Goethe ve İslamiyet
Goethe’nin İslâm’la alâkadar olması 1770/1771 yıllarına rastlar. O yıllarda Goethe, Strassburg’ta hocası Herder ile beraberdir, onunla uzun uzun fikir alışverişinde bulunur, karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-04 12:11:00
Spinoza okumaları ve Panteizm rüzgârları Goethe’ye sadece bir tefekkür ve hürriyet soluğu kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda onu İslâm dini ile de yakınlaştırmıştı. Esasında Goethe, öteden beri İslâm dinine, özellikle de İslâm’ın kader anlayışına karşı bir merak içerisindeydi. Spinoza ile başlayan panteist tefekkür yolculuğu, tüm inançlara belirli bir mesafeden bakan ve olabildiğince meraklı olan Faust’un şairine, bir vahdet dini (Monoteist) olan İslâm’a karşı ister istemez önyargılardan uzak bir atf-ı nazar gereği hissettirmiş olmalıdır. Esasen bir şekilde Spinoza’ya ve Panteizme bulaşmış birinin İslâm’a bigâne kalması akıl kârı değildir.
Doğrusu Binbir Gece Masalları dinleyerek büyüyen Goethe’nin sadece muhayyilesinin sınırları açılmakla kalmamış, bilakis varoluşu bir kader meselesi olarak da anlamayı öğrenmişti. O itibarla İslâm dininin kader mevzuundaki tevekkül perspektifi, Spinoza’dan biraz farklı bir panteizm geliştiren şairi pek alâkadar ediyordu.
Öte yandan Hıristiyanlığın Hz. İsa’nın çarmıhtaki işkencelerini abartılı bir şekilde ön plana çıkarması ve bu dünyayı bir ah-u-figan yeri olarak görmesi; faustik bir ihtirasla “hayatı ve hürriyeti her gün yeniden fethetmek” isteyen şairi, daha dünyevî bir dine, hayattan zevk alan ve bu dünyayı fevkalâde önemseyen bir dine yöneltti. Bu anlamda İslâm dini, Goethe’ye diğer dinlerden daha çok hitap ediyordu; ancak, bu söylenenlerden şairin din değiştirdiği anlamı çıkarılmamalıdır. Kendi ifâdesiyle din değiştirmek, onun mizacına tamamıyla tersti. Şüphesiz Goethe, Spinoza’dan çok şey öğrenmişti, ama şunu da öğrenmişti ki dinin esası, münferit dogmalar ezberlemek değil, bilakis insanî bir düşünüş tarzını ve buradan hayat bulan bir yaşayış ve zihniyeti benimsemektedir.
Goethe’nin İslâm dini hakkında serdettiği görüşleri şairâne mülahazalar yahut İslâm mevzuunda uzman olmayan bir düşünürün spekülasyonları olarak değerlendirmek ve önemsemeden geçmek isteyenler olacaktır belki. Böyle düşünenlere diyecek yok; ancak, H. H. Schaeder gibi bir şarkiyatçı ve Ranke gibi otoriter bir tarihçi, Goethe’nin İslâm hakkındaki görüşlerini bu dinin doğru anlaşılması açısından fevkalâde önemli bulmaktadırlar. Hattâ Ranke, İslâm tarihi ile ilgili okumaları sırasında Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Açıklamalar” bölümünü tetkik etmiş ve burada şairin Hz. Muhammed, Kur’an ve İslâm dini hakkındaki hükümlerini okuduktan sonra, “Goethe, büyük bir tarihçi olabilirdi” demekten kendini alamamıştır.
Ranke haklıdır; zirâ Goethe’nin İslâm dinine karşı gençlik yıllarında başlayan ve hayatının sonuna kadar devam eden alâkası asla bir heveskârın merakı ile karıştırılmamalıdır. Onun İslâm dini ile ilgilenmesinin daha çok felsefî ve teolojik bir arka-planı vardır. Birçok perspektiften Hıristiyanlıkla yıldızı barışmayan Goethe, Aydınlanma Çağı’ndaki Ateist ve Materyalist görüşlere de pek kulak asmıyordu. Voltaire ve Kant’ın yeni ve parlak fikirleri, Spinoza ve Giordano Bruno’nun Panteizmi kadar onu etkilemiyordu. Zihni hep Spinoza ile meşguldü ve bir şekilde Spinoza’nın panteizmiyle İslâm monoteizmi, ona göre, bazı noktalarda birbirine benziyordu. Tüm varlığın tabiat ve tabiat da Tanrı olduğu için Tanrı’nın varlığını ispata gerek görmeyen Spinoza ile Tanrı’nın tüm tabiatta tecelli ettiğini vaz’ eden İslâm dini arasındaki ince nüansı görmemezlikten gelirsek, bu iki görüşün birbirine ne kadar yakın göründüğünü söylemeye gerek yoktur. Hal böyle olunca Spinoza’dan yola çıkan Goethe’nin İslâm’a kaymaması yahut İslâm dininin bu konulardaki görüşlerine bigâne kalması düşünülemezdi. Gelgelelim Spinoza’yı kendine göre yorumlayan yazar, İslâm’ı da kendine göre yorumlayacak ve böylece bizzat kendi İslâm inancı konusunda çeşitli spekülasyonlara yol açacaktır. Öyle de oldu; kendisinin Müslüman olduğuna dair bir “şaibe” kısa zamanda hızla yayıldı. Dahası yazarımız, “Bütün bu şaibeleri reddetmiyorum” deyivermişti.
