Goethe’nin eşsiz eseri Türkçe’de
Büyük Alman mütefekkir ve Şair Goethe’nin İslam, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki bakış açısını yansıtan eşsiz Divan’ı eksiksiz Türkçe’ye kazandırıldı.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-04 12:21:00
Batı’nın en önemli ışık kaynaklarından biri olan Alman mütefekkir ve şair Goethe’nin “Doğu-Batı Divanı” Türkçe’ye kazandırıldı. Ötüken yayınları arasında çıkan kitap, Goethe’nin İslam, Hz. Muhammed (sav), Kur’an ve şark hakkındaki görüşlerini yansıtan çok önemli kaynaklardan biri.
530 sahifelik bu hacimli esere 170 sahife bir giriş yazan mütercim Senail Özkan, Goethe'nin kim olduğunu, 'Doğu-Batı Divanı'nın nasıl bir ortamda doğduğunu anlatırken okuyucuya adeta kitabı açan bir anahtar takdim ediyor.
İslam dünyasına karşı büyük bir ilgisi olan Goethe’nin, İspanyol seferlerinde savaşmış bir Alman askerden aldığı Kur’an-ı Kerim’den bir sayfadan etkilenerek Doğuya yönelik bir arayışa giriştiği ve bu Divanı kaleme aldığı belirtiliyor.
Bu eserde Goethe, birçok klasik İslam şairi, devlet adamı, sanatkârı ve mütefekkirini klasik şark şiirinin diliyle değerlendirmiş, onları eserleri ve tefekkür tarzlarıyla birlikte Batıya tanıtmaya çalışmıştır; bu açıdan Doğu Batı Divanı, sadece doğuyu ve batıyı değil, Klasik İslam tefekkür ve kültürünü anlayabilmemiz için rehber bir eserdir.
Goethe’nin bu klasik eseri, geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Filistinli ünlü düşünür Edward Said’in oluşturduğu “Doğu-Batı Divanı” orkestrasının da isim kaynağıdır. Elinize aldığınızda bırakamayacağınız bu eserin girişinden bazı bölümleri timeturk.com okuyucuları için Ötüken Yayınları’nın izniyle yayımlıyoruz;
İptida aşk vardı
Ah min-el aşki ve hâlâtihi
Ahraka kalbî bi-harârâtihi
Şeyh Galip
(Aşktan ve hallerinden ah,
Sıcaklığıyla kalbimi yaktı)
Sonbahar gelince tabiatta bir mâtem havası hissedilmeğe başlar. Dağların eteklerinden zirvelerine doğru yer yer oluşan bakır renk, gözlerden ruhlara intikal edince dallar arasında saklanmış kuşlar artık ötmez olurlar. Yapraklar kendilerini varoluşun yükünden kurtaracak hafif rüzgârlar bekler. Nicedir gam ile demlenen kuşlar, her nedense şarkılarını hançerelerinin bir yerlerinde gizleyerek başka bir baharı sayıklamaya başlar. İnsanın mukadderatı da bundan farklı değildir: Yaş kemâle erince günler kısalır, hazinleşir, gölgeler uzar… “Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere” ve “İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu”…
Oysa aşk, baharın tomurcuğudur; lirizm gençliğin çiçeğidir. Yaz ortalarında ne tomurcuk ne çiçek beklenir. Tam aksine başaklar sararmaya, çiçekler dökülmeye başlar. Bülbül en güzel şarkılarını ilkbaharda terennüm eder. Bunun gibi dünyanın en büyük şairleri de en güzel, en içli ve en lirik şiirleri hayatlarının baharında yahut olgunluk çağlarında yazmışlardır. Mamafih hayatının sonbaharında lirik şiirler yazmış büyük şairler de yok değildir. Mevlâna, Hâfız ve Fuzûlî gibi Doğunun ulaşılamayan yıldızlarını bir tarafa bırakacak olursak, Batının şairler prensi Goethe de bu semânın en parlak yıldızlarından sayılmalıdır. Hayatı ve şiiri aşktan beslenen ve şekillenen bu büyük ruh, hayatının son döneminde hiç beklenmedik bir şekilde patlayan bir yanardağ gibi, varlığının derinliklerinden aşk püskürtüverir. Byron’dan sonra Batıda “melâl”i, “dünya ıstırabı”nı ilk defa hisseden bu dehâ, hayatının son döneminde lirizme son şeklini vermiş ve aşkı zirveye taşımıştır. Doğu Batı Divanı, Goethe’nin sadece 65 yaşında iken yaşadığı aşkın “bahar soluğu ve yaz ateşi” değil, bilakis belki Batıda tüm zamanların en lirik aşk şiirlerini muhtevî bir “Batı Divanı”dır.
