Dolar

34,9539

Euro

36,6250

Altın

3.015,11

Bist

10.018,17

Goethe ve Hz. Muhammed

Goethe'ye göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî lideri olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-03-04 12:17:00

Goethe ve Hz. Muhammed
Haber Merkezi / TİMETURK

Aydınlanmacı düşünürlerin olabildiğince rağbet ve itibar gördükleri 18 yüzyılın ortalarındayız… Her türlü fikrin cirit attığı bir çıfıt çarşısı gibidir Avrupa. Namlı Ansiklopediciler, faydalı-zararlı demeden, birbiriyle yarışırcasına yeni fikirler sürmektedirler düşünce pazarına. En şedit muarızlarının dahi düşüncelerini hür olarak ifade etmeleri için kahramanca varlığını ortaya koyan Voltaire, başta kilise olmak üzere, mukaddes zırhlar kuşanan her görüşe saldırmakta, kendince tüm önyargıları yargılamaktadır; ne var ki kendisi de önyargılardan tamamen arınmış değildir. Bazı konularda onun zeki ve aydınlık kafasını yönlendiren de yine önyargılardır. Anlaşılan o ki, asırların tortusu kolay kolay yok edilemiyor.

Aralık 1770. Voltaire, Mahomet başlıklı dramını ekte bir mektupla birlikte Büyük Friedrich’e takdim eder. Neler yazılıdır bu mektupta bir göz atalım:

“Bu deve tüccarının yurdunda bir kargaşa çıkarması; birkaç Kureyşli ile birlikte halkını baş melek Cebrail ile konuştuğuna inandırmak istemesi; böbürlenerek göklere yükseldiğini ve sindirimi zor kitabının bir bölümünün orada bizzat kendisine teslim edildiğini söylemesi, her sayfasında akl-ı selimi titretmesi… Bütün bunlar hiçbir insanın affedemeyeceği şeyler, hatta bu kişi bir Türk olarak dünyaya gelmiş olsa bile; hatta hurâfenin, her türlü tabii ışığı boğduğunu varsaysak dahi.”

İmdi, yukarıdaki satırların yazarına sorarsanız, fanatizmle ve insan bilincine musallat olmuş önyargılarla savaşmaktadır; ancak kendi söylediklerin ilmîlik ve doğruluk kıstası nedir? “Türk olarak dünyaya gelmiş olmak” nasıl bir cürümdür? Burada akl-ı selim değil, akl-ı selimi dehşete düşüren bir fanatizm, çağlar içerisinde oluşmuş iflah olmaz bir Türk fobisi konuşmaktadır. Gerçi İslâm dinine ve Hazreti Peygambere yöneltilen bu kritiğin asıl hedefi Vatikan imiş; ancak ister istemez bu okların bir kısmı Müslümanların şuuruna saplanmaktadır.

Gelgelelim Goethe, İslâm ve Hz. Muhammed konusunda Voltaire ile aynı fikri paylaşmamaktadır. Nasıl paylaşsın ki, Voltaire’in nazarında Hz. Peygamber, “insafsız ve acımasız bir zorba, safdil insanları muhteris gayeleri için kullanan, istismar eden bir sahtekâr”dır. Voltaire tarihî hakikatleri de mezkûr dramına kurban eder; Hz. Peygamber, Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden birine mensup olduğu halde Voltaire, dramında ona doğuştan bir köle rolü verir. Bir dinin peygamberine kadınlarla alakalı ahlâk dışı davranışlar yakıştırmak ne derece ahlâkla bağdaşır bilemiyoruz; ama dramın yazarı bir şekilde bunu da başarmış. Hz. Peygamberi “kayalardan fışkıran bir dağ pınarı”na benzeten Goethe ile o’nu “sahte bir peygamber” ve bir “tiran” olarak gören Voltaire’in anlaşması mümkün mü? Elbette değil, ancak kaderin cilvesine bakın ki, yine de Voltaire’nin Le Fanatisme ou Mahomet le prophète (Fanatizm yahut Muhammed Peygamber) başlıklı dramı tercüme etmek ona kalacaktır.

Yıl 1799, Dük Carl August, Weimar Sarayı’nda Voltaire’ın Le Fanatisme ou Mahomet le prophète adlı bu dramının sahnelenmesini istemektedir; bunun için dramın evvela Almancaya tercüme edilmesi gerekmektedir ve bu işi Goethe’den başka başaracak yok gibidir. Vakıa Goethe, hiç sevmediği bu dramın tercümesini üstlenmek mecburiyetinde kalır. Kısa zamanda bitirir tercümeyi; ancak orijinali “aleksandriner” (mısraları on ikişer heceli şiir) olarak yazılan dram, serbest olarak tercüme edilir. Aslında bu durum bile Goethe’nin tercüme ettiği eseri sevmediğini ve bu işi ne kadar gönülsüz yaptığını ortaya koymaktadır. Nihayet eser, 30 Ocak 1800 tarihinde Düşes Luise’nin doğum gününde ilk kez temsil edilir.

Evet, Goethe bu tercümeyi yapmıştır; fakat çok sıkıntılı ve gönülsüz bir tercümedir bu. Onun bu sıkıntısı mektuplarında adamakıllı hissedilmektedir. Wilhelm von Humbolt’a yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısını şöyle dile getiriyor: “Aslında pek tuhaf bir sebepten dolayı Voltaire’nin Muhammed dramını Almancaya tercüme ediyorum.” Peki, bu “tuhaf sebep” nedir diye sormadan edemiyor insan. Sözüne bir “hüküm” gibi itibar edilen şairi, böyle bir tercümeye icbar eden ne olabilir? O yıllarda Weimar Tiyatrosu’nun malî durumu derin derin düşündürmektedir Goethe’yi. Kendisi de bir dram yazarı olan şair, yardım almadan tiyatronun ayakta kalmasının zor olduğunu görmektedir. O itibarla tiyatronun finans kaynağı olarak gördüğü prenslerin, düklerin ve paralı aristokratların gönlünü bir şekilde hoş tutmak mecburiyetindedir. Gönlünü hoş tutmak durumunda olduğu prenslerden birisi de Carl August’tur. İşte 3 Ocak 1800 tarihinde prens August’a yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısı açıkça hissedilmektedir:

“Tabir caizse Prensimin arzusu beni, bazılarına pek tuhaf gelecek bu işi yani Voltaire’nin Muhammed dramını tercüme etmeyi üstlenmeye mecbur etti. Ona çok şey borçluyum; doğrusu varlığımı borçluyum ona. Tamamen gönülden isteyerek, evet, hatta isteklerimin de fevkinde, şu naçiz tabiatımın ifade etmekte zorlandığı zat-ı şahânelerinin isteklerini olabildiğince karşılamayı vazife sayıyorum.”