Goethe’nin Müslüman olduğu yolundaki şaibeleri şimdilik bir tarafa bırakacak olursak, İslâm dini hakkında serdettiği düşüncelerde haklılık payı olanlar da yok değildir. Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Açıklamalar” bölümünde yer yer İslâm dini hakkında yorumlar yapan şair, burada “Zweifel” (Şüphe) başlığı altında şöyle diyor:
“Allah’ın Birliği, O’nun iradesine teslimiyet, bir peygamberin aracılığı; bütün bunlar az ya da çok bizim inancımızla ve düşünce tarzımızla uyuşmaktadır.”
Demek oluyor ki Goethe, bu pek haklı tespitiyle o tarihlerde Avrupa’da hakikaten kafaları karıştırmaktadır. Karıştırmaktadır, çünkü bu ifadeler bir taraftan Müslümanları hoşnut ederken, diğer taraftan da teslis inancını esas alan ve Hz. İsa’yı peygamber olarak değil, Allah’ın oğlu olarak kabul eden Hıristiyanlara ters gelmektedir. Oysa Spinoza’nın vahdet anlayışına hayran olan, onun “Deus sive natura” (“Bizzat tabiat Tanrıdır”) görüşünü kendine göre geliştiren ve panteizme yeni bir açılım getiren bir düşünür için İslâm dininin vaz’ ettiği Allah’ın Birliği fikri, muhteva yönünden olmasa bile, formel bakımdan ne kadar birbirine yakındır. Bununla birlikte İslâm'da Tanrı, Spinoza'nın “divina natura”sında ve Goethe'nin “ilâhi tabiat”ında olduğu gibi, tabiat ile aynileşmiş yahut tabiat içerisinde erimiş değildir. İslâm inancına göre Allah tabiatta, hatta her zerrede tecelli eder; ancak Zat-ı İlâhî tabiatın asla kendisi değildir. O, her yerde hazır ve nâzırdır, mümin kulların kalbine sığar; lâkin âlemlere sığmaz. Âlemlere sığmaz amma gören gözden, hisseden kalpten ırak değildir. O, doksan dokuz ismiyle her an başka bir işte, başka bir değişimde yahut farklı bir tecelli alanındadır; O’nun tecellisi zaman ve mekân ile sınırlı değildir, ezelî ve ebedîdir. Zâhir ve bâtın O’nun sonsuz imkânlarından sadece ikisidir.
Goethe, Fundgruben des Orients’de Hammer-Purgstall’ın tercümesinden Bakara Sûresi’nin 26. âyetini okumuştur. Bu âyette şöyle buyrulmaktadır: “Hakikat –bir sivrisinek olsun, daha büyüğü olsun- herhangi bir şeyi Allah misal getirmekten çekinmez.” Dehâ şairi bu âyette söz konusu edilen pervane mecazını hatırlar. Şöyle ki; ilâhi hakikatin etrafında pervane olan hak âşığı, tıpkı mum alevinde kanatlarını yakarak maddî varlığını eriten bir pervane misali, arınmak üzere inzivaya çekilir, dünyevî şeylerden uzaklaşır ve böylece nefsî ve bedenî varlığını eritiverir. Fâni vücudunu yok eder, ama ruhunu kurtarır. İlâhî hakikatin bir pervanede dahi tecelli edebileceğini gören şair, burada aldığı ilhamla şu dörtlüğü yazacaktır:
Sollt ich nicht ein Gleichnis brauchen,
Wie es mir beliebt?
Da uns Gott des Lebens Gleichnis
In der Mücke gibt.
Hoşuma gittiği gibi,
Bir mecaz kullanmamalı mıyım?
Keza Allah bir sivrisinekte
Vermektedir bize hayat misalini.
Bu mecazın hatırlattığı bundan ibaret değildir. Hakikat, tabiatta ve bir pervanede tecelli ediyor ise, neden dünyevî bir sevgilinin güzelliğinde yahut bakışlarında görünmesin? Goethe, daha 26 yaşında iken bu hakikati sevgilinin gözlerinde görmüş ve tâ o zaman pervâne mecazını kullanmıştır. Nihayet ateşli şair, 23 Şubat 1776 tarihinde sevgilisi Charlotte von Stein’a yazdığı bir mektupta yine bu mecazı kullanmakta ve şöyle demektedir: “Şimdi yine tüm toplantılarda sadece senin gözlerini gördüm de – ışığın etrafındaki pervane geldi aklıma.”
İslâm inancına göre Allah’ın âlemde ebedî tecelli etmesi, Goethe’nin tabiat telakkisinden farklıdır; ancak buna rağmen Goethe, Allah’ın 99 ismiyle tecelli etmesi fikrini kendi düşüncesine çok yakın hissetmiştir. Ona göre Allah’ın 99 isminin olması, fevkalâde önemli bir perspektiftir; zira bu, kendi ifâdesiyle “ilâhî tabiat”ın sonsuz değişimini ortaya koyan bir mecaz, bir analogdur; Tanrı’nın yüzlerce biçimde tecellî ettiğini gösterir. İslâm dininin temel inancı olan bu fikir şairi pek etkilemiş olmalı ki Doğu Batı Divanı’nda bu mecazı kendi anlayışıyla yeniden yorumlamıştır. Görünmeyen Tanrı’yı yarattığı görüntülerde, tabiattaki ebedî değişimlerde görmek isteyen şair, O’nun yüz ism-i (aslında 99) celâline sığınır:
Er, der einzige Gerechte,
Will für jedermann das Rechte.
Sei von seinen hundert Namen
Dieser hochgelobet! Amen.
