Sinemadaki derdi ilahi arayış
Süt filmiyle 45. Antalya Altın Portakal’da yarışan yönetmen Semih Kaplanoğlu vizörden bir derviş gibi bakıyor. Sinemadaki derdini de ilahi arayışla tanımlıyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-02-27 14:22:00
Son dönemde yakaladığı başarıyı uluslararası alanda da kanıtlayan Türk sinemasının dikkatle takip edilmesi gereken yönetmenlerinden biri Semih Kaplanoğlu. Televizyon dizilerinin en kayda değer yapımlarından Şehnaz Tango’nun 52 bölümünde senarist ve yönetmen olarak imzası bulunan Kaplanoğlu, yurt içinde ve dışında katıldığı festivallerden ödüllerle dönen Herkes Kendi Evinde, Meleğin Düşüşü ve Yumurta filmlerinin yönetmeni. Başka pek çok ödülün yanı sıra, geçen yılki Altın Portakal’dan En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Sanat Yönetmeni de dahil 7 ödül alan ‘Yusuf Üçlemesi’nin Süt ve Bal ile tamamlanacak ilk filmi. Süt, bu yıl 45.’si gerçekleştirilen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan 16 filmden biriydi, en fazla favori gösterilenlerinden... Minimal, şiirsel, derin ve cesur bir sinema yapıyor Semih Kaplanoğlu. Sinemanın görüntü, hikaye ve sesten ziyade bir zaman sanatı olduğuna inanıyor. Filmlerini müzikten, atraksiyondan arındırarak, zaman ve mekán kullanımında ‘politik’ bir tercih kullanarak varlığın, aidiyetin, kaderin ve nihayet ilahi olanın arayışına soyunuyor. Bunu çok da başarılı yapıyor. Antalya Altın Portakal’da Süt ile yarışan Semih Kaplanoğlu ile sinemadaki derdini konuştuk. Yakinen gördüm ki, onun o derviş, o mümin bakışı sadece vizörle sınırlı değil...
Bir izleyici olarak Herkes Kendi Evinde, Meleğin Düşüşü ve Yumurta için teşekkür ederim. Süt’ü bekliyorum. Bu üç filminizde de ortak bir derdiniz var gibi... Nedir derdiniz sizin?
Temel derdim, sinemanın imkánlarını kullanarak hayatı, yaşadığım süreci ve kalbime giden yolu bulmak.
İnsan, mekán ve zamanı, aşkın bir dille ele almanızın nedeni de bu mu?
Batı sanatında, Rönesans’tan günümüze insan temelli bir anlatıma gidilmiş. Bizim devraldığımız sinema, tiyatro vesairede de hep aynı temel var. Ama ben bunu son derece kısır buluyorum. O yüzden bu sınırlı bakışın ötesinde Tanrı’yı veri alarak, Tanrı’nın kurduğu alan üzerinden nasıl sinema yapabiliriz, diye düşünüyor çabalıyorum.
NEFSANë OLANDAN SAKINIRIM
Tasavvufi bir bakış bu...
Tasavvufi bakışın sinemaya aktarılması diyebiliriz, evet. Geleneğimizde suret yok, biliyorsunuz. Görselliğin reddi değil bu, bir çeşit soyutlaması. Sinemada derinleştikçe, sinemanın aslında görüntüyle çok ilgili olmadığını, bilakis kendi içinde bir tür soyutlamaya elverdiğini, bu yolla gelenekle bağların yeniden kurulabileceğini gördüm. Böylece kendimize bakarken, anlamaya çalışırken, biz kimiz sorusunun eksik parçalarını tamamlayabiliriz belki de. Benim vardığım hál, bunun üzerinde oluşmakta.
Neresindesiniz o hál yolunun?
Sanırım başındayım ve hep başında olacağım, öyle güçlü bir kaynak var ki.
Ne korkutur peki sizi bu yolda, nelerden sakınıyorsunuz?
Nefsanî olandan sakınıyorum. Öyle bir alandasınız ki hem şöhret, para, başarı, kibir gibi fena yönleri var işin, hem de ihsanla, fıtratımızla ilgili bir yönü. Tüm bunların bir arada, belli ve doğru şekilde gitmesi lazım...