Görüldüğü üzere Goethe, malûm “tuhaf sebeplerden dolayı” Voltaire’in Mahomet dramını tercüme etmek mecburiyetinde kaldığını sadece dostlarına değil, bilakis bu işi kendisine veren Prens Carl August’a da açıkça söylemektedir. Şair, dinleri yıkmak gibi imkânsız bir işi kafaya koymuş Voltaire’in önyargılarla örülü bu dramından hiç haz almamıştır. Bir kere o, Voltaire’in Hz. Peygamber hakkındaki görüşlerinin ilmî ve tarihî gerçeklerle örtüşmediği kanaatini taşımaktadır. Belki bu yüzden olsa gerek mağduru olduğu bu tercüme olayında da eserin bazı kısımlarını iyi niyetle olabildiğince rötuşlamak ve düzeltmek mecburiyetinde kalmıştır. Elbette o, kuşatıcı zekâsıyla yanlışları fark ediyor, bu meyanda Voltaire’in Hz. Muhammed’i anlamadığını, büyük yanlışlıklar, eksiklikler ve tezatlar içerisinde yüzdüğünü görüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Goethe, Voltaire’in sadece Hz. Muhammed’i değil, aynı zamanda Kitabı Mukaddes’i, Shakespeare’i ve tabiatı da anlamadığına kaani idi. İşte bu yüzden, böyle bir çıfıtın eserini tercümenin nefsine ne kadar ters geldiğini, kendisine ne kadar acı verdiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Faust’un şairi bundan son derece müteessir, mutsuz ve hatta mağdurdur.

İmdi Goethe’yi böyle bir tercümeyi yapmaya icbar eden sebepler ortada iken, iki güzîde dostunun serzenişleri de üstüne gelecektir. Kadîm dostu Schiller, “Yıkık mâbedlerde dolaşıyorsun” diye onu bu neviden çalışmalardan uzak durması için ikaz edecektir. Schiller, şairin de bir “Muhammed Dramı” kaleme aldığını öteden beri bildiği için, burada kastettiği, hem Voltaire’den tercüme ettiği Mahomet başlıklı dram, hem de şairin başlayıp ikmal edemediği, fragman olarak kalan “Muhammed” dramıdır. Goethe’nin “Muhammed” başlıklı bu dramından ileride söz edeceğiz; ancak evvela Herder’in bu mevzulardaki tavrına bakalım.

Voltaire’in bu eseri Weimar’da sahnelenmeden önce tiyatro oyuncuları, Goethe’nin evinde ve sarayda sadece okuma provaları yapmakla kalmıyor, Goethe’den dram hakkında dersler de alıyorlardı. Bu çalışmalara pek mütecessis bir zekâ olan Herder de katılmaktadır. Filozof Herder’in eser hakkında neler düşündüğünü eşi Caroline’nin dostu Knebel’e yazdığı 3 Haziran 1800 tarihli mektubundan öğreniyoruz. Bu mektubunda Bayan Caroline, eşinin kanaatini şöyle izhar ediyor:

“Goethe tarafından serbest vezinle tercüme edilen Muhammed dramının okumasında eşim de bulundu. Harika, mükemmel mısralar, diyordu eşim –fakat muhteva- insanlığa ve her şeye karşı işlenmiş bir günah."

Caroline Herder’in 31 Haziran 1800 tarihinde aynı adrese gönderdiği başka bir mektubundan anlıyoruz ki Herder, bir gün önce dramın ilk temsilini seyretmiş ve pek müteessir olmuştur; çünkü dram gerçek bir mütefekkire yakışmayacak isnatlar, yalanlar, çamur atmalar ve garazkâr ifadelerle estetik ölçülerin ve kaygıların ötesine taşınmıştır. Dram berbat olmasına berbattır ama Herder’i öfkelendiren asıl şey bu değildir. Herderler, yıllardan beri tanıdıkları, itibar ettikleri ve güvendikleri bir aile dostları olan Goethe’nin Hz. Muhammed’e düpedüz çamur atan, hakaret eden, aşağılayan böylesine bir eseri tercüme etmesini bir türlü anlayamamaktadırlar. Kelimenin tam anlamıyla Goethe’nin kendilerini aldattığına ve hatta sattığına inanmaktadırlar. Oysa Goethe, yukarıda da vurguladığımız gibi, bu işi hatıra binaen, istemeyerek ve hatta biraz zoraki yapmış; yapmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla derdini kimseye anlatamayan şair, gerçekte mağdurken, asıl suçlu durumuna düşmüştür. Dahası var; şair, Voltaire’nin bazı düşüncelerine, özellikle dramın son monolog kısmına tercüme marifetiyle müdahale edip düzelttiği için de edebî bir eseri tahrif cürmünü işlemiş oluyor sanki. Caroline Herder’in satırlarından anlaşılan o ki Herderler, aslında Voltaire’nin garazkâr duygularla kaleme aldığı Muhammed dramının günahını da Goethe’ye yüklemişlerdir:

“Dün Muhammed dramındaydık. Başlangıçta oyunun yeniliği (davranışlardaki uygunluk, hareketlerdeki tavır ve dil) hoşa gitti derken ve Goethe’nin dilinin büyüsü ve ritim kulakları eğlendirirken, her sahnede olup bitenler asabımızı bozdu. Tarihe ve insanlığa karşı böylesine bir cürümü (Muhammed’i kaba, müptezel bir sahtekâr, bir katil ve bir şehvet düşkünü yapmasını) Goethe’den asla beklemiyordum [Goethe’nin böyle bir tercümeyi yapacağına yani Voltaire’nin Hz. Muhammed’i hâşâ “katil, sahtekâr ve şehvet düşkünü” olarak vasfettiği mahut dramını tercüme edeceğine inanmadığını söylüyor. S.Ö]. Kaba ve rezil tiranlık, sahtekârlık ve şehvet düşkünlüğü kutlanıyor!”

