Ayşe'yi Beethoven uğurladı
Orkestra Ludvig'in 1923'te bestelediği 9. Senfoninin bitiş kısmını yani Avrupa Birliği Marşı'nı çalıyor. Adı da manidar: Özgürlüğe ağıt!
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-01-31 13:28:00
Bu gururu hakeden isimlerin başında WONDER'in Başkanı Yusuf Kara geliyor. Kolay mı, yüzlerce çocuğa memleketlerinden binlerce kilometre uzakta analık, babalık yapmak. Yaklaşık 10 yıl önce 'acaba'larla ellerinden tuttuğu çocukların doktoralarını bitirmesi sadece Yusuf Kara'yı değil, gurbette omuz omuza veren çocukları da gururlandırıyor.
Mermer merdivenlerden çıkıyorum. İçimde anlamsız bir ürperti var. Bu ürpertinin sebebi birazdan bir üniversitenin kapısından girecek olmaktan mı kaynaklanıyor?
Neden ürperiyorum?
Bilime açılan bir kapı bir insana neden ürperti verebilir?
Sebebi, birazdan yüzyüze geleceğim kapıda beni bekleyen soğuk yüzler mi?
Öğrenci de değilim, üstelik gazeteciyim de... Bir keresinde gazeteci olduğum için gözaltına bile almışlardı bir üniversitede... Fotoğraf makinamı ve kimliği mi saklasam mı? Hayır, ne gerek var, gerekirse 'ziyaretçiyim' der geçerim. Beynimi bu sorular kemirirken merdivenlerin sonuna geliyorum. Burası daha önce benzer ürpertileri yaşadığım kapılara çok benziyor, ama...
-Durun!
Bu ses bana ait. Evet, durun bir dakika, bu kapıda ellerii joplu üniformalı insanların olması gerekmiyor muydu? Ama yok. Hayret... Kapıdan benimle birlikte girip çıkan onlarca insan var. Neden kimse yüzüme, çantama, kılığıma kıyafetime bakmıyor. Kolumdaki fotoğraf makinası da mı hiç kimsenin dikkatini çekmedi acaba? Tamam anladım, güvenlik kameraları vardır, beni görmüşlerdir, birazdan gelip benim içeri giremeyeceğimi söyleyeceklerdir. Değil mi? Carnegie'nin 'en kötü ihtimali düşün, razı ol, gerisi kolay' cümlesi aklıma geliyor, usulca kapıdan giriyorum.
HOŞGELDİNİZ, BURASI VİYANA!
İşte üniversitenin koridorundayım. Ama hala neden kimse müdahale etmiyor? 'Bu kadarı da fazla' diye düşünürken koluma Yusuf Kara dokunuyor:
-"Nasıl buldunuz üniversiteyi?"
Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyor olmamdan anlamış olacak ki, tebessüm edip devam ediyor:
-'Hoşgeldiniz, burası Viyana!"
Ben Yusuf Kara'ya tebessümle 'anladım' diye karşılık vermeye hazırlanırken koridora doğru bir kapı açılıyor. Bir kız öğrenci anfi ya da derslikten çıkıyor. Ama köpeğiyle birlikte! Biraz duraksayıp onu izliyorum. Koridorun kenarına geçip köpeğini azarlıyor:
-'Halt den mund' 'Was habe ich dir gesagt?' Kapa çeneni! Ben sana ne dedim!
Benim şaşkınlığım, Yusuf Kara'nın tebessümü katlanmaya devam ediyor.
Yusuf Kara, Wonder'in Başkanı... Avusturya'da Türkiye'den okumaya giden yaklaşık 1000 öğrencinin mihmandarlığını yapıyor. Törenin yapıldığı salonun önüne geldiğimizi işaret ediyor Kara...
Henüz bir kaç saat oldu Viyana'ya ineli.
Viyana Üniversitesi'ne gelme sebebim bir mezuniyet töreni. Bu töreni benim için önemli ve anlamlı kılan birden fazla neden var. Herşeyden önce, ilk kez bir Avrupa Üniversitesi'nde bir mezuniyet törenine tanıklık edeceğim.
