Dolar

35,4856

Euro

36,4774

Altın

3.091,70

Bist

9.977,94

TÜSİAD nerede kaybetti?

TOBB dururken TÜSİAD neden kuruldu? 'Ekonomik baskı grubu' olması gerekirken nasıl siyasi bir kimlik kazandı? MÜSİAD ve TUSKON'la farkı ne? İşte tüm bu sorular ışığında TÜSİAD...

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-01-24 00:56:00

TÜSİAD nerede kaybetti?
Zafer Özcan'ın haberi...

‘Abdullah Lokantası’nda kurucularla birlikte son bir toplantı yaptık. Ayrılırken Vehbi Bey koluma girdi ve bana, ‘Desene bugün fikir üreten bir fabrika kurmaya karar verdik’ dedi.”

İş adamı Feyyaz Berker’in kitabından alınan bu anekdotun üzerinden tam 39 yıl geçti. ‘Fikir üreten fabrika’ olması için yola çıkan Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), kuruluşundan bu yana çok ilginç aşamalardan geçerek bugüne geldi. 1971’de, bir grup sermaye sahibinin, özel sektörün sorunlarını daha iyi duyurmak ve serbest piyasaya sahip çıkmak amacıyla kurduğu TÜSİAD, 39 yıllık geçmişinde, sadece ekonomik değil, siyasi tartışmaların da sürekli odağında yer almış bir kuruluş. Dernek, uzun yıllar ‘iş dünyasının en etkin ve güçlü temsilcisi’ konumunu korumayı başardı. TÜSİAD hâlâ iş dünyasını temsil eden en önemli sivil kurumlardan; ancak artık pastayı paylaşmak zorunda kaldığı rakipleri var. 1990’lı yıllarda kurulan Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD), Anadolu’daki SİAD’lar ve etkinlikleri gittikçe artan sanayi odaları ile kısa mazisine rağmen faaliyetleriyle hem iş hayatına hem de Türkiye ekonomisine damga vuran Türkiye Sanayiciler ve İş Adamları Konfederasyonu (TUSKON), son yılların parlayan yıldızları…

Başlangıçta iş dünyasının problemlerini çözmek için enerji harcayan ve siyasete mesafeli durmaya özen gösteren TÜSİAD, artık politize olmuş bir yapı. Dernek başkanları, zaman zaman hükûmetlerle ve başbakanlarla polemiğe girmekten çekinmiyor. Siyasetle ilişkiler ise ekonomik olmaktan ziyade siyasi gündemler üzerinden kuruluyor. Buna karşılık TÜSİAD, siyaseti eskisi gibi etkileme gücüne sahip değil artık. Şartlar, derneğin etkinliğini kısıtladığı gibi onu kendi içinde de dönüştürüyor. Daha önce Anadolu’dan çok sınırlı sayıda üyesi bulunan patronlar kulübündeki Anadolu ağırlığı, her geçen gün artıyor. Toplam üye sayısı ise 600.

TÜSİAD, iş dünyasını temsil eden bir sivil toplum kuruluşu mu olacak yoksa ekonomik bir baskı grubu olarak mı yoluna devam edecek? 21 Ocak’taki genel kurul toplantısı, bu sorunun cevabının verilmesi açısından önem taşıyor. Genel kurulda, Başkan Arzuhan Doğan Yalçındağ koltuğunu bir başka kadın başkana, Boyner Holding Yönetim Kurulu üyesi Ümit Boyner’e devredecek. Kamuoyunda demokrat kişiliği ve liberal yaklaşımlarıyla bilinen Boyner’in fikirlerinin TÜSİAD üzerinde ne kadar etkili olacağını zaman gösterecek elbette. Aksiyon, bu hafta, genel kurul öncesi TÜSİAD gerçeğini masaya yatırıyor.

TOBB’A VE SOLA KARŞI TÜSİAD

Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği, 2 Nisan 1971’de kurulur. Aslında böyle bir yapının hazırlık çalışmaları 1963’te başlamıştır. O yıllarda iş âleminin tek temsilcisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’dir. TOBB, illerdeki oda ve borsaların oluşturduğu bir yapı. Yasalara göre Türkiye’de ticaret siciline kaydolan her şirket, faaliyet konusuna göre kendi bölgesindeki ticaret veya sanayi odası ya da borsaya üye olmak zorunda. Odalar ve borsalar da yine kanuni zorunluluk gereği TOBB çatısı altında toplanıyor. Bu açıdan TOBB ve onun taşradaki uzantıları yarı resmî kuruluş özelliği taşıyor. Bir oda veya borsada, küçük bir imalatçı ile büyük bir sanayi kuruluşu aynı seviyede temsil hakkına sahip. TÜSİAD’ın ilk 10 yılını kaleme alan ilk başkan Feyyaz Berker ve ilk genel sekreter Güngör Uras, derneğin kuruluş gerekçesini de bu durumla ilişkilendiriyor: “Türkiye’de ağırlıklı olan iş yerleri ve küçük kuruluşlar olduğu için, küçük iş yeri sahipleri ve iş yerleri de Anadolu’da yaygın olduğu için, Anadolu iş yerlerinin oyları, odalar ve TOBB yönetiminin belirlenmesinde, TOBB’un gündeminde ve politikalarında ağırlık taşımaktadır. 1970’li yıllarda değişik şehirlerde ve özellikle İstanbul’da büyümeye başlayan sanayi kuruluşları, sayıları artan büyük iş adamları odalarda ve TOBB’da temsil edilememe, kendi görüş ve sorunlarını odalar ve TOBB çatısı altında kamuoyuna aktaramama rahatsızlığını duymaya başladılar.”