Evet, Caroline Herder, aynen böyle yazıyor, Goethe’nin “Tarihe ve insanlığa karşı böyle bir cürümü” nasıl işlediğine bir türlü akıl erdiremediklerini vurguluyordu; oysa Goethe, başına gelecekleri önceden hissetmiş gibi, aynı adrese, Knebel’e yazdığı 10 Haziran 1880 tarihli mektubunda bu olaydan dolayı masumiyetini şöyle dile getiriyordu:

“Benim [tercüme ettiğim] Muhammed dramına iyi not vermen çok hoş. Orijinaliyle karşılaştırma imkânı, düşünen Almanları, her iki milletin sanat alâkaları hakkında uzun uzun düşündürmeli. Tanrı bana böyle okuyucular nasip etsin.”

İşin aslına bakacak olursanız Herder’in endişe ve korkuları boşunaydı; çünkü Goethe’nin Hz. Peygamber hakkındaki olumlu fikri hiç değişmemişti. Goethe, Voltaire’nin Mahomet dramını tercüme etmeden çok önceleri, daha 23 yaşında iken bir “Muhammed” piyesi yazmayı tasarlamış, ancak her nedense bunu bir türlü tamamlayamamıştı. Bu nâtamam dramda Goethe, Hz. Peygamberi ıssız bir çölde, yıldızlı bir sema altında, ezelî ve ebedî Allah’ı arayan kararlı bir irade olarak tasvir eder. Şair, Dichtung und Wahrheit adlı eserinde yarım kalan bu “Muhammed” trajedisini yazma fikrinin nereden aklına geldiğini ve trajedinin muhtevasını şöyle özetlemektedir:

“Benim gerek aşırı derecede serbest olan muhayyilem, gerekse büsbütün gayesiz ve plansız hayat tarzım dolayısıyla, Lavater’le Basedow’un, mânevi, hattâ dinî vasıtaları dünyevî maksatlar için kullanmakta oldukları gözümden kaçmamıştı. Bu iki adamın, her biri kendi tarzında herkesi tenvir, irşat ve ikna etmeye çalışırken, bu gayretlerinin arkasında, gerçekleşmelerine çok önem verdikleri bazı niyetler gizlediklerini, benim gibi kabiliyetini ve günlerini maksatsız bir şekilde israf eden bir gencin hemen fark etmemesine imkân yoktu. Bu işte Lavater, nâzik ve akıllı, Basedow ise sert, insafsız, hattâ kaba davranıyordu; aynı zamanda ikisi de heveskârlıklarından, teşebbüs ve faaliyetlerinin seçkinliğinden o derece emin bulunuyorlardı ki, insan onları ister istemez dürüst bilip sevmek ve saymak lüzumunu hissediyordu. Bu hususta bilhassa Lavater’i överek, onun gerçekten daha yüksek maksatlar takip ettiğini söylemek, kurnazca hareket etmesi dolayısıyla da gayenin vasıtayı mubah kıldığını kabul etmek mümkündü. Ben her ikisini de tetkik ederken, onlara kendi fikrimi açıkça söyleyip, buna karşılık onların fikirlerini de dinlerken, seçkin bir adamın kendi içindeki ilâhîliği başkalarına da yaymak istemesinin pek tabii olduğu düşüncesi zihnimde canlanmıştı; fakat sonra böyle bir adam, olgun olmayan insanlarla karşılaşıyor ve bunlar üzerinde müessir olabilmek için, aynı seviyeye inmek zorunda kalıyordu; bu suretle de, o büyük üstünlüklerinin pek çoğunu feda ediyor ve sonunda bunları büsbütün elden bırakıyordu. O yüce ve ebedî gaye dünyevî maksatların içerisine gömülüyor ve bunlarla birlikte fâni akıbetlere sürükleniyordu. Böylece, o iki adamın hayat seyrini bu görüş zaviyesinden tetkik edince, onları hem övülmeye hem de acınmaya değer bulmuştum; çünkü her ikisinin de üstün bir gayeyi bayağısına feda etmek zorunda kalabileceğini önceden görür gibi olmuştum. Fakat bu nevi mülâhazaların hepsini en son haddine kadar takip ettiğim ve tecrübemin dar sınırlarını aşarak bu halin tarihteki benzerlerini de aradığım için, hiçbir vakit bir düzenbaz olduğuna inanmadığım Muhammed’in hayatından net bir şekilde tesbit etmiş bulunduğum, insanları saadete eriştirecek yerde felâkete sürükleyen davranış tarzlarını ele alarak, bir dram vücuda getirmek tasavvuru gelişmişti bende. Bundan kısa bir müddet önce ben bu şarklı peygamberin hayatını büyük bir ilgiyle okuyup incelemiştim ve bu sebepten, zihnimde bu fikir belirdiği vakit, epeyce hazırlıklı bulunuyordum. Tiyatro için, zaman ve mekânların dilenildiği gibi değiştirilebilmesi hususunda elde edilmiş bulunan serbestlikten geniş ölçüde faydalanmaklığıma rağmen, tasarladığım eserin bütünü daha çok, benim tekrar meylettiğim, muntazam piyes şekline yakışıyordu. Dram, Muhammed’in tek başına gece vakti berrak bir semanın altında söylediği bir kasideyle başlıyordu. Bu kasidenin mevzuu şöyleydi: Muhammed önce sayısız yıldızları birer ilâh sayarak, hepsine birden tapıyor; sonra bizim Jüpiter dediğimiz, Gad adındaki yıldız meydana çıkınca, bunu yıldızların şahı bilerek, yalnız buna taabbüt ediyor. Çok geçmeden ay yükseliyor ve onun hem gözünü hem de gönlünü teshir eyliyor; ondan sonra da doğan güneşin mükemmel bir şekilde canlanıp kuvvetlendiğini görerek, bu yeni mâbuda tapmak zorunda kalıyor. Fakat bu değişiklikler ne kadar sevimli olursa olsun, gene ona huzursuzluk veriyor ve ruhu bir kere daha üstün bir mâbut bulacağını hissediyor. Ben bu kasideyi büyük bir şevkle nazmetmiştim; şimdi kaybolmuş bulunmasına rağmen bu pekâlâ, bir koro ilâhisi olarak bestelenmek üzere, tekrar meydana getirilebilir, ifâde değişikliği dolayısiyle de, musikişinaslara bile tavsiye edilebilir. Fakat bu işte, benim o zaman da tasavvur etmiş olduğum gibi, bir kervanın reisini ailesiyle ve bütün kabîlesiyle birlikte göz önüne getirmek lâzımdır; bu takdirde seslerin değişik, koronun da kudretli olması pekâlâ temin edilmiş olabilir.

