Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

"Son Derviş"in çilesi ve Metin Aktaş

Sosyolog Prof Ahmet Özer, yazar Metin Akataş'ın "Son Derviş" kitabını değerlendirdiği güzel bir yazı...

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-12-31 17:24:00


Prof.Dr. Ahmet Özer*

Metin Aktaş dostumun, Alternatif Yayınlarından çıkan “Son Derviş” adlı romanı üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Ama daha önce değerlendirmeme esas olacak bazı belirlemeler yapmakta fayda görüyorum.

Bir romanın başarası neyle değerlendirilebilir? Bu konuda söylenebilecek birçok ölçüt bulunabilir, fakat bence bunların arasında iki husus önemlidir:

Birincisi anlatının içtenliği ve samimiyetidir. Anlatı ne kadar içten ve samimidir, yazar duygularını olduğu gibi çıplak bir biçimde ortaya koyabilme yeteneğini ve cesaretini göstermiş mi, götermemiş mi? Yazar, yazdığı konuda yüreğini öyle ortaya koymalı ki, okuyucu onunla ağlayıp onunla gülebilmeli. Kahramanlarla hüzünlenip, kahramanlarla sevinebilmeli ve yaşantısına ortak olmalı, yaşananların içine girebilmeli. Bununla birlikte romanı okuduktan sonra üstünde düşünebilmeli ve etkisi hiç olmazsa bir müddet kişide devam etmelidir. Eğer yazar anlatıya tüm içtenliğini katmamış ve esere samimi davranmamışsa bunu başarması mümkün olmaz.

İkinci husus olarak romanın dili ve kurgusu gelir. İyi bir dil, her şeyden önce emek ister; kurgu ise yüksek bir hayal gücünü gerektirir. Bunlar çalışılarak ve pratik yapılarak kazınılacak yetenekler, ama içtenlik bir tarz meselesi, belki de bir yazarı diğerinden ayıran onu şöyle ya da böyle kurgulamaya götüren ve yazdıran da bu içtenlik ve samimiyet derecesidir, diye düşünüyorum. O sebeple bir romanın dili ve kurgusu ne kadar iyi olursa olsun, eğer içtenlik ve samimiyetten uzaksa bence fazla bir anlam ifade etmez. Sözgelimi Orhan Pamuk’un son romanı “Masumiyet Müzesi”nin mükemmel bir kurgusu ve güzel bir dili var, ancak içtenlikten yoksun bir roman. Marazî bir aşk, hayatta karşılığı bulunmayan ilişkiler ağı ve fantezi dozu yüksek bir anlatı. Tamam, bu da roman ama, bu roman boyunca bir kez duygularınız ayaklanmıyorsa, düşünceniz harekete geçmiyorsa, bir özdeşlik ve karşıtlık meydana getirmiyorsa sizde neyi ifade eder ki? Bu minval üzere Metin Aktaş’a ve son çalışmasına gelecek olursak.

Metin Akataş’ın “Son Derviş” romanı birçok bakımdan ilginç bir kitap: Bir kere konusu ilginç: Kitap, çağının Bediüzaman’ı olarak tanınmış ve hâlâ da böyle anılan bir kişilik olan Said-i Nursî’yi (Kürdî) anlatıyor. Daha doğrusu bu târihî figür üzerinden arka fonda birçok olay ve olguyu dillendiriyor, zarı zarı dile getiriyor. Şimdiye kadar yazılıp çizilenlerin ötesinde ve onlardan biraz farklı bir Said-i Nursî ile karşı karşıyayız bu kitapta. Çünkü Aktaş, bu romanda Said-i Nursî’nin Kürt Kimliğine de vurgu yapıyor ve bu yanını öne çıkarıyor. Oysa Said-i Nursî hakkında bu güne değin birçok kitap, roman, makale yazılmış, kendisi mastır doktora tezlerine konu olmuş birisi. Ancak benim görebildiklerimin içerisinde, Kürt Kimliğini öne çıkaranına rastlamadım. Bırakın bunu, aksine Said-i Nursî’nın eserlerinin bazılarında geçen Kürt kelimeleri ve Kürtlükle ilgili kimi belirlemeler ayıklanarak yayınlanmıştır. Bir yerde takipçileri üstatlarını milliyetçi bir ruhla sansürlemiştir. Teşbihte hata olmaz ama Kürt meselesi söz konusu olduğunda Atatürk de sansürlenmiş, söz gelimi resmî târih hiçbir zaman Atatürk’ün Amasya Tamimlerine, İzmit konuşmasına yer vermez ve El Cezire komutanına yazdığı telgraflardan bahsetmez, onları yok sayar veya yokmuş gibi davranır.