TÜSİAD’ın kuruluşundaki temel sebep, işte bu satırlarda anlatılıyor. Büyük sermaye sahiplerinin odalar ve TOBB’da yeteri kadar etkin olamayıp seslerini siyasete ve hükûmetlere duyuramaması. İkinci önemli gerekçeyse, 1970’li yıllarda memlekette esen sert sol rüzgârlar ve yükselen komünist hareketlerin, özel sektörü ve iş adamlarını hedef alması. İş adamlarına, fabrikalara saldırılar ve adam kaçırıp fidye istemeler o dönemin yaygın olaylarından. İşte bu gerekçelerle yola çıkan büyük sermaye sahipleri, 2 Nisan 1971’de imzaladıkları bir protokolle oluşumu başlatır. Protokolün altındaki 12 isim, artık TÜSİAD’ın kurucular kuruludur: Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Sakıp Sabancı, Selçuk Yaşar, Raşit Özsaruhan, Ahmet Sapmaz, Feyyaz Berker, Melih Özakat, İbrahim Bodur, Hikmet Erenyol, Osman Boyner ve Muzaffer Gazioğlu... Kurucuların 6’sı İstanbul, 4’ü İzmir ve 2’si de Adana’da faaliyet gösteren işletmeleri yönetmektedir. Dernek kurulduktan sonra ilk aşamada 98 sanayici TÜSİAD’a üye olur. Bunların 71’i İstanbul’dan ve 18’i İzmir’dendir. O dönem Anadolu’nun, İzmir dışında TÜSİAD’da temsili yok denecek kadar azdır. Dernek üyeleri arasında sadece girişimciler değil, profesyoneller de bulunmaktadır. En ilginç üyeler ise Turgut ve Korkut Özal kardeşlerdir. Merhum Turgut Özal, 1974’te derneğe üye olur ve 1979’da kendi isteğiyle üyelikten ayrılır.

ECEVİT’İ DÜŞÜREN İLANLAR

1970’li yıllar, iş adamlarının itibarlarının en zayıf olduğu dönemlerdir. Öğrenci ayaklanmaları ve sendikal hareketlerin tavan yaptığı o dönemde, hükûmetler nezdinde de devletleştirme rüzgârı esmektedir. Güngör Uras’ın tespitlerine göre, iş adamları o dönemlerde ‘vergi kaçakçısı, karaborsacı, işçisini ezen, ülkesini soyan, parasını yurt dışına kaçıran’ insanlar olarak tanıtılıyor; ihracat yapanlar da ‘ülkenin malını dışarı kaçırmakla’ suçlanabiliyordu. Böyle bir dönemde aslında TÜSİAD gibi iş adamlarını temsil edecek, sanayicilerin yaptıklarını topluma doğru anlatabilecek bir yapıya ihtiyaç büyüktür. Nitekim, dernek ilk yıllarında bu misyonu üstlenmiştir. 1974 Kıbrıs çıkarması sonrası Amerika’nın Türkiye’ye yönelik başlattığı ambargonun kalkmasında, zamanın Kongre ve Temsilciler Meclisi üyeleri nezdinde lobi yapan TÜSİAD’ın büyük katkıları göz ardı edilemez.

Dernek, kuruluş yıllarında politikadan uzak durma ve hükûmetlerle siyasi polemiklere girmeme noktasında ilke kararı almıştır. TÜSİAD’ı bu noktadan uzaklaştıran ise Bülent Ecevit hükûmetine yönelik meşhur gazete ilanları olur. Dört farklı ilan 13 Mayıs 1979 ile 13 Haziran 1979 tarihleri arasında toplam 24 kez gazetelerde yayımlanır. ‘Gerçekçi çıkış yolu’ başlığı taşıyan ilanlar, hükûmetin ekonomik yönetim anlayışını eleştirmekte ve farklı öneriler getirmektedir.

Feyyaz Berker ve Güngör Uras, ‘Fikir Üreten Fabrika’ adlı kitaplarında, ilan yayımlama sürecini ayrıntılarıyla anlatıyor. Elbette o dönemin şartları ve sıkıyönetim ortamı düşünüldüğünde bu ilanları yayımlamak kolay değildir. Kitaptaki bilgilere göre sıkıyönetim komutanlığının onayı ve üyelerin de desteği alındıktan sonra, konu Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin aracılığı ile Başbakan Ecevit’e de iletilir; ancak ondan herhangi bir tepki gelmeyince ilanlar yayımlanır. Ecevit’in ilanlara tepkisi ise yayından sonra olur. Merhum Ecevit, 1994’te TRT 1’de Reha Muhtar’ın Ateş Hattı programında bu ilan konusuna değinir. İktidardan gidişini bu ilanlarla ilişkilendiren Ecevit, TÜSİAD’ın bu ilanları, kendisine kızgın olan Amerikan yönetiminin isteğiyle yayınlamdığı yönünde duyumlar aldığını söyler. Güngör Uras ise TÜSİAD’ın o dönemdeki Amerika ziyaretlerinin Ecevit’in isteği doğrultusunda ambargoyu kaldırtmak amacıyla yapıldığını belirterek bu iddiayı reddediyor.

