Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

''Türkiye nereye gidiyor'' tartışması

“Türkiye birinci sınıf bir demokrasiye mi, yoksa baskıcı tek parti rejimine mi gidiyor?” N. Mert'in başlattığı tartışmayı A. Bayramoğlu yorumladı. Ama o, Mert gibi kaygılı değil.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-01-11 11:48:00

''Türkiye nereye gidiyor'' tartışması
Mine Şenocak / Vatan

SİYASET bilimci Nuray Mert geçen hafta VATAN’da yayınlanan röportajında son gelişmeleri değerlendirirken, kaygılı konuştu: “İktidar, demokrasi adına her icraatında daha da otoriterleşiyor. Basın susturulmaya çalışılıyor. Kurumlar yıpratılıyor. Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Maalesef bunun sonucunu 2010’da göreceğiz. Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak. Buna eminim!”

Nuray Mert’in bu açıklamaları, hararetli bir tartışmayı başlattı: “Türkiye birinci sınıf bir demokrasi mi oluyor? Yoksa baskıcı tek parti rejimine mi gidiyoruz?”

Siyaset uzmanları, kanaat önderleri, gazeteciler ve vatandaşlar bu kritik tartışmayı VATAN sayfalarında yapacaklar.

Bu konuda görüşünü açıklayan ilk isim gazeteci ve akademisyen Ali Bayramoğlu...

İster İkinci Cumhuriyetçi deyin, ister liberal ya da liberal demokrat, Türk basınında 15 yıldır kendine özgü duruşunu hiç bozmadı. Kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği tabuların üzerine gitti... Üstelik şimdiki gibi MGK’ya, generallere hesap sormanın moda olduğu, hesap sormayanın neredeyse ’cuntacılıkla’ suçlandığı bir zamanda değil, 28 Şubat’ın o civcivli günlerinde... Bugün eğer Ergenekon, derin devlet ve karanlık çeteler sorgulanabiliyorsa, bunda onun ve onun gibi birkaç gazetecinin önemli bir katkısı var, ki onlar bir elin parmaklarını geçmiyor. İşte bu yüzden siyaset bilimci Nuray Mert ile başlayan ve bir haftadır gündemden düşmeyen, “Türkiye birinci sınıf bir demokrasiye mi, yoksa baskıcı tek parti rejimine mi gidiyor?” tartışmasında Ali Bayramoğlu’nun vazgeçilmez bir muhatap olduğunu düşündük. Hem yıllardır savunduğu fikirler hem de sosyolog kimliği sebebiyle... Tabii ki o, değişimden yana. Her ne kadar bu süreçte iktidarın bazı hatalar yapmış olduğunu kabul etse de, gidişatın hayırlı olduğunu söylüyor. Ona göre Türkiye, Sovyetler Birliği’nin Gorbaçov döneminde yaşadığı dönüşümü yaşıyor. Ve Ergenekon davasından kozmik odaya uzanan bu sancılı süreç Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini sağlayacak!

Gorbaçovvari değişim!

Türkiye nereye gidiyor?


Bu soruya bir çırpıda cevap vermek kolay değil. Ama şunu söyleyeyim, olumlu bir yere gidiyor. Ve olumlu gidiyor. Benim bakışım bu, benim gözlüğümden gördüğüm bu. ’Bu gidiş nasıl bir gidiş? Gidişin adını nasıl koymak lazım?’ Bunların da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu gidiş herhangi bir gidiş değil. Bu değişim herhangi bir değişim değil. Yıldan yıla, uluslararası konjonktüre bağlı bir değişim olmanın ötesinde, Türkiye’deki yerleşik keskin bir vesayet düzeninin sarsılmaya başladığı bir değişim sürecidir bu. Dolayısıyla özellikle 1999’da Helsinki’de Türkiye’nin AB’ye adaylığının kabul edilmesiyle başlayan ve 2002 seçimlerinin ardından, 2003 uyum paketleriyle devreye giren reform sürecinin Türkiye’nin bugününü önemli ölçüde belirlediğini düşünüyorum.

Öyleyse Türkiye nereye gidiyor?