Böylece Muhammed kendi kendine ihtida ettikten sonra, bu duygu ve düşüncelerini yakınlarına bildiriyor; bunun üzerine karısiyle Ali ona kayıtsız şartsız iltihak ediyorlar. İkinci perdede hem kendisi hem de ondan bile daha ateşli bir gayretle Ali, bu itikadı kabîlenin içinde yaymaya çalışıyorlar. Bu sırada, karakterlerin çeşitliliğine göre, bazı kimselerin onlara uydukları, bazılarının da karşı koydukları görülüyor. İkilik başlıyor, savaş kızışıyor ve Muhammed kaçmağa mecbur oluyor. Üçüncü perdede düşmanlarını yeniyor, dinini umumîleştiriyor ve Kâbe’yi sanemlerden temizliyor; fakat her şey kuvvetle yapılamayacağı için, hileye de başvurmak zorunda kalıyor. Dünyevî meşgale büyüyüp çoğalıyor, ulvî gaye ise geriliyor ve bulanıyor. Dördüncü perdede Muhammed fütuhatına devam ediyor, mezhebin yayılması gayeden ziyade bahane oluyor, akla gelebilen bütün vasıtalara başvuruluyor; bu arada gaddarlıklar da eksik olmuyor. Muhammed’in, kocasını idam ettirmiş olduğu bir kadın, onu zehirliyor. Beşinci perdede o zehirlendiğini hissediyor. Onun o büyük metaneti, tekrar kendine gelişi ve o yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakıyor. O, mezhebini temizliyor, ülkesini kuvvetlendiriyor, ondan sonra da ölüyor.

İşte zihnimi uzun müddet işgal eden bu eserin taslağı böyleydi; ben, her zaman bir eseri yazmaya başlamadan önce, onu muhayyilemde toparlamak lüzumunu hissederdim. Bir dehânın, karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini, belirtmek icabediyordu. Araya katılacak bir çok şarkılar önceden nazmedilmişti; bunlardan meydanda kalmış olan tek parça da, şiirlerim arasında bulunan ‘Muhammed’in Şarkısı’ başlıklı manzumedir. Piyeste Ali’nin bu şarkıyı efendisinin şerefine, başarılarının en yüksek noktasına varmış bulundukları bir sırada ve zehrin tesiriyle vuku bulan değişiklikten biraz önce okuması gerekiyordu. Eserin bazı münferid parçalarının ne maksatla tasarlandıklarını hatırlıyorsam da, bunları burada anlatmak, bu mevzuu lüzumundan fazla uzatmak demek olurdu.”

Bugün bir fragman olarak şairin eserleri arasında mevcut olan bu “Muhammed Dramı”nı Goethe, 1773 yılında kaleme almıştı. O yıllarda şair, hocası Herder’in tefekkür yörüngesinde idi. Ne var ki, başlangıçta Herder’in rehberliğinde tanıştığı İslâm kültüründen daha sonra kopmamış, tam aksine bilgilerini zamanla daha da pekiştirmiştir. Daha açık söylemek gerekirse, Herder’in korktuğu başına gelmemiş yani öğrencisi Goethe, aradan yıllar geçince Hz. Peygambere sırt çevirmemiş, bilakis daha da bağlanmıştır. Dolayısıyla iyi niyetli ve geniş ufuklu Herder’in bu konudaki tüm endişeleri bir vehimden ibaretti. Goethe’nin Voltaire’den tercüme ettiği o talihsiz Mahomet dramı, tüm edebî ve zihnî faaliyetleri göz önünde bulunduruldukta, şairin hayatında sadece bir epizod kadar yer işgal ediyordu; ancak ne yazık ki yine de menfi çağrışımlarından kolay kolay kurtulmak mümkün değildi.

Öte yandan Goethe’nin yukarıda bahsettiği ve kaybolduğunu zannettiği “Muhammed Dramı”nın giriş monoloğu daha sonraları metrûkâtı arasından çıkacaktır. Goethe’nin vahdet inancının bir belgesi olan ve mezkûr fragmanda Hz. Peygamber’e okuttuğu bu şiir aynen şöyledir:
Mahomet (allein).
Teilen kann ich euch nicht dieser Seele Gefühl.
Fühlen kann ich euch nicht allen ganzes Gefühl.
Wer, wer wendet dem Flehn sein Ohr?
Dem bittenden Auge den Blick?