TÜSİAD tarihine ilişkin ilginç bir anekdot da, derneğin en zor zamanlarda bile Genelkurmay ile ilişkilerinin hep üst düzeyde devam edebilmesidir. 12 Eylül darbesi ile ülkedeki bütün sivil toplum kuruluşları gibi TÜSİAD’ın da kapısına kilit vurulmuştur. Ancak dernek 12 Eylül askerî yönetiminin açtığı ilk sivil toplum kuruluşu olmayı başarmıştır. Açılışın gerekçesi, TÜSİAD’ın ABD’de Türkiye adına lobi yapacak olmasıdır. TÜSİAD’a, Haziran 1981’de, yine askerî yönetim tarafından ‘kamu yararına çalışan dernek’ statüsü verilir. Patronlar Kulübü’nün askerle ters düştüğü tek konu, 1997’de Bülent Tanör’e hazırlattıkları demokratikleşme raporudur. Raporda Genelkurmay Başkanı’nın Millî Savunma Bakanı’na bağlanmasının önerilmesi askerin tepkisine sebep olmuştur. Gerginlik, yüksek istişare konseyinin Genelkurmay’ı ziyaretiyle tatlıya bağlanır!

TÜSİAD’ın 39 yıllık tarihini dört bölüme ayırmak gerekiyor. ‘1971-1980 kuruluş dönemi, 12 Eylül sonrası ve 1990’a kadar olan dönem, 1991-2001 dönemi ile 2002’den günümüze’ diye sınıflandırılabilir bu bölümler. Kuruluş yılları aslında TÜSİAD’ın en sivil olduğu dönem. TÜSİAD ilk yıllarında, sanayiciliği Türkiye’ye öğreten, iş adamını ‘öcü’ olmaktan çıkaran bir kuruluş oldu. Devletçilik rüzgârının estiği ve birçok kurumun devletleştirildiği yıllarda inatla hür teşebbüsü ve serbest piyasa ekonomisini savundu. Siyasetten uzak durdu ama siyasetçilere reel sektörün önemini anlatmayı da başardı. O açıdan kuruluş yıllarında TÜSİAD’ı bir iş dünyası sivil toplum kuruluşu olarak nitelemek yanlış olmaz.

12 Eylül ve devamında önce Bülent Ulusu, sonra Turgut Özal hükûmetleri döneminde ise TÜSİAD’ın tam bir ‘ekonomik baskı grubu’ olarak konumlandığını gözlemliyoruz. Özellikle Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi’nin iktidara gelmesi ile artık iş âleminin Ankara’da derdini anlatamaması gibi bir sorun kalmamıştır. Daha önce iktidarların dışladığı iş adamları, yeni başbakan ile gezilere katılmakta ve hükûmetin desteği ile dışa açılmaktadır. Anadolu’daki küçük işletmeler, Özal’la birlikte katıldıkları gezilerle ihracatı öğrenmeye başlamıştır. Buna rağmen TÜSİAD, TOBB ile birlikte ekonomik hayatın tek aktörü, hatta en güçlü temsilcisi konumundadır. Derneğin bu süreçteki temel faaliyeti, devletle iyi geçinmek ve Ankara’da kendi çıkarlarını zedelemeyecek kararlar alınmasını sağlamaktır. Alternatifsizlik, TÜSİAD’ı, sivil toplum kuruluşu olma niteliğinden uzaklaştırarak ‘ekonomik baskı grubu’na dönüştürmüştür.

1990’lara gelindiğinde ise Anadolu sermayesi kendi sivil yapılarını oluşturma yoluna gider. O güne kadar devletten bağımsız hareket edemeyen TÜSİAD’ın aksine, 1990’lar Türkiye’de devletten bağımsız hareket edebilen yeni ekonomik aktörlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Bunun ilk örneği Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD) olur.

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fuat Keyman, o yılları şöyle anlatıyor: “1990’lardan itibaren MÜSİAD ve Anadolu’daki SİAD’lar gibi devletten bağımsız ekonomik aktörler ortaya çıkmaya başladı. Bu değişim Türkiye’nin kürselleşme ve Avrupalılaşma sürecine tekabül ediyor. Bu süreç hâliyle TÜSİAD ve TOBB’u da etkiliyor. TÜSİAD’ın, 90’lardan bu yana ivme kazanan dönüşüm sürecinde, hem sivil toplum hem ekonomik baskı grubu olmaya çalıştığını; ama daha liberal bir moderniteye doğru kendini konumladığını görüyoruz.”