O, yegâne Âdil olandır,
Herkes için hakkı ister.
O’nun yüz isminden biri de budur
Hamd-ü senâlar olsun! Âmin.
Başka bir yerde de şöyle seslenir:
Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.
Ve söylesem yüz ism-i celâlini Allah’ın,
Yankılanır senin için her biriyle bir isim
Hint tefekkürüne has çok-tanrıcılık (Politeizm) ve Hıristiyanlığın esası olan teslis inancı, Spinoza’nın rahle-i tedrisinden geçen Goethe’ye pek ters gelir; buna karşılık İslâm’ın vahdet inancı, Tanrı’nın binlerce tarz ve şekilde âlemde tecelli etmesi fikri, Spinoza’nın özünü, cevherini binlerce farklı biçimde ortaya koyan Substanz’ıyla, divina natura’sıyla bir şekilde bir benzerlik arz etmektedir. Kaldı ki Goethe’nin bizzat kendisi de bu görüşlere analog olarak bir “ilâhi tabiat” fikri geliştirmiştir ki, burada da binlerce görüntüden ibaret olan tabiat, Tanrı’nın mutlak Bir’liğinin bir yansımasından ibarettir. Diyeceğimiz şudur ki Goethe, mutlak vahdet fikrine olabildiğince büyük bir önem atfetmekte ve bu noktada İslâm’a paralel bir düşünce sergilemektedir. Daha da ileri giderek Allah’ın oğlu olduğunu reddettiği Hz. İsa’nın aslında bir vahdet öğretisi olduğunu ve Hz. Muhammed’in vahdet inancı ile dünyayı dize getirdiğini vurgulamaktadır. Şair, bu fikrini Doğu Batı Divanı’nın sonradan neşredilen “Metrukât” bölümünde şöyle dile getiriyor:
Jesus fühlte rein und dachte
Nur den Einen Gott im stillen;
Wer ihn selbst zum Gotte machte
Kränkte seinen heil'gen Willen.
Und so muss das Rechte scheinen,
Was auch Mahomet gelungen;
Nur durch den Begriff des Einen
Hat er alle Welt bezwungen.
Tüm safiyetle hissediyordu İsa,
İçinden bir tek Tanrı’yı düşünüyordu;
Kendisini tanrılaştıranlarsa,
O’nun ilâhî hislerini rencide ediyordu.
İmdi Muhammed’in başardığı
Hak olsa gerektir doğrusu;
O bir tek Vahdet fikriyle
Tüm dünyayı ram etti kendine.
Aslında Goethe, vahdet inancını savunan tüm peygamberleri tebcil eder; ona göre Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Davud peygamber de tıpkı Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi Monoteizmi yani vahdet inancını yaymaya çalışmışlardır. O, vahdet inancının, bir tek Allah’a imanın insanı yücelttiğine inanır ve Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde “Mahmud von Gasna” (Gazneli Mahmut) başlığı altında şöyle der:
“Bir tek Allah’a iman, her zaman ruhları yüceltici bir etki yapar; insanı, kendi iç birliğine ve ahengine kavuşturur.”
Vahdet inancı şairi büyülemektedir; İslâm’ın kendisine en çok hitabeden tarafı da budur.
İslâm’ın Goethe’yi etkileyen ikinci özelliği kader anlayışıdır. Bilindiği üzere İslâm, insanın başına geleceklerin hepsinin önceden ilâhî irâde tarafından takdir edildiğini ve insanın alnına yazıldığını vurgular. Allah’ın takdiri karşında insanın teslim olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. Zaten İslâm, kelime mânâsıyla, mutlak olarak teslimiyet demektir; Allah’a, Allah’ın irâdesine ve takdir ettiğine teslim olmak. İşte bu düşünce Goethe’nin hiç itiraz etmediği bir düşüncedir. Esasen Spinoza’nın determinist felsefesini çok iyi bilen Goethe, bu felsefede ne insan irâdesine ve ne de Tanrı’nın iradesine yer olmadığını görmüştü. Spinoza’nın divina natura’sında, her şey, tüm cevelân, tüm olup bitenler mekanik-matematik bir tamlık ve zorunlulukla gerçekleşiyordu. Ne var ki divina natura iradesiz ve ruhsuzdu; hiçbir şekilde insan ruhunu doyurmuyordu. Oysa kaderin sillesini yiyen insan, elbette sığınacağı müşfik bir kucak, bir Rahman arayacaktı. İşte bu duygularla Goethe, 28 Mart 1819 tarihinde Şansölye Müller ile yaptığı bir konuşmada sözü İslâm dinine getirerek şöyle diyecektir:
“Güven ve teslimiyet, her muteber dinin en esaslı temelidir; akıl ve havsalamızın üstünde olduğundan kavrayamadığımız, olayları düzenleyici, yüksek bir iradeye teslimiyet; işte İslâm ve reforme din [Protestanlık] en çok bu noktada benzeşmektedirler.”