UNUTTUK AMA ‘O’NUNLAYIZ
İnsan bakışı yerine Tanrı bakışını koymak korkutmaz mı sizi? Sonuçta bir yönetmen olarak ‘yaratıyor’ karakterleri yaşatıyor, kaderler biçiyorsunuz!
Yok, çok iddialı olur bu. Tanrı’nın gözünden bakmak háşá, nasıl bir şeydir bilmiyorum. Sadece şu bilgiyle hareket ediyorum: Tanrı vardır. Bu varlığın bilgisiyle, inancıyla hareket ettiğinizde dünyanın kurgusu, halleri, durumu ve insan hikáyeleri sadece bu dünyayla sınırlı bilgilerle algılanamaz ve algılatılmaya çalışılamaz. Benim açımdan bütün mesele bu.
Aramamız, hatırlamamız gereken bir şey var demektir bu. Yani kaybettiğimiz. Söyler misiniz neyi kaybettik biz?
Varlıktan, varlığının izlerinden uzaklaştık. Her an O’nunla olduğumuzu, bizim burada olduğumuz her an O’nun da burada olduğunu unuttuk. Dünyanın sadece bu dünyayla sınırlı olduğu yanılgısına takıldık kaldık. Zamanın sıkıcı ve sürekli geçiştirilmesi gereken bir şey olduğunu zannettik ve devasa bir boş zaman endüstrisi ürettik. Sanat da uzaklaştı ilahi boyuttan, kısır, çabuk tüketilen, etkisi hemen geçen bir şey oldu. Oysa hatırlamamız gerekiyor bunları. Bu topraklarda o kadar çok yaşantı, sanatla hayatı varlığı buluşturan bir medeniyet var ki! Süleymaniye Camii’nin 365 gün 5 vaktini belgesel haline getirmeyi çok istiyorum mesela. İnanıyorum ki bizden bir şey çıkacaksa, aklımız ve gönlümüzle Süleymaniye’yle kuracağımız ilişkiden çıkacaktır.
Siz de dahil olmak üzere, son dönemde Türk sinemacılarının taşraya yönelmesinin ardında ne var peki?
Geçenlerde TRT 2’de Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları’nı izledim. 1962-63 tarihli çok önemli ve güzel bir film. O dönem İstanbul’undaki yeni semtler, taşradan yeni gelmiş insanların kesiştikleri yeni bir hayat var. O dönem yönetmenlerin taşrayla ilişkisi, bugün bizim taşrayla ilişkimiz gibi değil. Bu durum yetmişlere kadar oldukça otantik bir durum. Yetmişlerden sonra ise daha oryantalist bir bakış açısı var. İlginç Türkiye manzaraları, kilimler, yazmalar, yoksulluk... Bugünse oradaki ya da oradan ayrılmış bireye ve meselelerine tek tek yaklaşma söz konusu. Yılmaz Güney’in Umut’udur, ilk kez taşradaki bireye, aradaki perdeleri kaldırarak çok içerden fakat çok da evrensel bakış. Biz biraz da onun yolundan ama farklı dertler içinden yaklaşıyoruz taşraya.
Son dönemde taşraya bakan filmlerde karakterler genel olarak kendine, çıktığı yere yabancılaşmış entelektüeller. Hareketsiz, iletişimsiz ve sevgisizler. Sebebi ne bunun ve ne kadar isabetli?
Benim için taşraya gitmek, kendi aidiyetimin alanını derinleştirmek. Burada, İstanbul’da yaşıyorum ama beni var kılan, var eden bir yer var. O yüzden de taşraya dönüş, hem o karakter, hem benim için ruhumla, kökümle, kendimle karşılaşmamın, kendimi yeniden görmemin bir yoludur diye düşünüyorum.
KALPSİZSENİZ GÖRMEZSİNİZ
Taşraya dönüş ilk elde mekánla ilgili gibi görünse de, bu arayış zamanla ilgili aslında. En saf, en temiz olunan yere dönüş bir bakıma...