Keyman’ın tespitlerine göre, TÜSİAD’ın, başlangıçta daha devlete yakın, devletle organik bağ içinde olan; fakat 1990’lardan bugüne kadar devletten bağımsızlaşan, kendini Avrupalılaşma ve küreselleşme yönünde konumlayan, sivilleşen ve bu sivilleşme ile daha çok ekonomik baskı grubu ve STK olma arasında gidip gelen bir niteliği var. Keyman, bu noktadaki kıstasın, TÜSİAD’ın demokrasi karşısındaki tutumu olduğu görüşünde: “Ekonomik baskı grubu olarak çalıştığında demokrasiyi daha araçsal kullandığını görüyoruz; ama belli zamanlarda demokrasi isteyen, yeni bir vatandaşlık reformu isteyen, yeni bir anayasa isteyen, AB üyeliği isteyen yanları ve çalışmaları ile bir sivil toplum aktörü olarak hareket ediyor. Çünkü Türkiye’nin AB’ye yaklaşması ve küreselleşme süreci ülkedeki devlet-burjuva ilişkilerini de etkiledi. Alternatif yapıların ortaya çıkması da TÜSİAD’ı değişime zorlayan ikinci büyük etken oldu.”

1991-2002 arası, aslında TÜSİAD’ın pek çok açıdan tartışma gündemlerinde öne çıktığı, ülkenin ekonomik gidişatı üzerinde belirleyici olduğu ve ciddi bir dönüşüm sürecinin sancılarını yaşadığı bir dönem olur. Öncelikle bu süreçte TÜSİAD’ın rolünü iyi anlayabilmek için ülkedeki siyasi tabloyu iyi bilmek gerekiyor.

1991-2002 arası Türkiye’de koalisyonlar dönemidir. İki ve üç partili koalisyonlar, zayıf ve kısa süreli hükûmetler, 28 Şubat gibi sisteme yönelik postmodern askerî müdahaleler, bu dönemin karakteristik özellikleri. Bu açıdan 1991-2002 arası, büyük medya ve büyük sermaye gibi ekonomik baskı unsurlarının en etkin olduğu yıllardır. Art arda yaşanan ekonomik krizler, devalüasyonlar, yüksek enflasyon, faizlerdeki anormal artışlar ve başarısızlıkla sonuçlanan IMF anlaşmaları, ülkeye ciddi bedel ödetmektedir. Böyle bir ortamda TÜSİAD’la birlikte MÜSİAD ve Anadolu’daki iş adamı dernekleri ile yine Anadolu’daki sanayi odalarının da etkinliği artmaktadır. Bu dönem TÜSİAD açısından da kendi tarihinin en çalkantılı dönemi olur. Bir yandan siyasete yapılan anti-demokratik müdahalelere net tavır alamayan dernek, diğer yandan hazırladığı demokratikleşme paketleri ile dikkat çekmektedir. 1997’deki 28 Şubat postmodern darbesine karşı çıkamayan dernek, aynı yıl Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlattığı ‘demokratikleşme raporu’ ile dikkat çekecektir.

‘DEVLET KORUMASI TEHLİKEYE GİRER’ KORKUSU!

1997 yılı, Türkiye’deki pek çok kurum için olduğu gibi, TÜSİAD için de bir turnusol kâğıdı işlevi görür aslında. 28 Şubat müdahalesinin asıl sebebinin Türkiye’deki sermaye çevrelerinin bir tür rant paylaşımı olduğu, yaygın bir görüş. Yükselen Anadolu sermayesi ve bu sermayenin doğurduğu Refah-Yol iktidarının ekonomik uygulamalarından en fazla rahatsız olan kesimin büyük sermaye olduğu, sık dillendirilen bir iddia. Türkiye’de hâlen önemli bir kesim TÜSİAD içindeki büyük patronları, 28 Şubat müdahalesinin en büyük müsebbibi olarak görüyor.

1997 yılı, TÜSİAD tarihi açısından en karanlık dönemlerden biridir. Demokratikleşme konusunda bir rapor hazırlama fikri, Halis Komili’nin başkan olduğu yıllarda (1993-96) yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Dr. Can Paker’den gelir. O zamana kadar sisteme yönelik lokal eleştiriler getiren derneğin artık daha geniş çaplı ve kapsamlı öneriler getirmesini isteyen Paker, bunun için bir demokratikleşme paketi hazırlamayı teklif eder. Yönetim kurulunun bu görüşe olumlu yaklaşması sonucu anayasa hukukçusu merhum Prof. Dr. Bülent Tanör ile Can Paker çalışmalara başlar. Sonuçta ortaya, Türkiye’nin sorunlarına, o döneme göre radikal denebilecek öneriler içeren, “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi” adlı kapsamlı rapor çıkar. Paker, o dönemi ve aldıkları sonuçları şöyle anlatıyor: “Yoğun bir çalışma oldu ve bu alanda ilk kez çok kapsamlı bir paket ortaya çıktı. Raporumuzu Ankara’ya götürerek Meclis başkanına sunduk. Basında çok yankı bulan çalışma, TÜSİAD içinde de çok gürültü kopardı. Çok eleştirildik, çok öven de vardı; ama o yönetim kurulu, TÜSİAD tarihinin ilk ibra edilmeyen yönetim kurulu oldu. Dernekten ayrılanlar oldu ve sonuçta üyelerin yarısının desteğini alamadık. Çünkü Türkiye’de iş adamları yıllar yılı devletle iş yapmaya, devletin koruması altında çalışmaya alışmış. Bu yüzden devletin yapısını değiştirecek bir öneriyi çok yadırgadılar. Devlet koruması tehlikeye girer diye korktular.”