Protestanlık ile İslâm’ın ne derece benzeştiğini bir tarafa bırakırsak, Goethe’nin buradaki tespiti son derece önemlidir. Önemlidir zira insan ruhu için bir Kadir-i Mutlak’a, bir küllî irâdeye teslimiyet metafizik bir ihtiyaçtır. Böyle durumlarda insan yüzünü dönebileceği, elini açabileceği ve nihayet bütün mevcudiyetiyle teslim olabileceği rahman ve rahim olan müteâl bir güç arar; iyiyi ve kötüyü takdir eden bu küllî irâdeye teslim olmak ister. Gerçi Allah’ın irâdesine, kadere teslimiyet, belaları ve kaderi ortadan kaldırmaz ama insana sabır, tahammül ve dayanma gücü verir; insanı yüceltir. Ölümünden çok az önce kolera, korkunç bir kâbus gibi insanları teslim aldığında şair, Marianne von Willemer’e, 9 Şubat 1832 tarihinde şu satırları yazar:
“Burada, şehirde olsun köyde olsun, insan tehlikeyi savuşturmayı imkânsız telâkki etmişse, artık eli kolu bağ¬lanmıştır. Bütün tedbirler iflâs etmiştir. Dikkat edilirse, insanların, kendi¬lerini kahredici korkudan kurtarmak için, şifa verici bir kayıtsızlıkla, İslâm’a atıldıkları ve Allah’ın akıl sır ermez emirlerine teslim oldukları görülür.”
Bundan birkaç ay önce, 19 Eylül 1831 tarihinde yine aynı sebepten Bayan Louise Adele Schopenhauer’ı bir mektupla şöyle teselli etmeye çalışmıştı:
“Burada kimsenin kimseye bir tavsiyede bulunması mümkün görünmüyor; herkes kendi kararını kendi vermeli. Esasen biz İslâm’da yaşıyor ve bu şekilde kendimize cesaret vermeğe çalışıyoruz.”
Kader konusundaki görüşlerini Goethe, daha sarih bir şekilde Eckermann ile yaptığı konuşmalarda ortaya koymaktadır. Orada şair, bütün samimiyetiyle yüreğini açmakta ve İslâm’ın kader konusundaki öğretisini hayranlıkla karşılamaktadır. Evvela Eckermann ile konuşmasına kulak verelim:
“Siz de yeterli bilgi edinebilmiş olmak için, benim gibi, elli yıldan beri Kilise Tarihine çalışmış olmalısınız. Muhammed’in dininde olanların, eğilimlerine hangi öğreti ile bağlandıkları hususu çok en¬teresandır. Dinde ilk basamak olarak onlar gençlerini, insanın, her şeyi yö¬neten Allah tarafından önceden kolaylaştırılmamış olan hiçbir şeyle karşılaşmayacağı kanaatiyle güçlendirirler; böylece onlar, hayatları boyunca, tak¬viye edilmiş ve huzura kavuşmuş olurlar; artık kendileri için güçlükler or¬tadan kalkmış gibi olur.”
Goethe devam eder:
“Ben bu inancın doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı yanlarını araştıracak değilim; fakat, aslında hepi¬mizde bu inançtan biraz vardır; hatta bu inanç bize öğretilmiş olmaksızın. Bir asker savaşta, üzerinde benim ismimin yazılı olmadığı kurşun bana isa¬bet etmiyecektir, diye düşünür. O, bu güvene sahip olmaksızın, en korkunç tehlikeler içinde, cesaret ve canlılığını nasıl koruyabilir? Hıristiyanlıktaki ‘Rabbinizin izni olmadan bir serçe bile damdan düşmez’ inancı, aynı kaynak¬tan mülhemdir ve zerreyi dahi gözden uzak tutmayan, izni ve isteği olmadan hiçbir şeyin vukua gelemiyeceği bir inâyet-i Rabbaniyeyi ifade eder. Müslümanlar felsefe derslerine de şu hipotezle başlarlar: karşıtı bulunmayan hiçbir şey yoktur; böyle bir başlangıçla, gençliğin zekâsını, ortaya atılan her iddianın karşı fikrini bulmaya ve ifadelendirmeye çalıştırarak, düşünce ve söz olarak, büyük bir değişmenin ve hareketliliğin doğması için onları görevlendirmiş olurlar.”
“Fakat şimdi,” diye devam ediyor Goethe, “ortaya atılan her fikrin karşıtı iddia edildikten sonra, bunlardan hangisinin doğru olabileceği şüphesi doğar. Şüphede ise istikrar yoktur; aksine, şüphe, eğer mükemmel işliyorsa, düşünceyi, hakikatin ne olduğu, insanın mutlak mutluluğu hangisinde bu¬labileceği gibi araştırma ve denemelere sürükler.” “Görüyorsunuz,” diyor Goethe o konuşmada; “bu sistemin hiçbir eksiği yoktur ve biz bütün sistem¬lerimizle ondan daha ileri değiliz; hiç kimse de daha ileri gidemiyecektir…”
“Müslümanların bu felsefe sistemi, insanın, fikrî olgunluğun hangi basamağın¬da olduğunu öğrenebilmek için, kendisine ve başkalarına tatbik edebileceği mükemmel bir ölçüdür.”