Değişim süreci etrafında demokratik olana gidiyor kanaatindeyim. Askeri vesayet dediğimiz yapı, Silahlı Kuvvetler’in siyasi iktidara tam olarak biat etmemesi, devlet içinde özerk bir yer tutması gibi rejimi askeri bir niteliğe büründüren, siyasetimizi daha çok asayiş mantığının içine sokan bir yapıdır. Bunun adım adım değiştiğini görüyoruz. Bu, demokrasiye geçişin çok önemli bir adımı. Tek başına sivilleşmenin demokratikleşme olmadığını herkes biliyor, askeri vesayetin veya askeri gücün vasi olduğu, askeri gücün özerk olduğu bir ülke rejimine demokrasi dendiği görülmemiştir. Dolayısıyla değişimde ilk etap budur ve bu önemli bir etaptır. Bunun farklı kademelerine tanık olduk. Birinci kademe mevzuat ve yasalar düzeyinden atılan adımlarla ilgiliydi.

Nedir bunlar?

MGK Kanunu ve yönetmeliğinin değiştirilmesi, sivil mahkemelerde askeri yargıçların tarihe karışması, arkasından DGM’lerdeki askeri yargıçların devre dışı kalması, ardından DGM’lerin kalkması, askeri harcama ve mal denetiminin yolunun açılması, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının engellenmesi... YÖK gibi, Enerji Kurulu gibi özerk idari kuruluşlardaki askeri üyelerin geri çekilmesi... En nihayet son değişiklikle darbe, muhtıra, anayasayı ihlal gibi suçlarda askerlerin, askeri yapı ve yargının koruma kalkanı dışına çıkarılması... Bunların tümüne baktığınız zaman gerçekten Türkiye’de bu konuda bir reformun başlatıldığını görüyoruz. Bunlar tam bir demokrasinin tesisi için elbette yeterli adımlar değildir ama olmazsa olmaz adımlardır.

Birinci ayak bu, peki ya ikinci ayak ne?

İkinci ayağı fiili bir ayak. 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte asker-sivil ilişkilerinin gerilmesine tanıklık ettik. Bu aslında o değişim sürecine askerin verdiği önemli bir tepkiydi. O tepkiden sonra bir muhtıra geldi.

Nisan 2007’deki e-muhtıra...

Evet. Hemen arkasından seçimler geldi, seçimlerde muhtıra yiyen siyasi parti önemli bir oy aldı. Bütün bunlar tabii bir başka süreci, asker-sivil ilişkilerinde fiili bir güç ilişkisi sürecini yeniden başlattı. Bu süreç bir yandan AK Parti’ye kapatma davasının açılmasıyla derinleşti, diğer yandan Ergenokon soruşturmasının başlamasıyla birlikte çok ayaklı bir hale geldi. Ve tabii Ergenekon süreciyle, Silahlı Kuvvetler’in gerek emekli, gerek muvazzaf subaylarının, gerek şimdi, gerek geçmişte yaptığı siyasi eylemlerin hem siyasi hem hukuki olarak sorgulandığı bir dönemi yaşamaya başladık. Bu çok önemli bir süreç... Bu süreci kimse gözardı etmemeli. Bugünlerde senin yaptığın son söyleşiden ötürü bir tartışma var biliyorsun, kimi arkadaşlarımız bu gidişin olumsuz olduğu fikrindeler.

Aslında ben de tam bunu soracaktım. Sizce onların da haklı olduğu taraflar yok mu?

Bu değişimden rahatsız olup çıkarlarını kaybedenleri bir kenara koyuyorum, onlar başka, ama düşünce insanları yazarlar çizerler açısından baktığımda, zannediyorum onlar bu süreçte ortaya çıkan yöntemi, zaman zaman ortaya çıkan aksaklıkları dikkate alıyorlar. Çünkü değişim süreçleri inişli-çıkışlı süreçlerdir, bunlara ya dışarıdan ya da içinde yaşayarak bakarsınız. İçinde yaşayarak baktığınız zaman sıkça karşınıza küçük cepheler çıkar. Mesele, büyük sahneyi görmektir. İşte o küçük cephelerde zannediyorum yöntemle ilgili kimi sorunları var.

Nedir onlar?

Bazı ihlaller oluyor. Ergenekon soruşturmaları sürerken, soruşturma kapsamı büyüdüğü için kurunun yanında yaşlar da yanıyor. Kişilik haklarıyla ilgili ihlaller var. Basınla ilgili siyasi iktidarın sert tutumu gibi bir dizi mesele var. Bunlar bir ölçüde doğru. Ama meseleye sadece buradan bakarsak, bu ona güç ilişkilerinden, güç kavgasından hareketle bakmak olur. Böyle baktığınız zaman güçlerden birinin yanında durarak analiz yaparsınız, ki ben öyle yapıldığını düşünüyorum. Benim gözlüğüm değişimi görüyor, başka arkadaşların gözlüğü güç ilişkilerini görüyor. Güç ilişkilerini ben de reddetmiyorum, değişim süreçleri güç ilişkileri olmadan olmuyor ama burada önemli olan dediğim gibi ana süreci, değişim sürecini gözardı etmemek olmalı.