Bülent Tanör’e hazırlatılan demokratikleşme paketi, dernek tarihinin en çok ses getiren, en çok eleştirilen; ancak aynı zamanda en demokratik ve sivil çalışması olur. Hatta zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Kemal Alemdaroğlu, rapor karşılığı dernekten telif ücreti aldığı gerekçesi ile Prof. Tanör’ü, öğretim üyeliğinden ihracı talebiyle YÖK Genel Kurulu’na sevk eder. Bu konudaki inceleme devam ederken Prof. Tanör, prostat kanserine yenik düşerek vefat eder. İlginçtir o tarihten sonra TÜSİAD, ülkedeki bütün demokratik gelişme ve alınan mesafelere rağmen, tekrar bu seviyede bir demokratik hamle yapamaz.

Kayda değer tek çalışma, Ocak 2007’de, Tanör’ün raporunun güncellenmesidir. Prof. Dr. Zafer Üskül’e hazırlatılan çalışma, “Türk Demokrasisi’nde 130 Yıl: Prof. Dr. Bülent Tanör’ün Anısına, Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri Raporu’nun 10. Yıl Güncellemesi” başlığını taşımaktadır. Bu, Tanör’e hayattayken yapılan vefasızlığa karşı, bir tür iade-i itibar da sayılabilir.

Demokratikleşme, AB üyeliği ve evrensel hukuk prensipleri gibi konularda hükûmetlere sürekli önerilerde bulunan ve Tanör örneğindeki gibi dönemine göre radikal denebilecek seviyede demokratikleşme talepleri olan bir yapının, 39 yıldır başkanını seçimle değil, atamayla belirlemesi de, özelde TÜSİAD’a, genelde Türkiye’ye özgü çelişkilerden olsa gerek.

1990’ların sonunda TÜSİAD için ikinci büyük sorun, yaptıkları ekonomik tahminlerle ilgili tarihî yanılgılardır. Bunların en akılda kalanı, 2000 yılının başlarında, zamanın TÜSİAD Başkanı Erkut Yücaoğlu’nun, gazetelere manşet olan, “Ekonomide 10 yıl sonrasını görüyoruz.” beyanatıdır. Çünkü bu açıklamanın üstünden daha bir yıl geçmeden Türkiye, Kasım 2000 krizini yaşayacak ve hemen arkasından Şubat 2001’de tarihinin en büyük ekonomik buhranı ile karşı karşıya kalacaktır.

ERDOĞAN-TÜSİAD GERGİNLİKLERİ

3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye siyasetini derinden etkiler. Bir önceki günün iktidar ortakları DSP, MHP ve ANAP barajı aşamaz. Ülke, 11 yıllık koalisyonlar döneminden sonra tek parti iktidarına döner. Meclis’e sadece AK Parti ve CHP girmiş ve AK Parti tek başına iktidar olmuştur. Genel Başkan Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğundan, Başbakanlık koltuğuna Abdullah Gül oturur. Çiçeği burnunda başbakan ilk muhalefeti TÜSİAD’dan görür. Enflasyon raporunun açıklandığı TÜSİAD toplantısında hükûmetin Irak politikasını sert bir dille eleştiren Başkan Tuncay Özilhan, daha toplantı bitmeden Başbakan Gül’den gelen telefonla şoke olur. Devlet Bakanı Babacan’ı arayan Gül, cep telefonuna Özilhan’ı isteyerek Irak konusundaki eleştirilerinin ‘ağır ve yersiz’ olduğunu, toplantıda ekonomi yerine Irak’ı konuşmanın maksadı aştığını söyler. İlk defa bir hükûmetten böyle bir tepki alan Özilhan ise yapıcı eleştirilerde bulunduğunu savunur. Kameralar önünde gerçekleşen bu diyalog, TÜSİAD’ın hükûmetleri yerli yersiz eleştirme alışkanlığının tipik bir sonucudur. Özilhan’ın başkanlığı döneminde aslında benzer bir kriz derneğin kendi bünyesinde de yaşanmıştır. Başkan Özilhan’ın Kıbrıs konusundaki çıkışlarını ve çözüm önerilerini eleştiren İnan Kıraç, dernek üyeliğinden istifa etmişti.

Tayyip Erdoğan’ın başbakan olmasından sonra da TÜSİAD-Hükûmet gerginlikleri devam eder. Başkan Ömer Sabancı ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç döneminde, TÜSİAD-Hükûmet gerginliği zirve yapar. 6 Mart 2005’te kadın hakları için gösteri yapan kadınlara karşı polisin kullandığı orantısız şiddete tepki gösteren ve hükûmetin siyasi sorumluluğu üstlenmesini isteyen TÜSİAD’a cevap veren Başbakan Erdoğan, derneğin kendi sorumluluk alanında kalmasını ister. Daha sonra TOBB yönetim kuruluna katılan Başbakan, basına kapalı bölümde Ömer Sabancı’yı hedef alarak “Türkiye üzerine oyunlar oynanıyor. Birileri düğmeye bastı. Amcasını vuran katiller orada dururken, kendisi onların istediği gibi demeç veriyor.” yorumunu yapar. O dönem ciddi gürültü koparan bu sözler, hükûmetle TÜSİAD arasında uzun süren gerginliklere yol açacaktır. Erdoğan ile patronlar arasındaki diğer önemli gerginlik ise Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanması ve yargılama sürecinde yaşanır. Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç’un sürece yönelik sert tepkisine Başbakan Erdoğan, yargıya müdahale edildiği gerekçesiyle savcıları göreve çağırarak cevap verir.