Goethe, Eckermann ile bu konuşmayı yaptığı günlerde yine Spinoza ile meşguldür ve 77 yaşındadır. Katharina Mommsen, Goethe’nin günlüklerinden onun o günlerde Spinoza’yı okuduğunu tespit etmiştir. Denebilir ki bundan tabii ne var? Pek tabii, ancak burada dikkati çeken şudur: Hiçbir zaman Spinoza’nın panteist felsefesinin büyüsünden kurtulamayan Goethe, Spinoza’nın felsefesine daldığı günlerde ister istemez İslâm hakkında konuşma lüzumunu hissediyor. Demek oluyor ki şair, Spinoza ile İslâm’ın Tanrı ve âlem anlayışı ve özellikle de Spinoza’nın “zorunluluk” düşüncesi ile İslâm’ın “kader” yaklaşımı arasında bir yakınlık, bir benzerlik olduğunu sezmektedir, ki burada da son derece haklıdır. Ancak bir hususu da göz ardı etmemek gerekir. O da şu; Spinoza’nın “zorunluluk” düşüncesi ve İslâm’ın kader anlayışıyla tefekkürünü zenginleştiren Goethe, Baron Holbach’ın Systéme de la Natura adlı eserinde ileri sürdüğü mekanik bir materyalizmi de kesinlikle reddetmektedir. Holbach gibi materyalist düşünürlerin ileri sürdükleri görüşleri fazla ciddiye almayan ve hatta onlarla istihza eden şair, “Şiir ve Hakikat” başlıklı eserinin 11. Bölümünde şöyle diyor:
“… ‘Eski kiliselerin camları bulanıktır!.. Kirazların ve böğürtlenlerin tadını çocuklarla serçelere sormalı!’ Bunlar bizim için eğlenceli birer söz timsali olmuştu; işte böylece bu kitap bize ihtiyarlığın âdeta bir özü gibi, tatsız ve hatta soğuk görünmüştü. Güya her şeyin mutlaka var olması gerekmiş ve bu yüzden Allah yokmuş! Biz de bunun üzerine kendi kendimize: ‘O halde bir Allah’ın da mutlaka var olması gerekmez miydi?’ diye sormuştuk.”
Goethe, hayatının hiçbir döneminde Determinizme, her şeyin sebep netice otomatizmine irca edildiği mekanik bir materyalizme itibar etmemiştir. Buna mukabil her zaman küllî ve ilâhî bir irâdeye teslim olma ihtiyacı duymuş; hatta bunu insanlığının bir gereği olarak telakki etmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse onun İslâm’a duyduğu yakınlık buradan mülhemdir. Kader, Allah’ın takdiriyle ilgilidir ve asla bilinemez; ancak herkes Allah’ın takdirine baş eğmek mecburiyetindedir. İslâm dini kaderin Allah tarafından önceden bilindiğine, takdir edildiğine inanmayı ve Allah’ın iradesine karşı gelmemeyi şart koşar. Kadir-i Mutlak, sebepleri ve neticeleri takdir eden ve yaratandır; tüm mahlûkat O’nun küllî irâdesine tâbidir; O’nun irâdesi olmaksızın nehirler çağıldamaz, yıldızlar parıldamaz, yapraklar kımıldamaz ve hiçbir yerde hayat soluğu duyulmaz. Derdi ve dermanı; ölümü ve teselliyi veren O’dur. Kaza ve kader O’nun irâdesinin tecellisinden başka bir şey değildir. O yüzden Goethe, Albrecht Dürer’in bir sözü üzerine şu veciz sözü söyleyecektir: “Prädestinatio (alın yazısı) nedir? Cevap: Allah bizden daha kudretlidir ve hâkimdir; bunun için bizi kendi dilediği şekilde yönetir.” (Maximen und Reflexionen). Keza Goethe, çok samimî dostu Dük Carl August öldüğünde de, “Allah takdir ettiğini yapıyor ve biz fânilere katlanmaktan başka çare kalmıyor.” demek mecburiyetinde kalmıştı. Aynı şekilde İtalya Seyahati esnasında “Hiç kimse alnına yazılanı değiştiremez, kaderinden kaçamaz” (Roma, 11 Ağustos 1787) demişti. Bu hakikati, 7 ve 8 Ekim 1792 tarihinde kralın arzusu üzerine bizzat katıldığı Fransa seferi sırasında ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelince daha iyi anlayacaktır; bu sefer sırasında başına gelenleri ve kader karşısındaki çaresizliğini “Campagne in Frankreich” başlıklı yazısında şöyle anlatmaktadır:
“Tehlike büyüdükçe, kör bir kader hükmü altına alıyordu beni ve ben, böylesine tehlikeli meslekler icra eden insanların, ancak bu inançla kendilerini cesaretlenmiş ve kuvvetlenmiş hissedebileceklerini anlıyordum. İnsan kendine bağlı kaldığı müddetçe her durum için yardımcı bir düstûr bulmaktadır… Muhammed’in Dini, bunun için en güzel delilleri veriyor.”
Görüldüğü üzere Goethe, ne zaman bir bela ile karşılaşsa yahut “mukadderat” bahsine gelse, teselliyi İslâm’ın kader anlayışına sığınmakta bulur. Anlaşılan o ki İslâm’ın kader mevzuunda kayıtsız şartsız Allah’a teslimiyet görüşü şairi büyülüyor ve dar zamanlarında onun teselli kaynağı oluyordu. Mesela gelini Ottilie von Pogwisch ölümcül bir hastalığa yakalandığında şair, bestekâr dostu Zelter’e 20 Eylül 1820 tarihinde şöyle yazar: “Burada İslâm’a dayanmaya çalışmaktan başka da söyleyecek bir şey bulamıyorum.”
O günlerde Goethe, bu kadarla da iktifa etmiyor ve bir vesileyle dostu Johann Jacop von Willemer’e şu satırları yazıyor:
“Muhakkak ki dine ve akla uygun bir görüş ve bir İslâm ki hepimiz eninde sonunda onu kabul etmek zorunda kalacağız.”