Sieh, er blinket herauf, Gad, der freundliche Stern.
Sei mein Herr du, mein Gott! Gnädig winkt er mir zu!
Bleib! Bleib’ Wendst du dein Auge weg?
Wie? Liebt’ ich ihn, der sich verbirgt?

Sei gesegnet, o Mond! Führer du des Gestirns,
Sei mein Herr du, mein Gott! Du beleuchtest den Weg.
Lass! Lass nicht in der Finsternis
Mich! Irren mit irrendem Volk.

Sonn’, dir glühenden, weiht sich das glühende Herz.
Sei mein Herr du, mein Gott! Leit’, allsehende, mich.
Steigst auch du hinab, herrliche?
Tief hüllet mich Finsternis ein.

Hebe, liebendes Herz, dem Erschaffenden dich!
Sei mein Herr du, mein Gott! Du allliebender, du,
Der die Sonne, den Mond und die Stern’
Schuf, Erde und Himmel und mich.

Muhammed

Bu ruhun hislerini anlatamam size.
Duyguları bütünüyle duyuramam.
Yakarışlara kulak verecek olan kimdir?
Yok mudur yalvaran gözlere bakacak biri?

Bak, şu âşinâ Müşteri yıldızı, nasıl parlamakta.
İlâhım ol, Tanrım ol benim! Bir işaret lütfet bana.
Dur, gitme! Batıyor musun yoksa?
Nasıl? Yoksa, kendini gizleyen bir fâniyi mi sevdim?

Ey kamer, takdir ederim ki, yıldızların rehberisin sen,
Rabbim ol, İlâhım ol! Yolumu aydınlatan sensin.
Bırakma! Terketme beni karanlıklarda!
Yolunu kaybetmiş şaşkın kalabalıklarla.

Ey güneş! Şu yanık gönül senin için tutuşur.
İlâhi, Tanrım ol! Ayırma beni doğru yoldan, ey Basîr!
Yoksa sen de mi batıp gidiyorsun, ey ilâhi kudret!
Zifirî karanlıklara gömülmekteyim elbet.

Ey, seven kalp! Kalk doğrul! Yüksel Yaradan’a!
Rabbim ol! Tanrım ol! Sen, tüm mahlûkatı sevensin,
Sen ki güneşi, ayı, yıldızları yarattın,
Yeri, göğü ve beni sen yarattın!

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere Goethe, dramda Hz. Muhammed’e söylettiği bu monologunu, bu yıldızlar kasidesini Kur’an’dan ilham alarak yazmıştır. Burada şairin, şairlik fantezisini ve hürriyetini kullanarak Kur’an’ın 6. Sûresinde geçen Hz. İbrahim kıssasını biraz değiştirdiği görülmektedir. Kur’an’da nakledilen olay aynen şöyledir:

“İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi. Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (Sure 6/75-79)

Dramındaki yıldızlar kasidesini tamamıyla bu âyetlerden aldığı ilhamla yazdığı apaçık ortada olduğu halde Goethe, olayı Hz. Muhammed’in başından geçmiş gibi anlatmaktadır. Şairin bu âyetlerden haberdar olmaması ihtimal dışıdır, çünkü Maracci’nin Latince Kur’an tercümesinden bu âyetleri bizzat kendisi not etmiştir. Demek oluyor ki Goethe, dramında sadece “zaman ve mekânların dilenildiği gibi değiştirilebilmesi hususunda, elde edilmiş bulunan serbestlikten geniş ölçüde faydalanmak”la kalmamış, bilakis aynı zamanda olayı, yani Kur’an’da anlatılan İbrahim kıssasını da kısmen değiştirme yoluna gitmiştir. Yoksa Goethe, Kur’an’da nakledilen olayda zannedildiği gibi Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed’i karıştırmamıştır.

Bu dramıyla Goethe, yukarıdaki alıntıda da açıkça ifâde ettiği üzere, “Bir dehânın, karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini” göstermek istiyordu. Bunun için Hz. Muhammed fevkalâde uygundu; çünkü Hz. Peygamber, hem ilâhî mesajın taşıyıcısı hem de siyasi bir lider, bir başkumandan ve bir cihangir idi; maksadına ulaşmak için gerektiğinde savaşı bir hile olarak kullanabiliyordu. Şu var ki dramın kahramanı ilâhî mesajı sadece söz marifetiyle değil, aynı zamanda güçlü bir serdar ve siyasi bir kişilik olarak güç kullanmak suretiyle de insanlığa, geniş kitlelere yaymaya çalışacaktır. Hal böyle olunca ister istemez hata, taksir (kusur), tedbirsizlik ve cürüm işlenmiş, bu suretle kahramanın yüce safiyetine gölge düşmüş ve bunun neticesinde de ilâhî olanın tesiri azalmış olacaktır. Unutmamak gerekir ki Goethe, bütün bu tezatları dramda bir iç gerilim yaratmak için düşünmüştür; yoksa Hz. Peygamberin masumiyetine gölge düşürmek, O’nun yüce sâfiyetini sorgulamak için değil. Zaten Goethe de Dichtung und Wahrheit adlı eserinin on dördüncü bölümünde bu durumu aynen teyid etmektedir:

“Tasavvur edilebilen her türlü vasıtaları kullanmak mecburiyeti yüz gösterir. Zulüm de eksik olmaz. İdam ettirdiği bir erkeğin karısı onu zehirler. Beşinci perdede hisseder ki zehirlenmiştir. Onun o büyük metaneti, tekrar kendine gelişi ve o yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakır. O, öğretisini daha da saflaştırmış, devletini sapasağlam bir hâle getirmiş olarak sonunda ölüyor.”

