“Çağı anlamayı değerli buluyorum”
Müge İplikçi ile son öykü kitabı, Kısa Ömürlü Açelyalar’ı konuştuk...
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-01-12 21:37:00
Asım Öz/TİMETÜRK
Önce kitabın adından daha doğrusu kitaba ad olarak seçilen Kısa Ömürlü Açelyalar’dan söz edelim. Niçin bu öyküyü kitabı tümleyen bir ad olarak belirlediniz? Bu adla neyi imlemek, hangi çağrışım zincirini harekete geçirmek istediniz?
Açelyalar kısa ömürlü bitkilerdir. ABD’de yaşarken bahçemin her tarafını sarmış açelyalar vardı. Onların ilk etapta açelya olduğunu anlayamamıştım. Açelyalar açmadıkları zaman, mevsimleri, hayatla dolu oldukları, çiçek verdikleri zamana denk düşmemişse kuru birer çalıdır. Ben de onları birer çalı sanıp budamıştım. Üstelik neredeyse köklerinden! O ilkbaharda tek tük açtılar. Sonraki ilkbaharda ise delirmişlerdi! Onların ‘uzun’ ömürlü olduklarına o zaman karar verdim. Kısaca hayata nereden baktığınızla ilgili bir durumdu bu -benim açımdan.
Kitaptaki öyküler ya da hayattaki deneyimler... Siz onları birer ‘son’ olarak gördüğünüz müddetçe, sonlanacaklardır. Ancak her birinin bağlantılı olabileceği katmanlar mevcut. En azından benim kafamda. Her son bir olasılık taşır, devam etmenin olasılığını. Tıpkı benim bahçemde açan açelyalarım gibi. Aynı açelyalar mı? Hayır. Ama bir yerden sonra bunun hiçbir önemi yok. Devam edebilme bizim elimizdedir. Dostluklar, arkadaşlıklar, aşklar bitebilir. Ama yeniden, küllerden doğacak farklı açılımlarla bizlerle buluşabilir bu ‘sonlar’. Yeter ki biz buna sıcak bakalım.
Genel olarak baktığımızda yazı/n dünyasında yazarları türler üzerinden kimi zamanda türleri hiyerarşik biçimde sıralayarak oluşturulan bir algı vardır. Siz ise roman ve öykü türlerinde ürün ortaya koymuş olmanıza karşın türleri gözetmeksizin kendinizi yazar olarak tanımlıyorsunuz. Kendinizi öncelikli olarak bir 'yazar' olarak tanımlamakla bir 'öykücü' olarak tanımlamak arasında nasıl bir fark var?
Ben hiyerarşileri seven biri değilim. Hiyerarşileri kim sever ki! Sanırım merkezde duran ve hiyerarşiler üretenler! Ben merkezde durmaktan hoşlanan biri olmadım. Ama marjinal biri de değilim. Eşikte durmayı seven biriyim. Bu noktada yazarlık edebiyatla kurduğum ilişkide bana yol gösteriyor. Yazarın işi yazmaktır. Ben onu yapıyorum. Vatan Gazetesi’nin Pazar ekinde köşe yazısı da yazıyorum. O zaman köşe yazarı mı olmam gerekiyor? Konulu haberler de yazıyorum bazen. O zaman gazeteci mi oluyorum? Bence hayır. Kitap tanıtım yazıları da yazıyorum. O zaman da kitap tanıtıcı mı oluyorum? Yazarlık bunların hepsini kapsıyor benim kafamda.
Öte yandan "Tertipli bir yazar olmak hiç işime gelmiyor" diyorsunuz. Niçin?
Varlık dergisindeki röportajda Nalan Barbarosoğlu’na verdiğim bir yanıt var Ben orada yaşamın içinde tertipli bir insan olmadığımı ifade etmiştim. Unutkanlığımdan ve dağınıklığımdan bahsetmiştim. Fakat yazarken böyle biri değilim! En yakınımdakiler bilir: Yazarken gösterdiğim tertiplilik beni benden bıktıran bir disiplindir ve o zamanlar kendimi kendimden sakınmam gerektiğini düşünürüm.