Daha önemlisi, Türkiye'de yaşayan her Türk vatandaşı gibi, bir devlet üniversitesinde başörtülü bir öğrencinin diploma töreninde bulunduğunu görmeyeli uzun yıllar oldu. Daha daha önemlisi şu an kapısının önünde durduğum salonda, arkadaşının mezuniyet törenini izlemeye gelen öğrencilerden biri de benim kızkardeşim. Bu yüzden şimdi gireceğim salonda, önce bir ağabey, sonra bir gazeteci olarak bulunacağım.
Büyük salon, ya da Festsaal...
600 yıllık, dünyanın en eski üniversitelerinden biri olan, insan dimağının hayal ederken bile kasıldığı 5-6 asırlık bilgi deryasının üzerinde oturan bir üniversitenin, Viyana Üniversitesi'nin kutlama salonu... Akademiden yana nasipli Viyanalılar'ın kutsiyet atfettiği bir mekan Festsaal.
Bu kapıdan kimler girmemiş ki...
GUSTAV KLİMT GÖRSE NE YAPARDI?
Şimdi gireceğim salonun duvarlarında ünlü Avusturyalı ressam Gustav Klimt'in parmak izleri var. Ne garip, oysa, şu anda bu kapının önünde duran bu Türk'ün hafızasında da derin izleri var Klimt'in.
Yalnız ve güzel ülkem açısından ne garip ve ne hazin bir tesadüf!
İşitme engelli olmasına rağmen üniversite okumaya azmeden kızkardeşim ülkemin üniversitesinde okumak için başını açmak zorundaydı. Dünyanın kirli seslerinden berî masum muhayyilesinin daha fazla zedelenmemesi için, verdiği kararın onun psikolojisini daha fazla yıpratmaması uğruna elimden gelen tüm desteği sergilemiştim.
Bu desteklerden biri de Gustav Klimt ile ilgiliydi. Başını açıp girmek zorunda olduğu Marmara Üniversitesi Takı Tasarım Bölümü'nde 'resim sanatının abide isimlerinden birinin de Gustov Klimt olduğu' öğretilmişti. Hatta ülkemin üniversitesinin güzel sanatlar hocası, Klimt'in dünyasını daha iyi keşfetsin kardeşime bir de ödev yaptırmış, ben de bu ödevine yardım etmiştim.
Şimdi Klimt, kendi ülkesinde bir kez daha karşımda... Bu kez, Klimt hayranı üniversite hocalarımızın, Klimt gibi çağdaş ve batılı olmak uğruna üniversiteye almadıkları başörtülü çocuklardan biri, şu anda aynı Gustav Kilmt'in üniversitesinde, hatta ressamın Viyana Üniversitesi'nin tavanını süslemekle görevlendirildiği büyük salonunda diploma alıyor.
Yalnız ve güzel ülkem açısından ne hazin tesadüf!
ANA GİBİ AĞLAYAN BİR KADIN
Salonun kapısı açılıyor ve sessizce içeri süzülüyoruz. Göz ucuyla, tavandaki Klimt ve çağdaşlarının eserlerine bakıp sevgili ülkemin çağdaş hocalarına müstehzi bir tebessüm gönderdikten sonra protokol sıralarına doğru geçiyorum.
Salon tıklım tıklım dolu... Koltuklar, neredeyse bir olimpiyat stadı kadar rengarenk. Viyanalı öğrencilerin ailelerinin aralarında Afrikalı, Türk, hatta Çinli öğrencilerin aileleri var.
Ama en ön sıradaki Anadolu kadını dikkatimi çekmekte gecikmiyor.
Gözlerinden aşağıya doğru süzülen yaşları farketmemek ne mümkün.
Öyle aktrisler gibi ağlamıyor bu kadın..
Gözleri sahneye kilitlenmiş bu kadın, bir ana gibi ağlıyor!
Sahnede gördüğü her neyse, onun sevincini paylaşacağı eşini, dostunu, binlerce kilometre uzakta bırakıp gelen bir ana gibi ağlıyor.
Şimdi gözlerim sahnede, o gözyaşlarının failini arıyor.
Gördüm onu... O failin gözleri parlıyor.