Görüldüğü üzere Goethe dramında, dünyevî olanla ilahî olan arasındaki ince perdeyi kımıldatarak bir estetik gerilim yaratmayı başarmıştır. Esasen Hz. Peygamber de tamamen bu vakıaya dikkatleri çekmiş ve buyurmuştur ki, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için ve yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışınız.” Demek oluyor ki tümden dünya meşguliyetlerine dalmak, ilâhî kapasitede zorunlu olarak bir daralma yaratmaktadır. O yüzden Goethe, “Dünyevî meşgale çoğalıyor ve geniş¬liyor, ilâhî olan ise, geriliyor ve bulanıyor” demektedir.

Tefekkürün yüksek irtifalarında Goethe, kahramanlarına yer yer şiirler, ilâhiler okutmaktadır. Bunlardan birisini, yukarıda verildiği üzere, Hz. Muhammed’e okutmuştur; ancak ikinci bir nağme daha vardır ki bunun cidden eşi benzeri yoktur. “Muhammed’in Nağmesi” (Mahomets Gesang) başlıklı bu ilâhi Hz. Peygamber’i tebcil için kaleme alınmıştır. Bu şiiri Hz. Ali, Hz. Peygamber zafer ve muvaffakiyetin zirvesinde iken, dramdaki o mâhut zehir hadisesiyle ortaya çıkan durumdan az evvel, Hz. Peygamber’in yüce şanını tebcil için okuyacaktır.

İmdi, bu harikulâde Kaside-i Muhammediye’nin içeriğine geçmeden önce burada bir hususu belirtmekte fayda var: Goethe’nin bu fragmanı, bu Muhammed Dramı her ne kadar mükemmel bir dram olsa da, eserin sahnede gösterilmesi, zannımca, etik ve estetik bakımdan sakıncalı olurdu. Zira Hz. Peygamber’in bir suretinin dahi bulunmadığı ve görüntüsünün tamamen Müslüman’ın muhayyilesine bırakıldığı bizim gibi Müslüman ülkelerde yüce peygamberi sahnede göstermek, hem Müslüman’ın hayâl dünyasını hem de manevi dünyasını yıkmak anlamına gelir. Sadece Hz. Peygamber’in değil diğer tüm peygamberlerin de bir tiyatro kahramanı olarak sahneye çıkarılmaları, onların asırlar boyunca muhayyilemizde yüceltilen ilâhi varlıklarını yaralar. Nitekim bu satırların yazarı, Federal Almanya’nın Bonn kentindeki şehir operasında Strauss’un harikulâde bestesiyle sahnelenen Salome piyesini seyrettiğinde ve Hz. Yahya peygamberi sahnede gördüğünde aynı duyguları yaşamıştı. O itibarla, insanlığın hayal ve hâfızasına hürmeten, Peygamberlerin ruhaniyetlerine saygı icabı onların sûretlerini sahnelerden uzak tutmak, en azından etik olarak daha uygun olur, diye düşünürüm.

Kaside-i Muhammediye

Gelelim Kaside-i Muhammediye’ye… Hz. Muhammed hakkında yazılmış kasidelerin en güzellerinden biri olan bu kaside üzerinde biraz durmak istiyoruz; ancak evvelâ o yüksek nağmeyi, o ulvî şiiri duymaya çalışalım:

Mahomets Gesang

Seht den Felsenquell,
Freudehell,
Wie ein Sternenblick;
Über Wolken
Nährten seine Jugend
Gute Geister
Zwischen Klippen im Gebüsch.

Jünglingsfrisch
Tanzt er aus der Wolke
Auf die Marmorfelsen nieder,
Jauchzet wieder
Nach dem Himmel.

Durch die Gipfelgänge
Jagt er bunten Kieseln nach,
Und mit frühem Führertritt
Reißt er seine Bruderquellen
Mit sich fort.

Drunten werden in dem Tal
Unter seinem Fußtritt Blumen,
Und die Wiese
ebt von seinem Hauch.

Doch ihn hält kein Schattental,
Keine Blumen,
Die ihm seine Knie umschlingen,
Ihm mit Liebesaugen schmeicheln:
Nach der Ebne dringt sein Lauf
Schlangenwandelnd.

Bäche schmiegen
Sich gesellig an. Nun tritt er
In die Ebne silberprangend,
Und die Ebne prangt mit ihm,
Und die Flüsse von der Ebne
Und die Bäche von den Bergen
Jauchzen ihm und rufen: Bruder!
Bruder, nimm die Brüder mit,
Mit zu deinem alten Vater,
Zu dem ewgen Ozean,
Der mit ausgespannten Armen
Unser wartet
Die sich, ach! vergebens öffnen,
Seine Sehnenden zu fassen;
Denn uns frißt in öder Wüste
Gierger Sand; die Sonne droben
Saugt an unserm Blut; ein Hügel
Hemmet uns zum Teiche! Bruder,
Nimm die Brüder von der Ebne,
Nimm die Brüder von den Bergen
Mit, zu deinem Vater mit!

Kommt ihr alle! –
Und nun schwillt er
Herrlicher; ein ganz Geschlechte
Trägt den Fürsten hoch empor!
Und im rollenden Triumphe
Gibt er Ländern Namen, Städte
Werden unter seinem Fuß.

Unaufhaltsam rauscht er weiter,
Läßt der Türme Flammengipfel,
Marmorhäuser, eine Schöpfung
Seiner Fülle, hinter sich.

Zedernhäuser trägt der Atlas
Auf den Riesenschultern; sausend
Wehen über seinem Haupte
Tausend Flaggen durch die Lüfte,
Zeugen seiner Herrlichkeit.

Und so trägt er seine Brüder,
Seine Schätze, seine Kinder
Dem erwartenden Erzeuger
Freudebrausend an das Herz
Hz. Muhammed’in Nağmesi

Kayalıklardan fışkıran,
Şu neşe pınarına bakın,
Bir yıldız çakışı sanki;
Bulutlar üzerinde
Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,
Derûnunda koruluktaki kayalıkların.


Taptaze gençliğiyle,
Sıyrılıp bulutlardan
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini yine
Sînesinden asumana.