Hem o, ama hem de mekán ve ilişkiler. Kalpsizseniz görmeyebilirsiniz ama bir şey harekete geçiyorsa, oradan burayı tanımlamak ve anlamak gerekiyor. Bu da ilişkinin yeniden kurulması demek...
Yüzleşme ve hesaplaşma yani?
Bir yanıyla da hesaplaşma, evet. Ama ben bunun psikolojik boyutunu önemsemiyorum. Psikolojinin yerine ilahi olanı koyma çabasındayım çünkü. Derdim, bizi yöneten şeyin psikolojimiz değil başka bir şey olabileceğinin ihtimalini ve duygusunu verebilmek.
İşte tam da orada kader giriyor devreye. Kader mi seçimlerimizin sonucu, biz mi kaderin sonucuyuz, bunu tartışıyorsunuz, bir anlamda.
Tartışmıyorum, böyle bir şeyin varlığını göstermeye, hissettirmeye çalışıyorum sadece.
SİNEMAMIZ ARTIK YETKİN
Sinemacılarımızın taşraya ve bireysel olana baktığı son dönem filmleri, uluslararası pek çok festivalde büyük ilgi gördü, ödüller aldı. Bu ilgi anlatılana mı, nasıl anlatıldığına mı?
Filmlerin böylesi seçkilerde yer alması, önemli jürilerce değerlendirilip ödüllendirilmesi çok önemli. Ama şu da bir gerçek ki, filmlerimizin sinematografik bir yetkinliği var. Anlattığı hikáyeleri özgün şekilde anlatma çabası var. Öte yandan globalizmin, her şeyin bir anda dolaşıyor olmasının da etkisi var. Mesela Yumurta, Güney Amerika’da çok beğenildi. Öyle ki oradaki genç oyuncular yeni filmimizde oynamak istiyor! Demek ki bizim tasamızla, dünyanın bir ucundaki hayatlar bir şekilde kesişiyor, örtüşüyor. Oraya uzanabilmek, sinemanın dilinin o insanlarla iletişime geçebilmesi bir şeyin de ölçüsü göstergesi.
ANNEM KIZDI BANA
Yumurta’da annesi de rol alıyordu Semih Kaplanoğlu’nun. Beğenmiş miydi filmi, diye soruyorum. Evet, diyor, mütebessim anlatıyor: Onun epey sahnesi vardı aslında. Hepsini kullanmadım diye de kızdı hatta bana. Sonra Süt’te de oynamak istedi. Kıramadım, küçük bir rolü var...
Benim davetim sıla-i rahime
Yumurta, Süt ve Bal’dan oluşan Yusuf Üçlemesi’nde yapmak istediğiniz ne?
Geriye, insanın kaynağına çocukluğuna, henüz nefsanî şeylerle kirlenmemiş dünyasına doğru gider -psikanalitik bir yöntem gibi algılanmamalı ama- üç halini anlatırsak nasıl bir şey çıkar ortaya diye merak ettim. Yusuf’un Yumurta’da 40, Süt’te 18, Bal’da 6 yaşı var. Yusuf bir şair, Süt ve Bal’da taşrada annesiyle yaşıyor. Bir hayat hikáyesi ve bir insan!
Hz. Yusuf ile karakteriniz Yusuf arasında nasıl bir ilişki var?
Birebir bir ilişkilendirme yok, bazı şeyler olsa da bunu bir peygamberi anlatırkenki gibi anlatmıyorum. Yusuf Peygamberin yaşadığı durumla, bugünün insanının yaşadığı problemleri ilişkilendirmeye çalıştım.
Kur’an’da anlatılan kıssada Hz. Yusuf ve babası Hz. Yakup sınanırlar. Filmde de sınanıyor Yusuf?
Evet, Süt’te de yapabileceği bir şeyi yapmıyor. Ne kadar okunacak bilmiyorum ama onu, yapacağı bir kötülükten vazgeçiren ilahi bir şey var orada.
Politik seçimler, önermeler bunlar. İnsanları nereye davet ediyorsunuz?
