktur. Fakat bunların en cür’etlisi Mütenebbî’dir. Bir şair ki Muhammed’den evvel her şeyi kendisinin söylemiş olduğunu, hem de daha iyi söylemiş olduğunu iddia edecek derecede cüreti ileri götürmüştür; o yüzden kendisine ‘Mütenebbî’lakabı verilmiş, ki biz onu bu isimle tanıyoruz. Bu adın anlamı; memnûniyetle peygamberlik rolünü üstlenen demek oluyor.” [Mütenebbî= Nebîlik taslayan; Yalancı peygamber demek. S.Ö.]
Goethe, Kur’an’ın lehinde ve aleyhinde serdedilmiş bu düşüncelerin hiçbirinin kendi kanaatini etkilemesine müsaade etmemiş görünüyor. Onun Kur’an hakkındaki samimi kanaati, Müslümanların yahut gayrimüslimlerin takdir veya tenkitleri etkisinde oluşmamış, bilakis kendi dünya görüşü, felsefî düşüncesi ve üstün şiir anlayışı çerçevesinde şekillenmiştir. Esasen her türlü düşünceye açık olan Goethe, bir kaplan cür’eti ve elastikiyetine sahip dehâsını burada da konuşturmuş ve kendi hür düşüncesini bütün berraklığıyla ortaya koymayı başarmıştır. Bütün çağlar için Kur’an’ın ebedî müessir olacağına inanan şair, bu meyanda görüşlerini şöyle toparlamaktadır:
“İmdi, evvelce mevcut sûrelere şimdiki metinde tesadüf edilememesi yahut bazı hükümlerin birbiriyle çelişki teşkil etmesi ve karşılıklı olarak birbirinin hükmünü ortadan kaldırması gibi durumlar ve keza yazılı nakillere has genel eksiklikler, bizzat Müslüman münekkitlerce de endişe ile karşılansa bile, fevkalâde pratik bir kıymete sahip ve bir milletin ihtiyaçlarını tümden karşılayacak biçimde kaleme alınmış Kur’an, –ki şöhretini eski nakillere istinat ettirir ve an’anevî âdetleri muhafaza eder– ebediyyen müessir kalmaya devam edecektir.”
Goethe’nin bu söylediklerine bir şey daha ilave etmek lâzımdır, o da şu; Goethe, şair ile Peygamber arasındaki benzerlik ve farkı anlattığı bölümde Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki kanaatini şöyle ifade eder:
“O şair değil peygamberdir ve bu hissiyatı ile onun Kur’an’ı tedrise yahut zevke hizmet eden insanî bir kitap değil ilâhî bir kanundur.”
Kur’an düşünmeyi, tabiatı araştırmayı, âlemdeki değişimi ve cevelânı anlamayı büyük “hayır”lardan sayar ve tabiattaki oluşumlarda idrak sahipleri için büyük hikmetler olduğunu sıkça vurgular. Bu yönü ile Kur’an, ömrünü tabiatı araştırmaya ve anlamaya hasretmiş Goethe’ye fevkalâde hitap ediyordu. Sözgelimi Bakara Sûresinin şu âyeti, şairin tabiat anlayışıyla tamamen örtüşüyordu:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (Bakara; 164)
Doğrusunu söylemek gerekirse, 1755 yılında altı yaşında iken yaşadığı Lizbon depreminden beri şairin sinesinde lavlar patlamaktaydı. Dichtung ve Wahrheit’ın birinci bölümünde şair, Lizbon depreminde, “yeryüzünü ve gökyüzünü bir arada tutan ve muhafaza eden bir yaratıcıya nasıl dua ettiğini” hatırlar. Bilinmeyeni bilme arzusu, ebediyeti kuşatma isteği, meçhulü keşif ihtirası, kısacası ondaki faustian ruh, okuduğu Kur’an’a ve onun bildirdiği hakikate katiyetle ters değildi. O, bu mukaddes kitapla tanıştıktan sonra hayatının hemen her döneminde ve her vesileyle tekrar tekrar mukayeseli olarak Kur’an tercümeleri okumuş; hatta 70 yaşındayken, “Kur’an’ın bütün bir şekilde peygambere indirildiği Kadir Gecesi’ni huşû içinde kutlayarak geçirmeyi” düşündüğünü bütün samimiyetiyle dile getirmekten çekinmemiştir. Dahası şairin, 1815 yılında Düşes Louise’nin huzurunda, Weimar Sarayında Kur’an okuduğunu ve bazı güzîde kadınların da bu sırada hazır bulunduklarını Schiller’in dul eşi Charlotte’nin mektuplarından öğreniyoruz.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki Goethe, tabiata, kadere ve meçhûle yönelik düşüncelerinde ilhâmını Kur’an’dan almış gibi görünmektedir. Şairin bazı sözlerinin aynısını, mânâ ve mahiyet itibariyle neredeyse Kur’an’da bulmak mümkündür. Mesela şairinin “Maximen und Reflexionen” başlığı altındaki vecizeleri arasında şöyle bir söz vardır: “Düşünen insanın en büyük mutluluğu, araştırılabileni araştırmak ve araştırılamayanı da sükûnetle kabul etmektir.” (Das schönste Glück des denkenden Menschen ist, das Erforschliche erforscht zu haben und das Unerforschliche ruhig zu verehren.) Bu söz âdeta Kur’an’dan alınmıştır; zira Kur’an’da şöyle denmektedir: “Sana ruhun hakikatini sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (Sûre 17/85)
Pek tabii gaybı bilmek mümkün değildir; ancak şairleri de Allah söyletir. Şark, Mevlâna ve Hâfız’a “gaybın dili” demişse bunda bir hikmet var demektir. “Acaba Goethe de bu dili biliyor muydu?” diye düşünmeden edemiyor insan.
Kitabın Adı: Doğu-Batı Divanı
Yazarı: Goethe
Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Basım Tarihi: 04 - 2009
ISBN : 9789754377125
Sayfa Sayısı : 530
· Çevirmen : Senail Özkan
SON VİDEO HABER
Haber Ara