Katmış da önüne rengârenk çakılları
Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,
Ve bir önder azmiyle
Götürüyor beraberinde,
Nice kardeş pınarları.

Vadilerden aşağı
Çiçeklenir geçtiği yerler,
Ve çimenler
Soluğuyla yeşerir.

Lâkin eyleyemez onu,
Ne gölgeli vadiler,
Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,
Dizlerine kapanan çiçekler:
Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,
Sonra döne dolana akar gider.

Yoldaşı oluverir akarsular.
Ve şimdi gümüş parıltılar içinde
Girer ovaya,
Ve onunla parıldar ova,
Ve ovalardan gelen ırmaklardan
Ve dağlardan inen derelerden
Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!
Kardeş, kardeşlerini de al yanına,
O kadîm Yaradana,
Kucağını açıp bizi bekleyen
O ebedî ummana kavuştur,
Ah! O kollar ki beyhûde açılmış,
Bağrına basmak için hasret çekenleri;
Zira şu ıssız çölün
Haris kumları bizi yiyip bitirecek;
Güneş yukardan kanımızı içecek;
Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!
Kardeş!
Al ovalardan bütün kardeşleri,
Dağlardan bütün kardeşleri al
Eriştir hepsini yüce Yaradana!

Haydi, gelin hepiniz!-
Nasıl da coşmakta şevkle;
Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!
Parlak zaferlerle ilerlerken,
Ülkelere ad verir,
Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.

Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek
Öyle cömert bir fıtrat ki o,
Parlayan kuleleri,
Ve görkemli mermer sarayları
Böylece ardında bırakır gider.

Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,
Taşıyor devâsâ omuzlarında;
Ve bir uğultu ki rüzgârda,
Sırtında binlerce yelkenli,
Hep onun ihtişamına şahit.

Ve böylece bütün kardeşlerini,
Evlatlarını, hazinelerini,
Neşe saçan kalbiyle
Götürür bekleyen Yaradana.




İmdi, “Muhammed’in Nağmesi” başlıklı şiir bu. Başlık yanıltıcı olabilir; şiir, Hz. Peygamberin terennüm ettiği bir şiir değil, tam aksine Hz. Muhammed’i yüceltmek üzere yazılmış bir tür na’t, bir kaside. Esasen Goethe, bu şiiri Muhammed Dramı’nda Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın karşılıklı olarak kıta kıta okumaları için kaleme almış. Ne var ki mezkûr dram tamamlanmayınca, geriye bu iki şiir kalıyor. Bu eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz. Muhammed hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor. Şunu belirtelim ki şairler prensinin Hz. Peygamber hakkında okuduğu kitapların hemen hepsi maalesef önyargılarla dolu menfî kitaplardır. Daha doğrusu bu kitaplarda Hz. Peygamber, iktidar düşkünü, şiddet yanlısı bir sahtekâr, bir tiran ve yalancı bir peygamber olarak tanıtılıyor; fakat buna rağmen Goethe, mütecessis dehâ kudreti, sezgisi ve müthiş zekâsıyla bu menfî kitapların ve önyargılar cürufunun içerisinden “fışkıran bir neşe pınarı” olan Hz. Peygambere ulaşmayı başarmıştır. İşte bu muhteşem şiir, bu harikulâde kaside böyle bir tecessüsün eseridir. Doğrusu Goethe, bu şiirinde -her ne kadar Hz. Peygamber’i bir dâhi olarak takdim etmek doğru değilse de- Hz. Peygamberi, insanlığın manevî lideri bir “dehâ” olarak tebcil etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî lideri olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.

Böylece şiirin asıl mânâ alanına intikal etmiş bulunuyoruz. Öyleyse idrakimizin tüm ışıklarını sonuna kadar açarak şiirde resmedilen bu muhteşem mânâ akışını temâşâ edelim.

Daha şiirin ilk mısralarında estetik büyüsüyle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Kayalardan fışkıran berrak bir pınar… Beyaz inciler gibi raksedercesine mermer kayalar üzerine dökülür ve parlak bir ışık huzmesi gibi yukarı sıçrar, tül tül dağılır… Hayat verici, taze, canlı, serinletici su ve suyun harikulâde sesi… İlk mısralarda irademizi âdeta sihirleyen bu estetik görünüş, bu gümüş parıltı gittikçe büyüyen, açılan ve diğer akarsuları, çayları ve dereleri de bünyesine katmak suretiyle daha da güçlenen, güçlendikçe güzelleşen, büyük görkemli kayalar üzerine tül tül dağılan, yayılan ve yeniden toparlanan, sonra daha güçlü olarak akışına devam eden ve zamanla tüm renk ve ışık oyunlarıyla gözü, sesin çeşitli tını ve renklerinden oluşan bir âhenk ve ritimle de kulakları kendine bend eden bir güç, ihtişam ve coşku ırmağı halinde okyanusun derinliklerine iner.

İlk bakışta gördüğümüz estetik manzara budur; dağ doruklarından bir ışık seli halinde inen ve bütün diğer dereleri ve küçük nehirleri de kendine katarak hiçbir engel tanımadan okyanusa koşan gümüş bir parıltı.