Sılayırahime. Ya da onların ihtiyaç hissettikleri yer neresiyse oraya.
Nuri Bilge ile çok farklıyız aslında Tarzınız, diliniz, taşraya yönelmeniz Nuri Bilge Ceylan sinemasına benzetiliyor. Sizce de öyle mi?
Bir tanımlama kolaylığından kaynaklanıyor bu yakıştırma ama aslında tarz ve anlattığımız hikáyeler bakımından birbirimizden son derece kopuğuz. Hiçbir benzerliğimiz yok. Sanıyorum ki, film yapmaya devam ettikçe aradaki farklar daha da keskinleşecektir.
Her ikinizin de filmlerinde taşra var. Ama onun bakışı daha oryantalist, sizinki daha yerli ve içerden bulunuyor...
Valla benim için taşra, sadece taşra değil. Sılayırahim (Anne, baba ve akrabayı ziyaret etme) aynı zamanda. Bu bir hareket noktası benim için, öte dünyayı da, şimdiki zamanın eksikliğini anlatmak için de, ruhumuzu anlamak için de başvurabiliriz oraya. Türkiye’de çok sayıda taşra filmi yapılıyor şimdi ama dertleri, temelleri çok farklı.
Anadolu’da yeni bir hayat var
Taşraya içerden bakan Kaplanoğlu: Sekülerleşmiyorlar diye kafalarına vuruluyor ama o toplumun kendi kimliği, rüyası, iklimi, tarihi var. Farklı bir şey yaratabilir. Anadolu’da olan bu.
Türkiye siyasi, ekonomik, sosyolojik bir değişim geçiriyor. Her iyi yönetmenin psikolog, fotoğrafçı, hikáyeci olmanın yanı sıra iyi bir sosyolog olması da gerekir, herhalde. Sık geziyorsunuz Anadolu’yu. Gözlemleriniz nasıl, neler oluyor Anadolu’da?
Türkiye çok hızlı değişiyor ama belli bir özü de koruyor. Değişim muhtemelen aileye yansıyacaktır ama bunu dengeleyecek bir hayat deneyimi de var Anadolu’da. Bunu çok önemsiyorum. Öte yandan yeni bir burjuvazinin ve yeni bir hayatın olduğu Kayseri, Konya gibi şehirler, Türkiye’nin merkeziyle olduğu kadar, dünya merkezleriyle de ilişki içinde. İstanbulluların fark etmediği bu. O yüzden oradaki hayatı algılamakta eksik kalıyorlar. Halbuki yerelliğin yeniden inşası söz konusu Anadolu’da. Yeni bir hayat var ve öyle bir örgütleniyor ki; yeni bir merkez yaratıyorlar. Tamamen modern. Hiçbir şeye benzemeyen, ekonomik temelde yükselen ama içerden beslenen bir yapı. İstanbul periferisinden ya da Ege’eden farklı olarak oradaki sanayiciler merkezlerini İstanbul’a taşımıyorlar. Yatırımlarını yine kendi topraklarına, insanlarına yapıyorlar.
İstanbul’a rağmen ve ona karşı değil yani! Tepkisellik değil, bir tür özgüven...
Tamamen öyle. Bu çok güçlü, asla eğip bükebileceğiniz bir şey değil. Bir kasabada diyelim ki kanalizasyon sorunu var. Devlete gidelim de çözsün demiyor, hemen organize olup sorunu çözüyorlar. Sosyal hayat da böyle. Mesela Kayseri Belediyesi bir kültür merkezi açmış. Müzik tiyatro resim kursları için duyuru yapmış. 300 kişilik kontenjana 30 bin kişi başvurmuş! Sekülerleşmiyorlar diye kafalarına vuruluyor, niye olmuyor diye dövünülüyor ama böyle olması gerekmiyor ki zaten! O toplumun kendi kimliği, rüyaları, yetiştiği bir iklim, ilişkileri, tarihi var, her şeyiyle farklı. Ve farklı bir şey yaratabilir. Anadolu’da kendi kendine oluşan da işte bu.
Kaynak: Star
SON VİDEO HABER
Haber Ara