Zeynep Ergun sizin için “Yazmak bir yolculuksa, kurmaca da bu yolculuğun aracı konumundaysa, bundan sonraki aşama, daha uzun soluklu bir kurmacaya yönelmek, roman yazmak olsa gerek” diyordu. M. Sadık Aslankara ise roman dilinin "kapsayan", öykü dilininse "kapsanan" bir yapı taşıdığından hareketle romanlarınızdaki dil ile öykülerinizdeki dili ayrı tutamadığınız, oysa bu türlerin dilini ayrı tutmak zorunda olduğunuza dair yapılan eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
Bunlar çok değerli eleştiriler. Hem Zeynep Hoca hem de Sadık Bey benim için kıymetli insanlardır. Zeynep Ergun bu cümleleri bir novella da sayabileceğimiz Transit Yolcular’dan hemen sonra yazmıştı. Sadık Aslankara ise bir Alzheimerlı kadının beyninin içine giren anlatıcı tekniğiyle, kendime de kök söktürerek yazdığım Kül ve Yel için bunları söylemişti. Dolayısıyla iki eleştiriyi aynı kefeye koyup değerlendirmem mümkün değil. İkisinde de doğruluk payı var. Ama daha önce söylediğim gibi: Ben bir yazarım ve işim yazmak. Kısaca yola devam!
Öykülerinizde kadınların tuttuğu yer ağırlıklı. Bu kitabın ilk ve son kısımlarında da bu durum bariz biçimde görülüyor. Niçin?
Kadınların hayat içindeki duruşlarını daha samimi buluyorum. Dolayısıyla onların üzerinden daha rahat resimler çizebiliyorum topluma, ülkeme ve dünyaya dair.
Öyküleriniz bireyin yaşamından kalkarak toplumsal yapıyı, bunun yaslandığı dokuyu, ilişkiler ağını gözler önüne seriyor, diyebilir miyiz?
Belki. Yazarken bunları düşünmem. Benim için bireyin toplumsal yapıyla kurduğu bağı analitik biçimde irdelemek sonradan gelir. Öykünün ham hali insanı anlatmalıdır benim kafamda. Öncelikli olarak insanın kendine yaptığı yolculuğu anlatmak...
Bunun besleyicisi ise "an"lar sanırım. . . Kuramsaldan çok, öznel bir yaklaşım içinde... öykü için zaman kavramını nasıl değerlendiriyorsun?
Öyküyü diri tutan yaşam içersindeki anlar mıdır? An’dan ne anladığınıza bağlı. Bir anın öylesine derinliği vardır ki romanlara sığmaz. Öyküyü yazarken onun kendi zamanını yaratmak durumundasınız. Hayat sadece yol gösterir; öyküyü ise kurgularsınız.
Yaşadığınız/yaşadığımız kentlerin yeni halleri de önemli. Yeni kent halleri dediğimizde neler söylersiniz?
Yalnızlık. Halis bir yalnızlık.
Hayatın seyrinde niçin geri dönülmüyor?
İstemediğimiz için geri dönemiyoruz. Açelyalar’ı hatırlayalım. Bu geri dönüş geçmişe takılıp kalmak değil. Geçmişle yüzleşmek ve ardından sağlıklı bir şimdiki zaman yaratabilmek.
11 Eylül'den sonra iki yıl ABD'de yaşadınız. Belki bu süreç olmasaydı kitaptaki ilk öyküler de olmazdı, diyebilir miyiz?
O süreçte Kafdağı’nı yazarken bir yandan da Kısa Ömürlü Açelyalar’ı yazdım. Kısacası Kafdağı’ndan dumanlanan kafamı Açelyalar’la dağıttım. Kafdağı karanlık bir kitaptı. Açelyalar nispeten daha aydınlık! Ama Kafdağı’nı yazdığım için mi çıktılar ortaya; yoksa zaten yazılacaklar mıydı, bilemiyorum.
Bir Soru öyküsü başörtülü olduğu için yok sayılan Şehnaz’ın öyküsü. . . Belki de sizin “çağını anlamaya çalışma” düşüncenizin bir sonucu. . . Başörtülüler ve bunun edebiyata yansıyışı/ele alınma biçimleri hakkındaki düşünceleriniz/izlenimleriniz neler?