Bu gerginliklere rağmen TÜSİAD, bir sivil toplum kuruluşu olarak hareket ettiği zamanlarda, AK Parti hükümetinin AB hamlelerine en önemli desteği veren kurum olmayı da bilecektir. Özellikle Fransa ve Almanya’da açılan ofisler ve o ülkelerdeki muadil kuruluşlarla kurulan temaslar ve kapsamlı lobi faaliyetleri; bir baskı grubundansa, güçlü bir sivil kurumun, demokratik sürece ne kadar katkı yapabileceğinin göstergesi olarak kayıtlara geçecektir.

DEVLETİN KANATLARI ALTINDA GELİŞEN BİR BURJUVA

AB sürecine verdiği güçlü desteğe ve hükümetle yapılan ortak çalışmalara rağmen, daha öncekine benzer gerginlikler, Ömer Sabancı’dan bayrağı devralan ve derneğin ilk kadın başkanı sıfatını alan Arzuhan Doğan Yalçındağ döneminde de devam eder. Bu dönemin en fazla gündeme gelen konusu ise hükûmetle Doğan Grubu arasındaki gerginliğin ister istemez TÜSİAD’a taşınması olur. Doğan Grubu’na gelen vergi cezalarının TÜSİAD toplantılarında gündeme gelmesi, üyeler arasında görüş ayrılıklarına sebep olur. Konu hakkında, önce dernekten yapılan yazılı açıklamada, vergi cezalarının artık bir demokrasi sorununa dönüştüğü savunulur. Mesele daha sonra (Ekim 2009 başındaki) Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da gündeme gelir. Toplantıda Yalçındağ, dernek üyesi iş adamlarından, aynı zamanda babası olan Aydın Doğan şirketlerine kesilen 4,8 milyar liralık cezalı vergiye karşı açık şekilde muhalefet etmelerini ister. TÜSİAD Başkanı’nın bu teklifine dernek üyeleri tepki gösterir. ‘Hukuku ve demokrasiyi ilkesel olarak savunursak sorunlar çözülür.’ diyen bazı iş adamları, Yalçındağ’ın babası için yaptığı teklifi eleştirir. Bir üye, ‘Doğan’a vergi cezası kesilince ilkelerin hatırlanmasına’ karşı çıkar ve birçok üyeden de destek alır.

TÜSİAD’ı yakından izleyen isimlere göre, böyle bir mirasın üstüne şimdi yeni bir dönem inşa ediliyor; ancak değişim ve dönüşüm süreci kolay olmayacak. 1997’deki demokratikleşme raporunda ciddi bir fikrî bölünme yaşayan dernekte fikir ayrılıklarının hâlen devam ettiği tespitini yapan Dr. Can Paker, “Liberal yaklaşımları olanlar kadar, devletin korumasını savunanlar da var. Zaten bu ikilemden dolayı TÜSİAD son yıllarda atılım yapamadı. Sadece demeçlerle siyasete müdahil olmaya çalıştı. Bunun temel sebebi dernekteki fikrî bölünmedir.” diyor. Bu fikrî bölünmeden dolayı derneğin, 27 Nisan e-muhtıra, 367 krizi ve parti kapatma gibi olaylarda, demokrasiden yana net tavır alamadığını da belirten Paker, eski düzeni savunanlar ile yeni dönemin şartlarına uyum sağlamak isteyenlerin hâlen çatışma hâlinde olduğunu vurguluyor. Kısa süre öncesine kadar TÜSİAD üyelerinin, Anadolu’dan gelen girişimcilere, ‘Bunlar da nereden çıktı!’ diye baktıklarını söyleyen Paker, “Çünkü Anadolu sermayesi artık İstanbul burjuvazisi ile ciddi rekabet ediyor, bu da onları rahatsız ediyor. Dünyada burjuva, otoriteye başkaldıran ve özgürlükleri isteyen sınıftır. Bizde ise burjuva devletin kanatları altında geliştiğinden, refleksleri de devletle uyumlu olmuştur. Anadolu sermayesinin yükselişi bizdeki burjuvayı da olması gereken noktaya çekecektir.” tespitini yapıyor.

Fuat Keyman, TÜSİAD’ın en temel problemini, “kendini Türkiye’nin büyük dönüşüm sürecine göre tekrar konumlayamamak” diye açıklıyor. Derneğin bu anlamda bir kimlik krizi yaşadığı tespitini yapan Keyman, çıkış yolu önerisi getiriyor: “Türkiye’nin dönüşümünü iyi anlaması TÜSİAD için çok önemli. 2010 yılı ve sonrası, kimlik krizine giren önemli kurumların kendilerini yeniden konumlandırdığı bir dönem olacak. TÜSİAD da bu kimlik krizini yaşıyor. Kimlik krizini aşması ekonomik baskı grubu olmaktan ziyade bir sivil toplum örgütü olarak kendini yeniden yapılandırmasıyla olur. Bir iç dönüşüm gerekiyor. Bunun için Türkiye ve dünyadaki değişimi iyi okuması şart. Kurumlar asli işlevlerine dönerse Türkiye bu değişimi ve dönüşümü iyi yönetmiş olur; ama bu dönüşüm sancılı bir süreç olacaktır.”