"Lanet olsun yasağınıza da, ikna odalarınıza da, bana ülkemden uzakta, sevdiklerimden uzakta diploma töreni yaptıranlara da, bitirdim işte! Bitirdim" der gibi parlıyor. Sevinçten parlıyor, mutluluktan parlıyor, başarmış olmanın gururuyla parlıyor.
Bu gözlerin sahibinin adı Ayşe Şahin.
Kelimenin tam anlamıyla 'tarihi salon', senelerdir alışageldiği bu 'tarihi' mezuniyet törenlerinden birine daha tanıklık ediyor. Sadece ben yabancıyım oysa bu duruma... Her mezuniyet töreninde, bir gün aynı heyecanı yaşayacak olmanın heyecanıyla sıraları dolduran başörtülü kız çocuklarının ve gözleri ışıl ışıl parlayan imam hatip liseli delikanlıların kalplerinin tir tir titremesine hiç yabancı değil bu salon.
ÖZGÜRLÜĞE AĞIT VAKTİ
Kürsüde siyaset biliminin başında olduğunu öğrendiğim Prof. Dr. Dieter Segert var. Almanca bir şeyler söylüyor.
Almanca kelimelerin arasında bir de Ayşe sözcügü geçiyor.
Bizim Ayşe bu. Düzce doğumlu, aslen Erzurumlu, imam hatip lisesi mezunu, Bilgi Üniversitesi'nden terk, klişe tabirle bir 'başörtüsü mağduru'
Bizim Ayşe, Anadolulu Ayşe, yerli batılıların kalbini titreten Viyana'da 'doktora' diplomasını alıyor. Şimdi elinde kocaman diploma kutusu var.
Bu kutuda sadece doktora diploması yok. Bu kutuda inandığı değerler uğruna, binlerce kilometre öteye hicret eden, gurbete giden, çile çeken, hasret çeken ama yılmayan, usanmayan genç bir kadının koca yürekli kalbine verilen nişan var.
Şimdi konuşmalar bitiyor, sadece salondaki profesörler değil, Ayşe'yi uzaklara yollayan profesörler de susuyor, ve sadece alkışlar yükseliyor.
Ardından sahneyi Beethoven alıyor. 1923 yılında yazdığı 9. senfoninin bitiş bölümüyle son sözü söylüyor.
Beethoven'in söylediği ülkemin değil, Avrupa Birliği'nin Marşı...
Beethoven, ülkemin bir evladının neşesine ortak oluyor: Oder an die Freude... Neşeye övgü, ya da Özgürlüğe ağıt!
Konuş Beethoven... Bu neşe övgüyü, bu özgürlük ağıtı hakediyor. Beethoven susuyor, tören bitiyor.
TORUNLARA ANLATACAK HİKAYEM VAR!
Henüz liseyi yeni bitirmişsiniz, aynı sınava girdiğiniz, aynı sorulara cevap verdiğiniz arkadaşlarınızla aynı puanı almışsınız. Ama arkadaşınız ailesinin, akrabalarının, dostlarının yanı başında üniversite okumaya devam ederken siz 16-17'nizde gurbetin yollarına düşüyorsunuz. Dil öğrenmeniz gerekiyor, karşınıza çıkan imkansızlık, yokluk gibi sınavları da geçmek zorundasınız. Olsun, bu da geçer diyorsunuz, ama seneler de geçiyor. Akranlarınız hayatta 1-0 önde olmaya devam ediyor. Evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor, kariyer basamaklarını tırmanmaya çoktan başlıyor. Üniversiteyi, yüksek lisansı bitirince siz de yanınızda artık derdinizi paylaşacak bir omuz arıyorsunuz.
Bu dokuz yıldır gurbette olan Ayşe ile yine bir o kadar sene vatan özlemi çeken Zeki gibi bir çok gencin ortak hikayesi...
Ayşe ve Zeki dört yıldır evli ve bugün iki çocukları var. Akranları hala önde olsa da, onların torunlarına anlatacak büyük bir gurur hikayeleri var.
Haber: Recep Yeter
Kaynak: Yeni Şafak
SON VİDEO HABER
Haber Ara