Bu anlamda Said-i Nursî’nin her ne maksatla olursa olsun sansürlenmesi kabul edilemez. Fikirleri uğruna bunca eza görmüş ve bir milim geri adım atmamış birisinin âdeta yukarıda belirtilen bir anlayışla sansürlenmesi manidardır. Fakat maalesef bu dönemlerin sürgünü Bediuzaman, Kürt ve Kürtlük söz konusu olduğunda şu veya bu ölçülerde sansürlenmiştir, hem de evin içinden kişiler tarafından, tıpkı ötekisinde olduğu gibi. İşte Aktaş, bu yanına dikkat çekerek târihî bir yanlışı düzeltmeye çalışıyor kendince, kitabında. Bu, bence Said-i Nursî gibi bir zât söz konusuysa eğer önemli bir nokta ve önemli bir katkıdır.

İkincisi de tabi Said-i Nursî’nin hiçbir şey karşısında baş eğmeyen görkemli yaşamına dikkat çekmiş olmasıdır. Ben her zaman Said-i Nursî’nin yaşamını yazdıklarından daha önemsedim. Tabiî bu, yazdıkları önemsizdir, anlamına gelmez. Sadece “görkemli” yaşamına dikkat çekmek istiyorum, sözüm bundan.. Kendisiyle tutarlı yaşamış ve yaşam biçimi ve duruşu yazdıklarının değerine değer katmış birisidir o. Çelik bir iradeye sahip olan Said-i Nursî hayatı boyunca sürgünden sürgüne gönderiliyor. Van’da Erek dağı eteklerindeki Kırk Kilise mağarasında kıt kanaat münzevi bir yaşam sürdürürken ve de Şeyh Said İsyanına bırakın karışmayı, karışmak isteyenleri de (“Müslüman Müslüman’a kılıç çekmez” fetvasıyla) engellemişken, tarihin cilvesine bakın ki, İsyan sonrası ilk sürgünü o yiyor. Van müftüsü ile bilekleri birbirine zincirlenerek önce İstanbul’a gönderiliyor, ardından Burdura, Barlaya, Ispartaya ve daha bir nice yere sürgüne gönderiliyor. Birçok mahkemede (İstanbul, Isparta, Eskişehir, Afyon, Denizli vb) defalarca (birçoğu idamla olmak üzere) yargılanıyor. Ama bütün bunların hiç birisinde düşüncesinden taviz vermiyor, af dilemiyor, baş eğmiyor. Onu sürgün ve mahkemelerle dize getirmeyenler, bu kez fizikî olarak ortadan kaldırmaya çalışıyor; onu da başaramayınca, bu sefer attıkları zindanlarda defalarca zehirliyorlar. O yine destansı direnişini sürdürüyor. İşte bu baş eğmeyiştir onu dilden dile dolaştıran, yoldan yola ulaştıran.