TÜSİAD şimdi yeni bir döneme giriyor. Ümit Boyner’in ismi etrafında ciddi bir beklenti oluştu. Onun demokrat yaklaşımı ve liberal çizgisiyle patronlar kulübünü demokratik bir sivil toplum kuruluşu çizgisine çekebileceği umudu var. Ümit Boyner’in, bu süreçte TÜSİAD’daki derin yapıyı ve tutucu kanadı ne oranda aşabileceğini ise zaman gösterecek.

TÜSİAD, artık laikçi olamaz

Eski sanayi bakanlarından Şahap Kocatopçu, 1985 yılında Vehbi Koç’un ricası ile bir yıllığına TÜSİAD Başkanı olur. O dönem başkanlık konusunda yaşanan krizi aşmak için ‘ara formül’ olarak önerilen Kocatopçu’ya göre, artık her kurumda olduğu gibi TÜSİAD da başkanını seçimle ve bütün üyelerin oyu ile belirlemeli. Kendisinin de birkaç patronun ağırlığını koyması ile göreve geldiğini hatırlatan Kocatopçu, gelinen noktada bu sistemin değişmesi gerektiğini söylüyor. TÜSİAD’ın esas misyonunun ülke kalkınmasında motor görevi üstlenmek olduğunun da altını çizerek, “Bunun için hükûmetlerle TÜSİAD arasında iş birliği olmalıdır, çatışma değil. TÜSİAD elbette hükû-metleri eleştirebilir ama bu eleştiriler ekonomik konularla sınırlanmalı ve siyasi alana kaymamalıdır. TÜSİAD ile hükûmet arasında iş birliği olursa bunun ülkeye büyük katkıları olacaktır.” diyor.

TÜSİAD eski Yüksek İstişare Konseyi üyelerinden Yıldırım Aktürk ise zaman zaman gündeme gelen ‘TÜSİAD miadını doldurdu’ şeklindeki yorumlara katılmıyor, derneğin ülke ekonomisi için büyük önemi olduğunun altını çiziyor. Derneğin son yıllarda ‘patronlar kulübü’ olmaktan çıkıp Anadolu’ya yayıldığını hatırlatan Aktürk, “Daha evvel çok seçiciydi, en büyükleri alıyordu; ama şimdi Anadolu’da orta ölçekli şirketler bile üye olabiliyor. Hiçbirini geri çevirmiyor ve tabana yayılıyor. O kurucu babalar artık ağırlıklı karar bile alamaz. Küçüklerin de temsilde gücü var.” diyor.

TÜSİAD’ın genel kurul toplantılarındaki çıkışlarıyla tanınan Aktürk, 2000 dönemindeki yönetimi de eleştiriyor. Erkut Yücaoğlu’nun 28 Şubat döneminde ‘Meclisi kapatın’ ve ‘312’ye dokunmayın’ şeklinde beyanatları olduğunu söyleyerek, süreci şöyle anlatıyor: “Ben o zaman Meclis’teyim, o gün karizması falan kalmadı derneğin. Ben hem üyeyim, hem milletvekiliyim, bana açıp sormadılar ve ‘Meclis kapansın’ diye konuşma yaptılar. Bundan 2 gün sonra Bülent Eczacıbaşı, Meclis’in açık olmasını fırsat olarak nitelendirdi. Konsey başkanı olarak konuştu, Erkut orada hatalıdır. Ben onlara, ‘iş camiası olarak demokrasi imtihanını veremediniz’ dedim. Darbe sürecine sessiz kalındı, askerin yapmak istediği yanlış işlere destek olundu. Ama o üyelerin ortak sesi değildir.” Yıldırım Aktürk gelinen noktada önemli bir konunun daha altını çizerek, “TÜSİAD artık laikçi olamaz. Anadolu üyeliği o kadar gelişti ki, o üyeler buna izin vermez. TÜSİAD artık o kulvarda olamaz, en azından camiası buna izin vermez.” diyor.

Politika yapacak olan partilere girsin

TÜSİAD’ın ilk genel sekreteri, gazeteci yazar Güngör Uras, derneğin oy hesabı ile yönetilmeyeceğini, üyelerinin çoğunluğunun fikir birliği ile faaliyet gösterdiğinin altını çiziyor. Bu nedenle üye sayısının sınırlı olması gerektiğini belirterek, “Aynı veya benzer büyüklükte kuruluşlar bir araya gelmelidir. Çok büyük ile çok küçük, patron ile ücretli memur, sanayici ve ihracatçı ile ithalatçı ve perakendesi bir araya gelirse menfaat çelişkisi ortaya çıkar.” diyor. Güngör Uras, TÜSİAD’ın görüşlerinin kamuoyuna profesyonel genel sekreter tarafından açıklanması gerektiğini vurgulayarak, bugünkü uygulamaların yanlışlığına işaret ediyor: “TÜSİAD’ı yönetenler sözcülüğüne soyunur ise, kendi görüş ve düşünceleriyle TÜSİAD görüşü karışır. İş kişiselleşmiş olur. TÜSİAD politikalarını profesyoneller değil üyeleri belirler. Ama üyelerin oluşturduğu politikaları kamuoyuna profesyonel genel sekreteri açıklar. TÜSİAD yöneticileri her vesile ile kamuoyuna çıkarlarsa iş kişiselleşir. TÜSİAD yöneticileri kamuoyuna çok çıkar ise, aldıkları alkış onların olur ama eleştirilerde de kişisel olarak zarar görürler.”