Bu döneme de Özal dönemi gibi bakmak lazım

Bütün bu adımlar atılırken hâlâ şu soru işaretleri var çoğunluğun kafasında, acaba başka bir gündem mi var?


Bu soruların sorulması zihinsel bir hastalığa işaret eder. Laikliğin iç krizi, ağır iç bunalımıdır bu. Laikliği ve demokrasiyi ayrıcalıklı bir yaşam tarzı olarak benimsemiş kimselerin, oyuna yeni aktörlerin girmesinden duyduğu rahatsızlıkla ilgili bir sorun var burada. Paranoya hep oldu. Özal iktidara geldiği zaman da ayrışma vardı. Önce ’takunyalı’ dendi, arkasından ’karısı’ dendi, ’kızı’ dendi ama Türkiye’yi liberalizmle tanıştıran Özal oldu. Bugün Özal’ın politikaları için yatıp kalkıp dua ediyoruz.

Şimdi AK Parti örneğin... Darbe tehlikeleri atlattı, cesaretle davrandı ve AB’ye tam üyelik müzakereleri başladı. 2009’dan itibaren de somut siyasi adımlar üzerinden ana meselelere el atma dönemi başladı. İşte Kürt meselesi, Kürt açılımı... AK Parti 7 yıldır iktidarda, bu dönemde Türkiye, tarihinde olmadığı kadar Batı’ya yakın oldu. Ülke, temel hak ve özgürlükler alanının bu kadar genişlediğini gördü mü? Elbette bunlar tek başına AK Parti’nin meziyetleri değil. AK Parti, dünya, AB, siz, biz, basın, hep beraber böyle bir değişim ve dönüşüm sürecinin oyuncularıyız. Ortada büyük bir değişim tablosu var. Şaka değil, Sovyetler Birliği gibi bir imparatorluktu bu ülke. ’Reforme edilemez’ denilen bir yerdi ve şimdi değişiyor. Türkiye’de kontrgerilla olarak bilinen Seferberlik Tetkik Kurulu’nun bir gün hakimler ve savcılar tarafından aranabileceğini aklınızdan geçirebilir miydiniz? Bunun anlamının ne olduğunu biliyor muyuz sembolik olarak?

Sizce sembolik anlamı ne?

Bunun sembolik anlamı, o imparatorluğun kalbinin parçalanmasıdır. Karanlık bir imparatorluğun, bir askeri vesayet imparatorluğunun, büyük bir Sovyet İmparatorluğu’nun hukuk üzerinden ve meşru yollarla sorgulanmaya başlanmasıdır toplum adına. Bu, çok önemli bir süreçtir. Bugüne kadar dokunulmazların, tabuların, güvenlik politikalarında devlet sırlarının, yasakların, atılan ve hesabı sorulamaz tokatların olduğu bir yerde meşruiyet devreye giriyor.

Peki sizce kozmik oda kara kutu mu?

2006 yılında askerin açıklaması var, diyor ki, ’Biz, 1952 yılında Soğuk Savaş döneminde, eğer ülkemiz işgal edilirse, işgale karşı direnç yapısı olarak bu teşkilatı kurduk.“ Şimdi bu nedir? Bu Gladio’dur. İtalya’da, İspanya’da, Fransa’da, İrlanda’da temizlenen yapıdır. ’Bir işgal olur mu?’ diye Türkiye’nin her yerinden çiftçi, bakkal, şoför, binlerce insanı Özel Harp elemanı olarak hazırlayan, silahları gömen bir yapıdır ve devlet sırrıdır, koruma altındadır. Ecevit böyle bir yapının peşinden koştu ve İzmir’de kurşunlandı. Bu yapının Kahramanmaraş katliamında rolü olup olmadığını hâlâ soruyoruz. ’Kim, nasıl, niye?’ kullanılıyor bilmiyoruz. Bu yapı Hrant Dink cinayetine katkıda bulundu mu, öğrenmek istiyoruz. Sivilleşme süreci budur. Bunları görmeden Türkiye’yi nasıl anlayacaksınız? Nasıl değişimin olmadığını söyleyebileceksiniz? Ha, şunu söylüyorsunuz o zaman, ’Efendim bu parti zaten karanlıktır. Bu hakimler, savcılar da zaten belli bir grubun adamıdır. Bunların amacı sistemin garantörü olan askerin gücünü kırmak ve tahakküm kurmaktır.’ Bu klasik statükocu ağzıdır.