Ex oriente lux (Işık doğudan gelir)
Doğu Batı Divanı’nın intişarına kadar Şark tümden bilinmeyen bir kültür coğrafyası değildi. Goethe’den önce de Şarkın bir ışık diyarı olduğunu yazanlar olmuştur. Hatta Kitab-ı Mukaddes’e inanan herkes, Ex oriente Lux’e yani ışığın Doğu’dan geldiğine inanıyordu, çünkü bu kutsal kitap Batıya intikal eden ilk ilâhî pırıltıydı. İlk ilâhî pırıltıydı ama yegâne ışık değildi; ondan başka ışıklar da vardı Doğu’da. Daha doğrusu Doğu ışığın kaynağıydı; bütün dinlerin beşiği burasıydı. Evet, gerçi bütün dinlerin çıkış yeri Doğu idi, ancak Batı “ışık”tan sadece Hıristiyanlığı anlıyordu. Hal böyle olunca Batı tecessüsü evvelâ kendi kaynağına yöneldi, kendi hakikatini aradı. Kendinden gayrıyla ise savaşmaktan ve onu yok etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Haçlı Seferleri bu bahaneyle yapılıyordu. 7. asırdan 17. asra gelinceye kadar Batı, bu ketum tutumundan hiç şaşmadı. Batı’nın ve dolayısıyla Hıristiyanlığın İslâm dinine, daha doğrusu kendi gibi düşünmeyenlere, kendi gibi inanmayanlara verdiği yegâne cevap Haçlı Seferleri olmuştur. Şu var ki bu durum 18. Yüzyıldan itibaren değişecektir.
Çok önceleri Şark, Hıristiyanlığın çıkış noktası olduğu için Batı nezdinde bir mânâ ifâde ediyordu. Sonradan anlaşıldı ki sadece dinlerin değil, aşkın, şiirin ve romantizmin beşiği de Doğu’dur. Voltaire der ki, “Atina, yani Batı, insan kavramını bilmezken, Doğu insanla uğraşıyordu.”
Şunu da ilâve edelim ki Doğu Batı Divanı yayımlanmadan önce Batıda hiç küçümsenmeyecek bir alla turca romantizmi esmekteydi. Doğrusunu söylemek gerekirse Batı, Doğu’yu daha çok Osmanlı üzerinden tanıma imkânı bulmuştur. Batı sezgisi evvelâ mûsıkîyle Şark’a açılmıştır; tabii Osmanlı üzerinden; zira Osmanlı döneminde mûsıkî, ihtişamımızın sese ve âhenge dönüşmüş haliydi. Bugün klasik Batı mûsıkîsinden başka mûsıkî tanımayan, daha doğrusu kendi kültür mihverinden koptuğu için aşağılık kompleksiyle Batı’ya sığınmak, Batı kültürüne tutunmak isteyen sözüm ona entelektüellerimiz, birazcık Batı mûsikîsini ve operasını araştırmış olsalar Batı üzerinden tekrar kendi dünyamıza dönme imkânı bulabilirler; ne var ki bu külfete katlanmadan ne Batıyı anlamak ve ne de kendini keşfetmek mümkün değildir.
Goethe’nin Doğu Batı Divanı’ndaki âteşîn şiirlerinin tümü rahatlıkla senfonik bir eser gibi dinlenebilir. Bu lirik şiirler, bir konserdeki melodiler gibi bütün bir harmoniyi oluşturur, birbirini destekler ve tamamlar. Doğu Batı Divanı’nda lirizm, baştan sona tüm şiirleri birbirine bağlar; hiç beklenmedik bir yerde bir motif ortaya çıkar, bir müddet onu takip edersiniz, sonra birden kaybolur, derken başka bir bağlamda yeniden ortaya çıkar. Bu iç içe örgü hep böyle devam edip gider.
O yüzden Doğu Batı Divanı’nın şairi haklı olarak buyuruyor ki: “Büyük dehâların yarattığı bu eserleri anlamak istiyorsak, Doğu düşüncesini kendimize mal etmeliyiz; Doğu bizim ayağımıza gelmez.”
Goethe’nin bu fikrinden hareketle, Batının da ayağımıza gelmeyeceği muhakkaktır. Öyleyse ne yapmalıyız? Evvelâ şu uyuşukluğu üzerimizden atmalı ve çağları adımlamalıyız. Goethe de öyle yaptı, şiiri anlamak üzere şairlerin ülkesine gitti; Şark’ı 3000 yıllık tarihî oluşumu içerisinde kavramaya ceht etti:
Wer das Dichten will verstehen,
Muss ins Land der Dichtung gehen;
Wer den Dichter will verstehen,
Muss in Dichters Lande gehen.
Şairi anlamak isteyen
Şairin ülkesine gitmelidir;
Eskinin yeniyle kaynaştığını
Zevkle seyretmelidir.
Peki, ama üçbin yıl önceki Ateşperestler, onların din adamları Muğlar, bindörtyüzotuziki yıl önce İslâm dinini insanlığa tebliğ eden Hz. Peygamber, Müslümanlar, Osmanlı şairleri ve dervişler Avrupa’nın bilge şairine ne öğretebilirlerdi? Bu sorunun cevabına geçmeden önce bu bilge şairin, çağının imkânlarıyla bu ateşperestleri, Müslümanları, Türkleri, dervişleri ve hülasa Şark’ı nasıl ve hangi kaynaklardan tanıdığına bir göz atalım.
Diğer bölümleri Okumak için tıklayın:
Goethe ve İslamiyet
Goethe ve Kur'an
Goethe ve Hz. Muhammed
SON VİDEO HABER
Haber Ara