TÜSİAD’ın politika ile uğraşamayacağına da işaret eden Uras, politika yapmak isteyenlerin siyasi partilere gitmesi gerektiğini söylüyor. TÜSİAD’ın bir meslek örgütü olmadığının altını çizen Uras, bunun için üyelerini doğrudan ilgilendiren konulara eğilmesi gerektiğini belirtiyor: “Mademki TÜSİAD büyük sanayi kesiminin temsilcisi, o zaman esas işlevi güncel ve rakama dayalı olarak üyelerinin üretim ve istihdam durumundaki değişimler, üretimi ve yatırımları artırmak için beklentileri, yeni projeler gibi konularda bilgi vermek olmalıdır.”

Ankara’dan beslenmeye alışmışlar

Taraf Gazetesi yazarı ekonomist Süleyman Yaşar ise TÜSİAD’ı, Ankara’nın kararlarıyla para kazanmaya alışmış; teşvikler, kotalar, yüksek gümrük duvarları ve IMF’den alınan borçları kullanarak zenginleşmiş iş adamlarının oluşturduğunu belirtiyor. Bu durumun patronlar kulübünde ahlaki bir zaaf oluşturduğunu, bu sebeple de Anadolu sermayesi ile rekabet etmekten kaçındıkları tespitini yapıyor. Yaşar’a göre, TÜSİAD’ın sürekli IMF ile anlaşmayı savunmasının altında Ankara’ya yönelik beklentiler yatıyor.

Yaşar’ın tespitlerini doğrulayan somut örnekleri TÜSİAD tarihi içinde bulmak mümkün. Devletçiliğe karşı çıkmak ve liberal ekonomiyi yerleştirmek için yola çıkan dernek, en büyük kavgalarından birini, Türkiye’yi liberal ekonomiyle tanıştıran Turgut Özal ile yapmıştı. 1989-90 döneminde TÜSİAD Başkanlığı yapan Cem Boyner, Turgut Özal yönetiminden, ‘kleptokrasi (hırsızlar) rejimi ve cellat’ olarak bahsederek Başbakan’a bayrak açmıştı. Özal’dan sonra Türkiye’de en etkili liberal politikaları uygulayan başbakan olan Tayyip Erdoğan’a yönelik TÜSİAD tepkileri de derneğin içindeki tutucu ve devletçi anlayışın uzantıları hakkında ipuçları veriyor. Tansu Çiller, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hocalığı döneminde TÜSİAD için rapor hazırlayan bir isimdi. Başbakanlığı döneminde ise dernekle karşı karşıya gelmesi uzun sürmedi. TÜSİAD en sert çıkışlarını yine liberal yaklaşımlarıyla bilinen ve Türkiye’yi Gümrük Birliği üyesi yapan Başbakan Çiller’e karşı yapmaktan çekinmez. Hatta, Mesut Yılmaz, TÜSİAD’la bir araya geldiği toplantı sonrası, “Patronlar benden hükûmeti düşürmemi istedi” açıklamasını bile yapar. Kısacası, hem dışa açılma, AB üyeliği, demokrasi ve liberalizasyon isteyen patronlar kulübü, hem de bu konuları hayata geçiren siyasi liderlerle bir türlü geçinemiyor!

Takiyye yapmaya devam edecek mi?

Zaman Gazetesi yazarı ekonomist İbrahim Öztürk, TÜSİAD iradesinin bugüne kadar ne devletle ne de toplumla konuştuğunu söylüyor. Derneğin tavırlarına sert eleştiriler getiren Öztürk, “Takiyye yaparak Avrupacı ve modern göründüler; ancak gerçekten Avrupa’yı, demokrasiyi ve rekabeti değil, Orta Doğulu, Baasçı bir moderniteyi savundular.” diyor. Öztürk, buna rağmen yeni dönemin kurum için yeni bir sayfa olabileceğine olan inancını paylaşıyor: “Bayan Boyner kadrosunu kurarken ve söylemini kristalleştirirken bütün bu tecrübeyi kullanmalı. Bu meyanda önceliğini iyi bir yönetim kurulu oluşturmaya vereceğini ifade etmesi çok yerinde. Öncelikleri doğru belirlemek lazım. Her şeyden önce TÜSİAD, cephe değiştirerek ilk defa seçkinlerin mühendislik hesaplarının bir parçası olmaktan çıkmalı. İkinci olarak, halkın anlayacağı bir dil ve söylem için, halkın içinden gelen iş adamı, akademisyen vs. ile de temasa geçmeli. Yalı boylarında yaşayan danışman ve akademisyen illüzyonundan kurtulup ülkeyi dönüştüren ‘yeni entelektüel birikimi’ de sürece sokmalı.”

Kaynak: Aksiyon

Haber Ara