Peki, hepsi bu kadar mı? Hayır… Öyleyse manzaraya biraz daha yakından bakalım: Dağ doruklarındaki kayalıklardan gür bir ışık seli gibi fışkıran berrak, pırıl pırıl bir pınar, omuzlarımızdan dökülür gibi, hayat saçarak, susuz gönülleri serinletircesine yüce dağlardan iniyor; kayalıkların arasından köpük köpük dökülerek, çağlayarak aşağılara doğru akıyor. Bu coşkun akış, bu heybetli geliş esnasında gittikçe güçlenen ve köpüren pınar, dağ geçitlerinden geçerken rengârenk çakılları önüne katar, kardeş pınarları yanına alır ve daha da güçlenerek, kükreyen bir aslan gibi vadilere iner. Onun soluğunu duyan çemen çocukları bir bir seyre çıkarlar; süsenler dillenir, menekşeler titreşir, sümbüller ve laleler yakasını açar, gelincikler el ele tutuşur ve her zaman gözü yaşlı nergis başta olmak üzere tüm yüzler güler. Gelişini hasretle bekleyen, kutlayan, buna içtenlikle sevinen, bayram eden bahar çocukları, gidişine üzülür, gözyaşı dökerler; ayrılmasın diye yalvarıp yakarırlar, dizlerine kapanırlar; vadi yemyeşil ipek halılar serer ayağına, güzel kokuyu sevdiği için çiçekler en güzel kokuları takdim ederler ona. Gitmesini istemezler, çünkü onunla iklim değişmiştir, bahar gelmiştir gönüllerine. O ise, ovayı tâ içlerine kadar sulayıp, ışıklandırdıktan sonra kararlı adımlarla yoluna devam etmek ister. Uzun zaman onlarla olamaz, eğlenemez, çünkü hasretle kendisini bekleyen kardeşlerini de alacaktır kollarına; ovalardan çayları, dağlardan inen dereleri de kardeşçe kucaklayıp bağrına basacaktır. Peki, bütün çaylar, dereler ve küçük akarsular bu ana ırmakla birleşmeğe can atarken, kendi başına akıp giden, ana ırmakla birleşmek istemeyen, yanlış yolda olan ve yanlış istikamette akan sular çıkmayacak mıdır? Çıkacaktır belki, çünkü kalpleri mühürlü olanlar da vardır. Onlar sapkınlardır; Allah’ın ipine sarılmayanlar elbette yanlış yola gideceklerdir. Allah’ın ipi gürül gürül akan ırmağa benzer; bu ırmak, ilâhî mesajın taşıyıcısı, ilâhî bilgilerin menbaı Hz. Peygamberdir. Bu ilâhî mesajı taşıyan Hz. Peygamberi hiçbir engel durduramaz; o hiçbir yerde eğlenemez. Onun görevi bu ilâhî mesajı tüm insanlara ulaştırmaktır.

Evet, bu ilâhî mesajın taşıyıcısı hiçbir yerde eğlenemez, kalamaz, çünkü kâinatın her yerinde insanlık onu beklemektedir. Dağlardan kopup gelen nice dereler, onun kucağına atlarcasına şelalelerden aşağı bırakan köpüklü sular ve kızgın güneşin altında, parlak kumlar üzerinde sessizce akan çaylar onun sesini duyuyorlar, onu bekliyorlar, ona sığınmak istiyorlar. Ve pek garibâne duygularla, “Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!” diye yalvarıyorlar; “Şu ıssız, vahşi çölün, muhteris kumları bizi yiyip bitirecek, güneş yukardan kanımızı içecek!” diyorlar. İşte bu yüzden, o nurdan nehir, omuzlarında dehânın ağır yüküyle yoluna devam etmek mecburiyetindedir; zira o, beşeriyetin acılarını dindirmekle görevlidir. İşte bu yüzden o, kırık kalpleri onarmak, üzgün yüzleri güldürmek, geçtiği yerlerde mamur medeniyetler inşa etmek üzere yoluna devam etmek istemektedir. O, geçtiği yerlerdeki harabeleri mamur bir medeniyete dönüştürmüş, ardında ışıl ışıl yanan minareler, kuleler ve pırıl pırıl mermer saraylar serpiştirmiştir.

Nihayet, başlangıçta kaynağından taşarak menziline ulaşmak üzere yola koyulan, hiçbir yerde durmayan, durdurulamayan bu gümüş ırmak, zamanla çayları, dereleri, diğer akarsuları da bünyesine katarak ve gittikçe daha da güçlenerek büyük bir coşku ve ihtişamla ve de gücünün zirvesinde ummana ulaşıyor. Şiirin başından sonuna kadar irâdemizi esir eden ve bakışımızı büyüleyen nurdan bir ırmak akmaktadır gözümüzün önünden. Şiirde verilen manzara, ahenk, renk, ses ve ışık öylesine güçlüdür ki, bu durum, şiirden kopmayı imkânsız kılmaktadır. Manzaraya hâkim olan, bakışımızı esir alan berrak pınar, gürül gürül akan ırmak harikulâde bir metafordur. Rahatlıkla anlaşılacağı üzere bu mecazla anlatılmak istenen yüce insan, adı sadece şiirin başlığında zikredilen Hz. Muhammed’dir. Hz. Peygamber burada berrak akan bir sudur, bir pınardır, bir nurdur. Saf su, saf ışıkla sembolleşen yüce Peygamber, pür nur bir rehber, kararlı bir lider olarak ilâhî mesajı susuz gönüllere taşımaktadır. Bu dehâ, tıpkı coşkun bir ırmak gibi mukaddes yolculuğuna başlar, zamanla tüm öteki kardeşlerini de kollarına alarak, elde ettiği zaferlerle gittikçe güçlenir ve nihayet ilâhî bir güzellik, azamet ve ihtişam içerisinde ummana varır. Manzara budur ve şiirde “fışkıran pınar” ve “coşkun akan ırmak” sembolüyle baştan sona, çocukluğundan hayatının sonuna kadar Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmaktadır. Goethe burada Hz. Muhammed’i kendini tümden Allah’a adamış gerçek dindar adamın bir prototipi, Allah’ın gerçek kulu (abduhu lafzının tarif ettiği üzere) olarak takdim etmektedir.

Üstünkörü bir bakışla şiirdeki estetik manzara böyle görünmektedir; ancak bu estetik görüntü bize şiirin anlatmak istediklerini tümüyle vermekten halen çok uzaktır. Şiiri hakkıyla değerlendirmek için bütünüyle muhtevaya, yapıya ve teferruata daha yakından bakmak gerekmektedir; ancak evvela neşrinden sonra şiirin yarattığı yankılara bir göz atalım.

Haber Ara