Oradaki kadının çaresizliği toplumdaki bütün kadınlara mal edilebilecek bir çaresizlik. Kanaatim odur ki her kesim onlara yalan söyledi. Benim öykümdeki Şehnaz kendi isteği ile bırakmıştı üniversiteyi. Zira bıkmıştı! Kullanılmaktan bıkmıştı. Kadın bedeni kullanıma haiz bir nesne değildir. Kutsal-kutsal olmayan biçiminde sınıflandırılamaz. Ya da laik olan ya da olmayan.
Çağını anlamak her yazarın tavrı olmalı mı? Olmak zorunda değil! Benim görüşümü soracak olursanız çağı anlamayı değerli buluyorum.
Müge İplikçi okumaya/yazmaya ne zaman gönül verdi, elimden neler düşmezdi/düşmüyor, ne kadar okur, en çok kimlerden etkilenmiştir?
Yazar olmaya onlu yaşlarımda karar verdim. On sekiz yaşıma geldiğimde Faulkner, Joyce, Woolf gibi bende derin savrulmalar yaratan yazarlarla tanıştım. 20’li yaşlarımda da hayatla! Edebiyat ve hayat ayrılamaz bir bütünlük kazandı belleğimde. Bugünkü görüşlerimi borçlu olduğum o kadar çok yazar ya da yol sırdaşım var ki... Hangisiyle başlayıp hangisiyle bitirebilirim emin değilim.
Peki, nasıl yazıyorsunuz? Çalışma biçiminiz nasıl?
Yıllar sonra kendime ait bir ofis yaratabildim. Bu konudaki en büyük desteği on dört yıllık yol ve hayat arkadaşım Ruşen Çakır’dan aldım.
Dört duvarı bana ait olan bir yer... Bir kadın yazar için bu, değeri paha biçilemez olandır. Orada çalışıyorum artık. Kendime ait bir mekanda! Emeğim ve alın terimden başka inandığım ve dayandığım hiçbir şeyim yok. Elbette dostlarımın ve okurlarımın destekleri de çok kıymetli.
Öykü dergileri yayımlandı/yayımlanıyor. Bazıları kapanmak durumunda kaldı. Şunu merak ediyorum: Öykü dergiciliğinde bir öykücünün verebildikleri / aldıkları nelerdir?
Varlık, Adam Öykü, Milliyet Sanat gibi dergilerde çok sayıda öykü, deneme ve incelemem basıldı. Radikal Kitap ve Vatan Kitap eklerinde de yazdım, yazıyorum. Bu yazdıklarınızdan para kazanamazsınız. Ama size başka bir güç sunar onlar. Anadolu’nun bir diyarından bir gün bir mektup alırsınız genç birinden. ‘Şu yazınızı okudum’ der. ‘Mutlu oldum onu okurken, ufkum açıldı.’ Bu size ‘iyi ki yazıyorum’ dedirten bir duygudur. Varlık dergisinde bir yazı yazmıştık Ümran Kartal’la birlikte (ardından bu yazılar Cımbızın Çektikleri adlı kitapta toplandı), sonra bir okur sırf o yazı için bir şiir yazıp göndermişti Varlık’a. Enver Ercan da bir sonraki sayıda onu basmıştı. Çok gurur vericiydi.
Necip Tosun bir yazısında ilk öykü kitaplarından hareketle öykü yazarlarındaki sürekliliğe değinmişti. Siz bir konuşmanızda “ilk kitap her zaman bir sancıdır ve bir krampla atılır dışarıya” diyordunuz. Son öykü kitabınızın ardından dönüp ilk öykü kitabınıza bakınca değişenler olmuştur muhakkak. Ama aynı zamanda süreğenlikte olmuştur. Bu noktada neler söylersiniz?
Ben hep yazmaktan yanayım. Her zaman dediğim gibi... Şimdiki zamanın gücüyle bugünü yaratıp geleceğe bakmak. Geçmişte yazdıklarımı önemsiyorum çünkü onlar benim bugünümü şekillendiriyor. Bugün yazdıklarım da geleceğimi. Süreklilikten bunu anlıyorum. Günahlarım ve sevaplarımla barışığım ve dahası mutluyum; çünkü onlar bugünkü beni oluşturuyor.
Haritada bir sonraki durak belli mi?
Evet! Bir roman.
SON VİDEO HABER
Haber Ara