Peki, niye bu denli fedakârca bir yaşamı tercih etti? Neden bu denli yüksek dozda görülmemiş feragat? Şöyle düşünüyorum: Yaşadığı dönem çok karanlıktı. Aydınlatmak için kendisinnden başka yakacak bir şey yoktu. O da kendisini yaktı. İnsanlık tarihinde pek çok olağan dışı şahsiyet etraflarını aydınlatmak için kendilerini yakmaktan imtina etmemiştir. Çünkü olağanlar bunu yapamaz, korkarlar; hatta kimi olağanlar sadece korkak değil, aynı zamanda kıskançtırlar. Ellerinden gelse olağandışı insanları asar, sonra da başsız kaldılar diye heykellerini dikip yaslarını tutarlar. Said-i Nursi de kendi inanç çeperi içinde bu olağandışılardan biridir. Üstelik bu kadar karanlık bir zamanda ve bu denli baskı ortamı içinde durmadan eser vermiş olması da takdire şayandır.

Birçok sanat eseri tabiatın ortaya koyduğu aşkla, toplumun meydana getirdiği baskı arasındaki çatışma ve dramı anlatır. Onunki ise İlâhî aşkla siyasal baskının çatışmasından fışkırmıştır âdeta. O nedenle zulmeden yönetici Türklerin karşısında Kürtleri, kıyımcı milis Kürtlerin karşısında Ermenileri; yani zâlimin karşısında mazlumu savunmuştur. Şairin dediği gibi; “Türkiye’de Kürt olacağız, Kürtler de Ermeni; gidip Almanya’da Türk olacağız, Amerika’da Kızılderili.” O da bir büyük huşu ile bunu yapmıştır. Romanda anne ve babası öldürülen Ermeni Serkis’i korurken, iftiraya uğrayıp din adına recmedilen Kürt Gülizar’a göğsünü siper ederken; Hamidiye Alaylarının elinden Süryani yaşlı adamla karısını korumaya çalışırken bunu görüyoruz onda.

Bir de hedefleri var tabiî: kitapta en önemli ikisi ön plana çıkartılmış: Biri, Van gölü kıyılarında halkı ümmilikten kurtarmak için kurulmasını istediği fen ve din ilimleri konusunda eğitim verecek olan bir üniversite kurulması çalışmasıdır. Mısırdaki El Ezher Üniversitesinin kız kardeşi olacak Medreset-ül Zehra üniversitesidir bu. Bu uğurda çok mücadele etmesine ve çok badireye katlanmasına, hatta Abdülhamid tarafından bu ısrarlı isteği nedeniyle tımarhaneye kapatılmasına rağmen vazgeçmiyor, ama bu isteği bir türlü gerçekleşmiyor. Öbürü de Kur’an’ın yüceliğinin gösterilmesi ve benimsetilmesi çabasıdır. Metin Aktaş, bütün bunları engin hayâl gücüyle târihî yaşantıları harmanlayarak güzel ve heyecan verici bir tarzda aktarıyor. İnişli çıkışlı bir tempoda ve arada altın değerinde betimleme ve belirlemelerle sürdürüyor anlatısını.

Sözgelimi (diğerleri için geçerli değilse bile) Pamuk’un yukarıda sözü edilen romanı tekdüze bir metin, hiç iniş çıkışı yok. Altın değerinde cümle de pek az. Oysa romanın en önemli yanı içtenliği demiştik. Bu cümleleri ancak bu içtenlik dökebilir kâğıda. Buna şiddetle inanıyorum. Bir romanı okuduğunda bir yerlerde yüreğin kabarmalı, hattâ mümkünse iki damla gözyaşı dökmeli, ya da ağız dolusu gülmeli insan.. Bu, yazarın yüreğini eline aldığının delilidir ve bu içten ilişki okuyucuya da bulaşır, onun da içini titretir böylece. Yoksa çok iyi örülmüş bir kurgu, tumturaklı bir dil, post modern bir anlatım tek başına bunu başarmaya yetmez. Sorarlar o zaman adama, tamam da, bütün bunlar var, amenna; hani ruh, hani ya ruhun gerçek gıdası, o nerde? Sorarım size, o yoksa diğerleri ne işe yarar?. İşte Aktaş’ta bu gıda ziyadesiyle var. Muhayyilesi hayal üretme makinesi sanki. Belki kimi yerde acele etmiş, daha pişmeden servis edilmiş, o kadar. Onu da biraz okuyucuya bırakmış gibi, biraz da gelecekte yapacak gibi..