İmdi bu ifâdeler ne kadar yanıltıcıysa, bu neviden ifadelere dayanarak büyük şairin din değiştirdiğine ve Müslüman olduğuna hükmetmek de o kadar aceleci ve yanlış bir hükümdür. Filvaki birçokları bu tuzağa düşmekten kurtulamamıştır. O yüzden okuyucunun sadece lafza değil, bilakis daha çok Goethe’nin bu neviden sözleri hangi bağlamda söylediğine ve esasen neyi murat ettiğine yoğunlaşması ve her şeyden önce şairi anlamaya gayret etmesi gerekmektedir. Bize kalırsa Goethe’nin din ve bilhassa İslâm dini hakkındaki görüşleri, onun Müslüman olduğu yolundaki spekülasyonlardan çok daha önemli ve kıymetlidir. Bu endişeyle Katharina Mommsen, şairin bu neviden ifadelerini aktarırken, “Goethe İslâm’a inanmalıyız ifadesiyle amor dei intellectualis (Tanrı’ya yönelik bu entelektüel/zihnî sevgi)’te kaderin darbeleriyle sarsılması kabil olmayan bir denge bulmaya gayret edilmesini kasdediyor.” demekten kendini alamamaktadır. O itibarla bu konuda acele bir hüküm vermeden önce, onun İslâm hakkında serdettiği görüşlerini aktarmaya devam edelim.
Goethe için İslâm, “Allah’ın kavranması kabil olmayan irâdesine kati surette teslimiyettir.” Bu düşüncesini şair, çeşitli vesilelerle farklı yerlerde açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Doğu Batı Divanı’nın “Buch der Sprüche” (Hikmetler Kitabı) bölümünde de şu mısralarla dile getirir:
Närrisch, daß jeder in seinem Falle
Seine besondere Meinung preist!
Wenn Islam »Gott ergeben« heißt,
In Islam leben und sterben wir alle.
Ahmaklıktır, herkesin kendi takdirince,
Kendi fikrini övüp yüceltmesi!
Eğer İslâm “Tanrı’ya teslimiyet” demekse,
İslâm’da yaşıyor ve ölüyoruz hepimiz.
Şairin bu mısralarda söz konusu ettiği “Tanrı’ya teslimiyet” rasgele söylenmiş bir söz değildir; tam aksine bu sözün derin felsefî temelleri vardır. Aslına bakılacak olursa Goethe, bu mısralarla ferdî hürriyetin nihaî sınırlarını tespit etmektedir. Ona göre ferdî hürriyeti çevreleyen metafizik bir alan vardır ki bu alana tecavüz etmek imkânsızdır. Bu alan Allah’ın küllî iradesinin tüm mikro iradeleri hükümsüz kıldığı akıl ötesi bir muhittir. Esasen Allah’ın 99 ism-i celâlinden birisi El Muhît’tir. Bu metafizik alanda yalnız ve ancak hükm-i kader söz sahibi olduğu için, burada insanın elinden teslim olmaktan başka bir şey gelmez. Ne var ki böylesine bir teslimiyeti küçüklük ve acizlik olarak görmemek lâzım gelir; tam aksine böyle bir durumda insanın sınırlarını keşfetmesi bir erdemdir ve insan, hürriyetinin en geniş sınırlarına ulaşır. Aslî sınırlarına çekilen insan, kendi benliğinin bilincine vardığı gibi, mutlak Ben’in, kudret-i ilâhînin de farkına varmış demektir. İhtiras ve isyanın son bulduğu bu teslimiyet noktasında insan, gerçek kulluğunun şuuruna varır. Bu durumu Goethe, Divan’ın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde şöyle dile getirmektedir:
“Bu tefekkür ise, hususî anlamdadır; çünkü kişiyi, dünya hayatının en garip problemlerinin direkt ve karşı konulamaz bir şekilde önümüzde durduğu ve bizi, tesadüfe, mukadderata ve onun nufûz edilemez emirlerine tâbi olmaya; kayıtsız şartsız teslimiyete, en yüksek siyasi, ahlâkî, dinî kanun olarak tanımaya zorlayan noktaları göz önüne serer.” (vurgu S.Ö).
Doğrusunu söylemek icap ederse Goethe’nin kader mevzuuna bu kadar önem atfetmesinin sebebi burada yatmaktadır. Goethe, gerçek İslâm ve mukadderat mevzularındaki fikirlerine açıklık kazandırmak ve daha şümûllü yorumlar yapmak üzere bir “Künftiger Divan” (Müstakbel Divan) tasarlamış, ancak bunu gerçekleştirmeğe ömrü kâfi gelmemiştir. Nitekim Doğu Batı Divanı’nın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde bu “Müstakbel Divan”dan söz etmekte ve onun kafasındaki “gerçek İslâm” hakkında şunları söylemektedir:
“[Müstakbel Divan’ın tasarlanan çeşitli bölümleri] Allah’ın hikmetinden sual olunmaz ve kavranamaz emirlerindeki fevkalâde yol gösterişleri ve hikmetleri gösterecektir; asıl İslâm’ı, Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslimiyeti, hiç kimsenin alnına yazılanı değiştiremeyeceğini, kaderinden kaçamayacağını öğretecek ve işleyecektir.”
Görülüyor ki, sadece Mevlâna ve İkbal’de değil, Goethe’nin de zihninde bir “saf İslâm” düşüncesi vardır. Bunun nasıl bir İslâm olduğunu tam olarak bilemesek bile, onun kasdettiği İslâm ile ilgili ipuçlarını bazı ifadelerinden çıkarmak mümkün görünüyor. Bu mümkün çünkü Goethe, İslâm dininde nelerin en çok hoşuna gittiğini açıkça söyler; söylemediği zaman da hissettirir. Doğu Batı Divanı’nın birçok şiirinde kendi hissiyatı ve şahsî anlayışı istikametinde saf, bozulmamış bir din, bir “saf İslâm” aradığı hissedilmektedir. İslâm dininde onu alâkadar eden sadece Allah’ın Birliğine iman ve kadere teslimiyet değildir. Allah’ın bir elçi, bir peygamber vasıtasıyla bu dini bildirmesi de şairin aklına pek yatmaktadır. Yukarıda ifade edildiği üzere o, bu inancını Divan’ın “Notlar ve Araştırmalar” bölümünde “Zweifel” (Şüphe) başlığı altında net bir şekilde dile getirmişti. İleride şairin Peygamber hakkındaki düşünceleri ayrı bir başlık altında etraflıca verilecektir; ancak burada şu kadarına işaret edelim ki Goethe, Allah’ın bir elçi olarak Hz. Peygamberi göndermesi olayıyla çok ilgilenmiştir. Bu meselenin onun zihnini nasıl meşgul ettiğini Kur’an-ı Kerim’den not ettiği âyetlerden de anlamak mümkün:
“Muhammed de bir peygamberden başka bir şey değildir, ondan evvel de nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer şimdi o da ölecek olursa, ökçelerinizin üzerinde geri mi döneceksiniz?” “Allah gaybın ne olduğunu sizlere bildirecek değildir, fakat O, elçilerinden dilediklerini seçer ki, insanlar Allah’a ve O’nun elçilerine inansınlar.” (Âl-i İmran 3)
Bütün bunların haricinde şair, İslâm’ın şiire, sanata ve geleneğe bakışıyla da ilgilenmiştir. Goethe, 71 yaşında iken, Doğu Batı Divanı’nı neşrettikten iki yıl sonra, “Şimdi Divan benim İncil’im oldu” diyen dostu Zelter’e 11 Mayıs 1821 tarihinde aynen şu satırları yazar:
“Muhammedin dini, mitoloji ve ahlâk, şiir için bir derya; bu şiir yıllarca beni meşgul etti. Allah’ın idraki gayri kabil iradesine mutlak surette teslimiyet, dairevî ve spiralvari tekrarlanan dünyevî faaliyetlerin açık panoraması, aşk, iki dünya arasında salınma, real her şeyden arınma, kendini sembolik olarak eritme, hepsi burada. Bunun ötesinde daha ne ister ki büyükbaba.”
İslâm dininde aradığı birçok şeyi bulduğunu itiraf eden şair, İslâm dininin ve Hz. Peygamber’in mucizeye pek itibar etmemesi ve gerçek dindarlığı herkese iyilik yapmak ve hayır işlerine önem vermek olarak görmesini de mizacına pek uygun buluyordu. Şair bu neviden prensipleri, gerçek ahlâkın ve dindarlığın icabı, hatta kıstası sayıyordu. Eckermann ile 20 Haziran 1827 tarihinde yaptığı bir konuşmada aynen şöyle diyor:
“Her şeyden evvel eğer inanç hak bir inançsa, o zaman bu, insanı iyi işlere (amellere) yöneltir.”
Bununla beraber büyük kritikçinin, İslâm dinine ve Hz. Peygambere yönelttiği tenkitler de yok değildi. Şair, Hz. Peygamber’in aşk ilâhını ve şehveti kötülemesini ve kendi tabiriyle kadınların üzerine ‘kasvetli bir din nikaabı’ geçirmesini de açıkça kınamaktan çekinmemiş, ayrıca İslâm dininin şarabı ve sarhoşluğu yasaklamasını asla hoş karşılamamıştır.
Goethe’nin İslâm’la alâkadar olması 1770/1771 yıllarına rastlar. O yıllarda Goethe, Strassburg’ta hocası Herder ile beraberdir, onunla uzun uzun fikir alışverişinde bulunur, karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler. O yıllar her iki düşünür için de fevkalâde verimli yıllardır. Başka dinlere ve yabancı kültürlere tecessüsünün kapılarını sonuna kadar açık tutan Herder, Goethe’nin dikkatini başka dinlere ve kültürlere yöneltmeyi başarmıştır. Böylece genç şair, çok iyi bildiği Kitab-ı Mukaddes’in yanı sıra başka kutsal kitapların olduğunu fark eder. Fakat ne yazık ki şairin bu başka kitaplardan birçoğuna ulaşma imkânı yoktur; mütefekkirimiz Budizm, Hinduizm gibi dinlerin kutsal kitaplarını inceleme imkânından mahrumdur; ancak İncil’in yanında Kur’an’ı inceleyebilmişti. Goethe’nin Kur’an’ı, İslâm’ı ve Hz. Peygamberi araştırma merakı böyle başlamıştır. Şair o yıllardan itibaren İslâm dini, Kur’an ve şarkiyat hakkındaki araştırmaları fırsat buldukça okumaya, anlamaya ve bilmediklerini etrafındaki akademisyenlerden öğrenmeğe gayret etmiştir. Goethe, Müslümanlarla karşılaşmayı bir şan, Allah’ın bir lütfu kabul ediyor ve bu neviden fırsatlarda bu dinin nasıl yaşandığını bizzat öğrenmek istiyordu. Şu da var ki o, hayatının hemen her döneminde Müslümanlara karşı büyük bir hoşgörü, sempati ve merak içerisindeydi.
Napolyon’un Berlin’i işgal ettiği yıllarda Goethe, Weimar’da bakanlık görevini deruhte ediyordu. Savaşın hüküm sürdüğü ve çetin siyasi mücadelelerin verildiği o günlerde müttefik Rus askerleriyle birlikte Müslüman askerler ve subaylar da Weimar’a gelip gidiyorlardı. Goethe onlarla hasbihal ediyor, şahsî münasebetler kuruyordu. Bir defasında küçük Müslüman Başkurt grubun, bir lisede Cuma namazı kılmalarına müsaade etmiş ve onları bizzat seyrettikten sonra dostu Friedrich Wilhelm von Trebra’ya 5 Ocak 1814 tarihinde şu satırları yazmıştı:
“Kehanetlerden bahsetmişken şunu belirtmeliyim ki, çağımızda, hiçbir peygamberden beklenmeyen şeyler oluyor. Birkaç yıl önce kim tahmin edebilirdi ki, bizim Protestan lisemizin dershanesinde Müslümanlar ibadet edecekler ve Kur’an sûreleri okunacak? Fakat oldu ve biz de Başkurtların ibadetine katıldık, onların mollasını gördük ve prenslerini tiyatroda ağırladık.
Bana yakınlık duyarak ok ve yay armağan ettiler. Hele hayırlısı ile yurtlarına bir dönsünler; bu armağanları, hayatım boyunca yerinden oynatmamak üzere, şöminenin üzerine, duvara asacağım.”
Bundan birkaç gün sonra şair, oğlu August’a bu ziyaretten sonra Kur’an’a duyulan ilginin arttığını yazar ve şöyle der: “Bundan böyle birçok dindar hanımefendi Kur’an’ın tercümesini kütüphaneden ödünç aldılar.”
Anlaşılan o ki sadece şairin kendisi İslâm’a samimi bir alâka duymakla kalmıyor, bilakis Almanların da bu dini öğrenmelerinden ve bu dinin mukaddes kitabını okumalarından son derece memnun ve hoşnut oluyordu; hatta bir devlet adamı olarak bunun için bir çaba sarfettiği de görülmektedir. Bu böyle olmakla birlikte unutmamak gerekir ki o, çok yönlü bir istidat olarak sadece dinler konusunda değil, bilakis edebiyatın ve sanatın bütün alanlarında da çok yönlülüğü tercih etmiş ve engin tefekküründe tüm dinlere ve düşüncelere yer ayırmasını başarmıştı; insanı yücelten, insanın huzurunu ve mutluluğunu esas alan, insanın acılarını terennüm eden tüm düşüncelere hoş bakabiliyordu. Nihayet onun için her şeyden önemli olan, beşeriyetin ıstıraplarını dindirecek bir dil bulmaktır.
Und wenn der Mensch in seiner Qual verstummt,
Gab mir ein Gott, zu sagen, was ich liede.
Acıdan ağzını açamazken insanlık
Bana acılarını haykıracak bir dil verdi.
Son yıllarda Goethe hakkında yaptığı araştırmalarla temayüz eden Katharina Mommsen “Goethe und Islam” başlığı altında kaleme aldığı çalışmasında şairin asıl büyük hedefinin üç büyük dini birleştirmek olduğunu yazıyor. “Goethe'nin İslâm’a müspet tutumu dolayısıyla, çeşitli dinleri uzlaştırmayı arzu etmesine ve bunu mümkün görmesine şaşmamak lazımdır”, diyen Mommsen şöyle devam ediyor:
“Böylece o, Bizans tarafından 8. yüzyılın başlarında, üç Monoteist dini yani Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı birleştirme teşebbüsüne -bir sanatsever olarak, Hıristiyan resim ve heykel abidelerinin yok edilmesine hiçbir şekilde razı olamamasına rağmen- sempatiyle bakıyordu.”
İmdi, insanlık ülküsüne kuvvetle inanan Goethe’ye böyle bir fikir, bir ideal olarak bir an için cazip gelmiş olabilir; ancak böyle bir düşünceyi kuvveden fiile çıkarmanın imkânsız olduğunu asırlar önce Büyük Moğol Başbuğu şair Ekber Şah bizzat tecrübe etmişti. Mamafih tüm bunlar, Goethe’nin dinler konusundaki tutumunu ortaya koyması ve Müslüman olduğu yolundaki söylentilerin ne kadar tutarsız ve sözüm ona “fetva”ların ne kadar gayrı ciddi olduğunu göstermesi bakımından kayda değer olsa gerektir. Şunu da ilave edelim ki Goethe, hiç kimsenin birbirine hangi dinden olduğunu sormadıkları ve bütün din mensuplarının iştirak ettikleri bir “Fest der reinsten Humanität” (“Saf İnsanlık Bayramı”) tahayyül ediyor ve bu düşüncesini şöyle netleştiriyordu:
“Hepsi birlikte ibadethaneye koşacaklar ve aynı ibadetle vecde geleceklerdir; hepsi aynı ışığın çevresinde duracaklar ve bir tek ışıkla aydınlanacaklar. Hepsi ihtişamında yalnız Hıristiyanların değil, Yahudilerin, Müslümanların ve müşriklerin de payı bulunan o günü anarak manen yükseleceklerdir.”
Netice itibariyle Goethe’nin sadece İslâm dini konusunda değil, bilakis bütün dinler konusundaki şahsî kanaati Kur’an’ın, “Deyiniz ki sizin dininiz size, benim dinim bana.” âyetinin ruhunu uygundur. Keza şairin bizzat kendisi de “Şiir ve Hakikat” adlı eserinde buna paralel bir söz etmektedir: “Nihayet her insanın kendine göre bir dini vardır.”
Asırlar önce Bizim Yunus farklı söylememişti:
Biz kimsenin dinine hilâf demezüz
Din tamam olıcak togar muhabbet
SON VİDEO HABER
Haber Ara