Sovyet İmparatorluğu gibi bir yapı vardı dediniz. Biraz açar mısınız?

Emperyal ve otoriter bir devlet düzeniydi Sovyetler. Askeri ve merkezci niteliği o kadar derindi ki, değiştirilmez olduğu söylenirdi. Türk siyasal sistemi, devlet yapısı bakımından da Sovyetler’e benzerdi. Sovyetler’de imkansız gerçek oldu, Gorbaçov’un glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikaları o imparatorluğu değiştirdi. Türkiye’de olup bitenleri de herhangi bir şeye benzetmek gerekiyorsa, bu, ne bir devrimdir, ne bir kopuştur. Gorbaçovvari, glasnostvari bir değişim, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşü gibi bir şeydir. Zira bir düzen içeriden, hukuk yoluyla ve süreklilik içinde yıkılıyor. Devletin içindeki Sovyetler çöküyor.

Türkiye’de yeni bir orta sınıf doğdu

Değişimden kastınız sadece asker meselesi mi?


Elbette değil, bu değişimin sadece bir ayağı. Diğer taraftan 2002’den beri bu toplum açık şekilde kendiliğinden bir sekülerleşme dalgası yaşadı.

Bu nereden baktığınıza bağlı. Bir kesim de tam tersini düşünüyor.

1990’lı yılların sonuna doğru dinin siyasallaşmasından ve bunun risklerinden bahsederken, ilginçtir İslami bagajı olan bir siyasi parti üzerinden bu riskin ortadan kalktığını gördük. Türkiye’de özellikle bu konuda kutupların yavaş yavaş birbirine yaklaşmaya başladığına, laik kesimin biraz daha demokratlaştığına, İslami kesimin ise biraz daha sekülerleştiğine, bu iki kesimin birbiriyle temas ettiğine, bir anlamda yeni bir orta sınıfın doğduğuna tanık olduk. Bu, temel hak ve özgürlük alanının genişlemesinden kaynaklandı. Yani toplumsal bir kutuplaşma görüntüsünün tersine toplumsal bir barış, toplumsal bir yakınlaşma ortaya çıktı. Dolayısıyla değişim sürecinde bir husus da budur.

Askeri blok kırılıyor

İyi de görünen o değil...


Elbette zaman zaman yüzeydeki siyasi görüntü farklı olabiliyor. Ergenekon davasında kutuplaşmalar oluyor örneğin. Ama temel olarak baktığımız zaman bugün bir ‘rejim’ tartışması yapmıyoruz. ’İslam mı, laiklik mi?’ tartışması yapmıyoruz. ’Sivillik mi askerlik mi?’ tartışması yapmıyoruz. Daha çok sivil, laik ve demokratik ortak değerler etrafında hareket ediyoruz. Bu da aslında değişimin altında yatan en önemli unsurlardan biri. Bunu sağlayan, genel olarak yürütülen reform politikaları ile temel hak ve özgürlükler alanının genişlemesidir. Kürt açılımı mesela... Bu eskiden hiç düşünülemeyecekken, hele AK Parti gibi bir siyasi partinin bu açılımı devreye sokması akla dahi gelemeyecekken, temel hak ve özgürlükler alanı genişledikçe, insanlar taleplerini yükselttikçe, asayişin yerini siyasete bıraktığını görüyoruz. Ben bu üç ayak üzerinden, yani temel hak ve özgürlüklerin genişlemesi, orta sınıf üzerinden bir sekülerleşme ve en önemlisi de askeri vesayetin kırılması üzerinden bir okuma yapıyorum.

Ana sorunu asker olarak tanımlıyorsunuz, değişim de askeri yapıyı hedefliyor diyorsunuz, ama askerden de bu gidişe pek direnç görmüyoruz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Koşullar bu şekilde oluştuğu zaman direnmek çok kolay değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri yasalcıdır. Darbe yaptığı zaman bile yasa üretir, darbe hukuku üretir ve meşruiyetçidir, yani toplumun desteğini arar, önce zeminini hazırlar. Nitekim 2007’den beri ordunun yaşadığı en büyük sorun, siyasi hamlelerine destek gelmemesi ve meşruiyetini adım adım kaybediyor olmasıdır. Ordu meşruiyet krizi yaşıyor. Bu durumda direnmesi söz konusu olmuyor. Direndiği zamanları da görüyoruz; İlker Başbuğ’un çıkışlarından ya da ’Bu belge, bu olay doğru değildir’ demelerinden sonra öyle gelişmeler oluyor ki, asker yalan söyleyen duruma düşerek biraz daha yıpranıyor. Dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri bir açıdan baktığımız zaman savunmadadır ve geri çekilmektedir. Ancak bunu zaman zaman agresif olarak yapmaktadır. İkinci mesele de şu bence, asker bir blok mudur? Muhtemelen hayır. Bu yaşananlardan sokaktaki insan, avukat, şoför, Ayşe teyze etkilendiğine göre subay da etkileniyordur.

Yani blok kırılıyor?

Evet. Muhtemelen blok kırılıyor. Hilmi Özkök’te bu örneği görmedik mi, meşruiyetçi, daha demokrasiyle iç içe giren adımlar atmadı mı? Dolayısıyla üç gelişme var burada da; hem ordu içersinde sorular, kırılmalar, değişmeler var, hem bir zorunluluk var, zorunda kaldığınız zaman değişirsiniz, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasi yerini terk ederken buna direnme eğilimi var. Terk ederken zorunlu kaldığı için terk ettiğini ama aynı zamanda kendi içinde de bu konuda net değişimlerin, kırılmaların, çatışmaların, farklılaşmaların yaşandığını ve içerdeki değişimin muhtemelen ileride daha da hızlanacağını düşünüyorum.

Türkiye’de yaşanan gelişmelerle ilgili kimi kesimlerde bu değişim sürecinin çok sertleştiği kanaati var...

Doğru sertleşiyor değişim süreci. Ne oluyor mesela? Genelkurmay’ın karargahının içinde arama yapılıyor. Şimdi arama yapılırken, ’Arayanlar kim?’ sorusunu sorduğunuz zaman aramanın kendisini hafifsemeye başlarsınız. Dolayısıyla güç ilişkilerinden hareketle denkleme bakmak budur. Ya da ’Bu polisler kimin adamı, bu hakimler kimin adamı, bunların niyeti ne?’ soruları meşru sorulardır, sorabilirsiniz, kanıtlarınız varsa ikna edersiniz bütün Türkiye’yi iş değişir, ama bu şüpheyi sürekli siyasi bir koz haline getirirseniz, o zaman aramanın da aslında sivilleşme niyetleriyle değil tahakküm niyetleriyle yapıldığını düşünürsünüz.

Sizin kafanız burada gerçekten net mi? Yapılanlar tümüyle demokrasi adına ve sivilleşme niyetiyle mi yapılıyor?

Kesinlikle kafam net. Ben bir şeyin ne niyetle yapıldığını bilemem. Ama bu politikaların sivilleşme politikaları olduğunu biliyorum. Bunu da 2002 yılından beri görüyorum. Ben MGK’yla ilgili kanun yayınlandığı zaman, bugün ’Sivilleşme yoktur, otoriterliğe doğru gidiyoruz’ diyen arkadaşların nasıl burun kıvırdığını da hatırlıyorum. Dolayısıyla bu naif bir ’Biliyor muyuz, emin miyiz, niyetleri nedir?’ tartışması değildir. Milli Güvenlik Kurulu’nun gizli yönetmeliği kalkmış mı, kalkmış! Sivilleşmiş mi yapı, sivilleşmiş! Asker bugün siyasi karar süreçlerinden geriye düşmüş mü, düşmüş! Kıbrıs konusunda kararı siviller alabiliyor mu, alıyor! Ermenistan’la protokolü hükümet tek başına ve önde imzalayabiliyor mu, imzalıyor. Şimdi önce bunlara bakacaksınız.

YARIN

- Gazeteci Cüneyt Ülsever’e göre, Türkiye’nin demokrasi sorunu var mı?

- Yüzde 47 Ak Parti’nin tavrını değiştirdi mi?

- Türkiye tek parti rejimine mi gidiyor?

- Ali Bayramoğlu’na göre bu değişim süreci ne olursa raydan çıkar?

Haber Ara