Ancak romanın bu güzel yanları yanında bazı eksikleri de yok değil, onları da belirtmeden geçersek tam bir değerlendirme yapmış olmayız. Bir kere, sadece Said-i Nursî’nin bir dönemini anlatıp öbürlerini es geçmesi bir eksiklik gibi geldi bana. İcazet aldığı zamandan Esaretten kurtulduğu dönemin sonrasına kadar olan dönemle sınırlandırılmış olması, yazarın tercihi olsa bile bence bir eksiklik. Bu bakımdan değerlendirildiğinde ilk çocukluk dönemi ve sonraki sürgün ve yargılama dönemleri ve cumhuriyetle karşılaşması ve de özellikle sonrası ya çok hızlı geçilmiş ya es geçilmiş. Oysa bayağı kapsamlı olan bu çalışmada bunların da yer alması beklenirdi. Bununla bağlantılı olarak romanın adı her ne kadar “Son Derviş Said-i Nursî” ise de bu roman daha ziyade Ermeni Serkis’in (sonradan Sait adını alan kişinin) romanı ve arka fonda da Ermenilere hem Türklerin hem de Kürt Hamidiye alaylarının uyguladığı zulmün romanı, biraz da Ermenilerin müslümanlara yaptıklarının. Metin Aktaş bu noktalarda yer yer abartıya kaşça da (gerçi roman bir abartı sanatı ama burada târihî bir romandan bahsettiğimiz için bu kavramdan bahsediyorum) engin hayal gücünü kullanarak muhteşem bir panaroma çiziyor. Oysa bu panaromayı romanın asıl kahramanı olması beklenen Said-i Nursî bendini tamamlarken de kullansaydı ne kadar iyi olurdu.

Bir de biçimsel bir eleştiri yapacağım: Bölümler arasında tam bir “a simetrik durum” söz konusu. Hâlbuki ilk bölümde Said bendini sonlandırdığında; Serksi’in geri dönüşlerle başlayan hikayesi yeni bir bölüm olabilirdi. Ve burada da bazı gereksiz ayrıntılardan kaçınsa iyi olurdu diye düşünüyorum. Son bir konu da dil meselesi. Aktaş kendisi Kürt ve Alevi, Bir Sunni müntehiyi anadili olmayan bir dille anlatması son derece önemli. Dışardan bir bakış ve dışardan bir dil. Ama bu dil konusunu sanki yazar pek önemsememiş gibi geliyor insana. Dil konusunu biraz daha sıkı tutsa, biraz daha önemsese son derece iyi olacak diye düşünüyorum.

Fakat bütün bunlara rağmen Metin Aktaş müthiş bir iş başarıyor. Kıt koşullarda işini sürdürüyor. Kaç kişi var bu dünyada bakkal dükkânı işleterek roman yazan. Sık ve seri üretiyor. Romanlarının sayısı onu aştı. Nişancı, Son Derviş öncesindeki en önemli romanı bence. Dicle, Harput’taki Hayalet ve Sürgün romanlarını da okumuş biri olarak söylüyorum bunu. Ama Aktaş bu çalışkanlığı ve performansıyla kendi esrinin zirvesini henüz yazmadı diye düşünüyorum Bunu mutlaka yazacaktır. Bir de henüz hak ettiği okur kitlesi ve tanınmışlık düzeyine de ulaşmamış durumda, bunu da bir gün yakalayacağına inanıyorum. Aktaş’ı bu değerli çabasından ötürü kutluyor ve gayretlerinin devamını diliyorum. Alternatif Yayınevini de bu çabasından dolayı tebrik ederken, onlardan da güzel eserlerin devamını bekliyorum.
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara