Türkeş'i hiç sevmemiş
Alparslan Türkeş’in korkuya dayalı bir otoritesi olduğunu söyleyen Mümtazer Türköne, onu hiç sevmediğini ve 27 Mayıs profilini de sevimsiz bulduğunu söyledi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-12-22 17:15:00
70’li yıllardaki şiddeti 74 affının tırmandırdığını söyleyen, Öcalan’la aynı sınıfta okuyan, mecburen ülkücülere katılan Mümtaz’er Türköne, Kafes Planı’yla yapılmak istenenin geçmişte kendi üzerlerinden gerçekleştirildiğini anlatıyor.
‘Bugün Kafes gibi planlarla üretilmeye çalışılan şiddeti eskiden bizim muhalefetimizle ürettiklerini düşünüyorum. Bunu sağ ve sol birlikte yaptılar. Şiddetin üretilmesine, ortamın cehenneme çevrilmesine ihtiyaç vardı. Ve biz, bu anlamda şiddet üretirken bu iş için kullanıldık.’
Geçmişi sağduyuyla değerlendirenler, bugün ondan pay çıkarabiliyor rahatlıkla; son günlerin adından en çok söz edilen kalemi Mümtaz’er Türköne gibi… 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sini bir düşünün; sokaklar alabildiğine kan kokuyor, tehlike hayatın her alanına sinmiş. Türköne’nin söylediği gibi ‘şiddetin üretilmesine, ortamın cehenneme çevrilmesine ihtiyaç vardı’ çünkü. Neden mi? Yine Türköne’nin tecrübesine kulak verelim: “Karşılıklı öfkeyi, şiddeti arttırarak ve kanı çoğaltarak bundan bir iktidar hesabı yaptıklarını ben 12 Eylül yaklaştığı zaman anladım.”
Zaten hedeflediklerine 12 Eylül’le ulaştılar: “Kin ve nefreti çoğaltarak, milleti birbirine düşman ederek, ülkeyi dar bir şeyin içine sokmuşlar. Mamak’ta yaşadıklarımın bana gösterdiği en önemli şey, askerlerin, Türkiye’yi Mamak gibi gördüklerini anlamak oldu. Yani herkesi oradaki gibi korkutarak terbiye edeceksin, döveceksin, sindireceksin, üzerlerinde baskı kuracaksın ve yöneteceksin. Bu kadar ilkel bir düşünceye sahipler.”
Mümtaz’er Hoca bu noktaya yaşadığı onca tecrübeden sonra gelmiş. Türköne, “Duyduğum değil, tecrübelerimden yola çıkarak gözlediğim şeyler var. Genellemelere vardım.” diyerek 1980 öncesi tecrübelerini, analizleriyle birleştiriyor: “Bunlar somut olarak hafızama, 12 Eylül öncesi bir arkadaşımın, gözümün önünden hiç gitmeyen yüzüyle kazınmıştır. Dursun diye bir arkadaşım vardı, akademide okuyordu. 12 Eylül’den bir ay kadar önce, Ankara’da Tuna Caddesi ile Adakale Sokağı’nın kesiştiği yerde Ziraat Mühendisleri Birliği vardı. Burası basıldı, el bombaları atıldı ve tarandı. 3 kişi öldü. Ölenlerden biri Dursun’du. Ve bu olayı solcular yapmadı. Bu olaydan sonra bir yüzbaşı yakalandı ve merkez komutanının emri ile serbest bırakıldı. Bu olay benim için 12 Eylül öncesi şiddetin nasıl üretildiğine dair somut bir hadisedir.”
Bugünkü Ergenekon süreciyle değil, ta o zamandan kuşku duymaya başlamıştır Türköne: “Aynı şekilde MHP Genel Merkezi eş zamanlı olarak basıldı. O da solcuların yaptığı bir olay değildi. Çok profesyonelce düzenlenmişti. Önce el bombalarını atıyorsunuz, sonra da tabancalarla tarıyorsunuz. Orada da iki arkadaşımız öldü. Ziraat Mühendisleri Birliği’nin basılması olayında Dursun’un cesedini de duvardan kazıdılar. Yani o kadar korkunç bir vahşetti ki. Solcuların böyle bir eylem kapasitesi yoktu. Ve sol açısından da bir anlamı yok bu eylemin. MHP Genel Merkezi’nin basılması da öyle. Orada toplumu bir şeye ikna etmeye çalıştıklarını anlıyorsunuz…”
Türköne, tarihe 16 Mart Katliamı olarak geçen, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde ülkücülerin yaptığı söylenen ve 7 öğrencinin ölümü ile sonuçlanan 1978’deki hadiseyi de bu kapsamda değerlendiriyor: “16 Mart Olayı ile MHP Genel Merkezi’nin ve Ziraat Mühendisleri Birliği’nin basılması arasında hiçbir fark yok. Mesela 16 Mart Katliamı’ndan da ülkücüler yargılanmadı. Orada da tersi var.”
Ve 8 Ekim 1978’de, Ankara’daki Bahçelievler Katliamı : “Şimdi mahkeme sonuçları var. İşte, üç kişi yatıyor o olaydan. Yatanlardan biri benim yurtta aynı odada kaldığım ve çok sevdiğim yakın bir arkadaşım, Ünal Osmanağaoğlu. Benim o dönemde talebe iken tanıdığım çok zeki, çok duygulu, çok romantik bir adamdı Ünal. Ben Ünal’ın böyle bir olayda yer almış olacağına ihtimal vermiyorum hâlâ. Olayın kendisi ile ilgili bir sürü spekülasyon yapıldı. Olay çok vahşice, psikopatça. O olayın Ülkücüler arasında da infial uyandırdığını bilmeniz lazım. Bunun birkaç sebebi var. Bu adamlar TİP’li (Türkiye İşçi Partisi) bir kere. TİP’liler ellerine silah alan adamlar değil. Solun en gevşek takımı. Bunlar light solcular, light devrimciler. TİP’lilere karşı böyle bir eylemin yapılması anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir şey değildir.”
Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas olayları da onun kafasında parçaların birleştirilmesi gerektiği hadiselerdi: “Artık Maraş Olayı’nın iyice açığa çıktığını düşünüyorum. Orada tam anlamıyla bir kontrgerilla parmağı var.”
Türköne, Çorum hakkında ise daha fazla bilgi sahibidir: “Çorum’a gidip o arkadaşlardan dinlediğim şeyler var. Mesela 2 kişi gidiyor Alevi mahallesine, ‘Sünniler mahallenizi basmaya geliyor’ diyor. Sünnilere gidiyor, ‘Aleviler karılarınıza tecavüz ediyor’ gibi laflar uyduruyor. Yani iki toplumu ayağa kaldırıyorlar. Sonra bir yerde silah patlayınca… Herkes zaten savunma durumunda. Çorum’da Aleviler tedbirliler. Tedbirli olmasalardı sanıyorum çok büyük bir katliam yaşanırdı. Amaç kan dökülsün, insanlar gırtlağına kadar kana gömülsün. Ondan sonra da bizi ancak askerî bir dikta kurtarır beklentisi topluma yerleşsin mantığı çok bariz bir şekilde bu olaylarda görülüyor.”
Bütün bu hadiseler Türköne’yi biraz daha kendine getirir: “O zaman dedim ki böyle hadiseler karşısında, ‘Ben ülkücüyüm o zaman ve en hararetli dönemimi yaşıyorum. Militanım ve sabahleyin gazeteleri açıp baktığım zaman bu işi ülkücülerin yapmadığını biliyorum. Ölenler solcu; ama bunu biz yapmadık. Bunu biliyoruz. Bunu bildiğiniz zaman acaba kim yaptı sorusu geliyor aklınıza. O zaman bu şiddetin çok masum bir şekilde üretilmediğini gördüm.”
Aslında Mümtaz’er Hoca, Türkiye’nin bir yöne doğru çekilmeye çalışıldığına dair ciddi kuşkuları ilk defa 1 Mayıs 1977 olaylarında fark etmişti: “Benim kafama 1 Mayıs 1977’de tuğla düşmüştü.” 1 Mayıs eylemi ona göre 1977 seçimlerine yönelik, CHP’nin tek başına iktidara gelmesini engellemek üzere tezgahlanmış bir eylemdi: “O dönemde özellikle kanın ortaya çıkardığı öfkeyle, futbol maçındaki gibi, ‘bir bizden, iki onlardan gitti’ hesabı yapıyordu herkes. Çok kötü bir şeydi o dönemde. Buna ikna olmak bile duyulan öfkeyi gidermiyordu. Yani gencecik arkadaşınızı toprağa koyuyorsunuz. İntikam duygusu dışında aklınıza bir şey gelmiyor. Sanıyorum şiddeti üretenler de bunu çok iyi biliyordu. Doğrusu, karşılıklı kan, öfke ve şiddeti çoğaltarak bundan bir iktidar hesabı yaptıklarını ben 12 Eylül yaklaştığı zaman anladım.”
Anlatılanlar bir film gibi geliyor insana değil mi? Ama değil. Bu bir Türkiye gerçeği. Ve bugün ortaya çıkan yeni planlara göre, filmin devamı çekilmek isteniyor. Bu filmi görenlerden biri olan Mümtaz’er Türköne de yazıları ve duruşu ile filmi yeniden izlemek istemeyenlerin arasında.
Ve bunca yaşanandan sonra, 2009 Türkiye’sindeki durum ne peki? “Ben askerlerin ancak düşmanlığın çok yoğun olduğu bir toplumda iktidar olabileceklerini, vesayetlerini sürdürebileceklerini, bunun için de düşmanlık azaldıkça düşmanlığı çoğaltmak için ellerinden geleni yaptıklarını gördüm. İşte tartışılan o Lahika ve Kafes Planı bunu gösteriyor. Yani adamlar oturup ellerindeki silahlarla, imkânlarla ‘toplumda nasıl düşmanlık üretiriz’, bunun hesabını kitabını yapıyorlar. Bu ülkeyi yönetelim de nasıl olursa olsun yönetelim mantığı bir kenara; bu ülkede yaşayan, kendi çocukları da bu ülkede yaşayacak insanlar için bence vahşetin ötesinde ahmakça bir düşünce. Ahmaklık. O Kafes Planı ahmakça bir şey. O irtica ile mücadele eylem planını alıp okuduğunuz zaman ne kadar ilkel bir kafanın, ne kadar sığ bir dünyanın o planı hazırladığını anlıyorsunuz.” Mümtaz’er Türköne, aslında bir asker çocuğu, Başçavuş Ahmet’in ya da nam-ı diğer ‘Takunyalı Başçavuş’un oğludur: “Ben babamı bildim bileli beş vakit namazını kılardı. Ben de camiye giderdim babamla. Cami subaylar, astsubaylarla dolu olurdu. Bunlar son derece normal karşılanırdı.”
Dedeleri Sinop Boyabatlı Türköne ve ailesi, Akyörük köyünün yerlilerindendir. Mümtaz’er Bey’in dedesinin dedesi, muhtemeldir ki Türk olmayanların bulunduğu bir yerde imamlık yaptığından olacak ‘Türk İmam’ diye bilinirmiş. Soyadı kanunu çıkınca da dedesi Murat Bey, imam soyadını almak mümkün olmadığından -imam önde durur- diyerekten Türköne’yi ailesi adına kaydettirmiş.
Savaşta babasını, sonra da annesini kaybederek gençken öksüz kalan Murat Bey, delikanlı çağına ulaşınca İstanbul’a gelmiş ve Kandilli’de bekçilik yaparak hayatını kazanmış. Sonra Fadime Hanım’la evlenip Ahmet adında bir çocuğu olmuş. Ahmet Bey, Kabataş Lisesi’nde okurken, biraz da hayata ‘kestirmeden’ başlayabilmek için astsubay yetiştirme okulları olan gedikli okuluna gitmiş.
Hayatını Ankaralı Nuriye Hanım’la birleştiren şair tabiatlı, çok okuyan, şiirler yazan Ahmet Başçavuş’un, sonuncusu kız olan yedi çocuğu dünyaya gelmiş. İlk çocuğunun ismini Muzaffer koymuş -ki babasının telkini ile askeriyeyi tercih ederek yakın zamanda albay rütbesiyle ordudan emekli olmuş-, ikincisinin adını ise Muammer. Üçüncüsüne gelince, serde şairlik de olunca ilk iki isimle uyumlu olsun diye Mümtaz’er ismini icat etmiş: “İsmimdeki o apostrof da başıma bela oldu.” Ahmet Bey, sonra sırasıyla Mustafa, Muhittin, Mücahit ve Müesser isimlerini koymuş çocuklarına: “Altı oğlan çocuğu, bir yerden bir yere gittiğimiz, sokağa çıktığımız zaman çete gibiydi zaten. Dışarıdan bir desteğe ihtiyacımız olmuyordu. Biliyorsunuz çocuklar yeni bir yere gittikleri zaman dışlanırlar.”
1956’da İstanbul’da, Zeynep Kamil Hastanesi’nde doğduğu için göbek adı Kamil olan Mümtaz’er Türköne, babasının işi dolayısıyla çok sık, yani 6 ayda bir falan ev, şehir değiştirir: “Ben İstanbul’da doğduktan sonra Elazığ, Gaziantep, sonra tekrar İstanbul, ardından Diyarbakır, yine İstanbul, Erzurum, oradan Kırklareli Lüleburgaz’a gittik. Tankçı olan babam bir kaza geçirince personele ayrıldı. Ve en son da Ankara’da, ağabeyimin Harbiye’den mezun olduğu 1974’te, ‘Ben oğluma selam vermem!’ diye emekli oldu.”
Bu kadar sık yer değiştirmenin çocuklara zararı, onların hiç akraba tanımadan büyümeleridir. Faydası da olmuyor değildir: “Sık şehir değiştirme, farklı kültürlere ve çevrelere karşı beni daha donanımlı kıldı. Lüleburgaz’da muhacirleri, Erzurum’da geleneksel kültürü tanıma imkânım oldu.”
Evde, okumayı seven bir babanın varlığı, Mümtaz’er için de sığınacak bir liman olan kitaplar dünyasının kapısını aralar: “Evimizde epey kitap vardı. Yaşıma göre çok büyük olanları da dâhil hepsini okudum. İlkokulda iken Mesnevi okudum. Altı ciltlik bir Hayat Ansiklopedisi vardı; tamamını okudum. Yani ansiklopedi okunur mu? Okunur. Yıllar Boyu Tarih diye çok popüler bir tarih dergisi vardı, 12 ciltlik. Onu okudum meselâ, başından sonuna kadar.”
DP’li bir ailede büyür Türköne. Menderes ve bakanları idam edildiğinde henüz beş yaşındadır, fakat annesinin sabaha kadar ağladığı hafızasında yer etmiştir. Diyarbakır’da ilkokullu olan Türköne, pek çok yer dolaştıktan sonra Lüleburgaz’da orta eğitimine devam eder. O yıllarda, sonradan 68 kuşağı diye bilinecek gençlerin banka soygunları, adam kaçırmaları gündemdedir: “Çok imrenirdik bu anarşist gençlere. Ve bir çete kurduk kendi aramızda. Çetenin adını da anarşist kelimesinin tersten okunuşu olan ‘tsişrana’ koyduk. O dönemde Yılmaz Güney filmleri moda idi. Özellikle topluma, toplumsal kurallara, okula, öğretmenlere karşı tavır alırken bu anarşist gençleri kendimize örnek aldığımızı hatırlıyorum.”
Türköne, lise diplomasını ise Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi’nden alır. Burası Çinçin Koleji diye bilinmektedir: “Ankara’nın ne kadar ipten kazıktan kurtulmuş adamı varsa oradan mezundur. Daha çok orada hayata hazırlandık galiba. Kavga etmesini, laf atmasını orada öğrendik. Bir kere yoldan geçene sataşırdık, kavga çıkarmak için. Oranın kültürü öyle. Laf atarsın, kavga çıkar, eğlenirsin.”
-Bu ortam sonraki üniversite döneminize de sirayet etti mi?
“Etti. Sanıyorum o öğrenci olaylarında çok kolay militan olmamın sebebi o Yıldırım Beyazıt Lisesi’nden edindiğim kültür. Enteresan bir şekilde çok kenarda kalmış bir lise olmasına rağmen çok başarılı oldu arkadaşlarımız. Çoğu üniversite bitirdi.”
Ahmet Başçavuş, oğlunun aslında askerî okula gitmesini arzular. Çünkü asker olmak demek ‘kazandan düşmek’ demektir aile içinde. O da sınavlara girer, harp okulunu kazanır. Fakat, askerî okulda okuyan ağabeyi ona üniversite okumasını telkin eder. O da 1973 senesinde Siyasal’a gider. Aslında, lisede iken fizik dersini çok seven Türköne, önce fizik mühendisliğine kaydını yaptırmıştır. Babasının ‘hiç olmazsa kaymakam olursun’ demesiyle ‘siyasalın ne işe yaradığını da bilmeden’ kaydını buraya alır: “Tekrar o yaşa gelsem yine siyasal okurum.” Onlar daha sonra 78 Kuşağı olarak adlandırılacaktır. Ancak doğru tanımlama Türköne’nin yaptığı gibi 68’in ikinci dönemi olsa gerektir.
ÖCALAN’LA AYNI SINIFTA OKUDUK
Siyasal’ın ikinci sınıfında iken, 1974’te beklenmedik bir şey oldu. Okuldaki hava aniden değişti. Sebebi, Bülent Ecevit’in 74 affıydı: “Türkiye’de 70’li yıllarda şiddeti tırmandıran şey 74 affıydı.” Zira 68 kuşağının önemli isimleri geri dönmüştü: “Abdullah Öcalan ile aynı sınıfta okuduk. Aftan dönmüştü. Yaşça bizden büyüktü. Mesela Mustafa Kaçaroğlu. O da afla gelmişti.”
-Öcalan’la ilgili neler hatırlıyorsunuz?
“Büyük amfide, çevresinde iki-üç tane badigard gibi adam, böyle çok kibirli ve soğuk bir şekilde dolaştığını hatırlıyorum. Bu 68 Kuşağı’nın kendisi zaten genel olarak çok kibirli, çok merhametsizdi. Hatırladığım o. Çok sevimsiz tipler. Öcalan da böyle. Soğuk bir çehre ile dolaşan sevimsiz bir tipti.”
Aftan sonra Mülkiye tekrar eski kaos dönemine döner: “Korkunç bir baskı oldu ve terör esmeye başladı. Ve afla gelenler, gelişlerini bir boykotla kutladılar. O boykota katılmadığım için dayak yedim.”
Bu hadise Mümtaz’er Türköne için nirengi noktası olur: “Ülkücülerle birlikte hareket etmeye başladım. Mecburen gittim. Tek başınıza yaşayamıyorsunuz. Bir yere sığınmanız gerekiyor. Ülkücülerle birlikte hareket ettikten altı ay sonra beni ocak başkanı yaptılar. Biraz hızlı ilerledim. Sonra Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde yönetim kurulu üyesi oldum.” Bu hızlı yükselişin kökeninde ‘tsişrana’ örgütü üyeliği ve Çinçin Koleji’nde edindiği birikimlerin de etkisi vardır.
Türköne’nin, Mülkiye’yi beraber okuduğu arkadaşlarının pek çoğu vali veya siyasetçi olur. Eski Emniyet Genel Müdürü ve milletvekili Kemal Çelik, MHP’den Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yapan Kenan Tanrıkulu, son dönemin aykırı siyasetçilerinden Abdüllatif Şener, eski AK Parti milletvekillerinden Ersönmez Yarbay, Çankırı Valiliği sırasında suikasta uğrayan Ayhan Çevik, Kırşehir Valisi iken merkeze alınan Lütfullah Bilgin bunlardan bir kısmıdır. Naci Bostancı da akademi dünyasındaki arkadaşlarından birisidir.
TÜRKEŞ DÖVECEK ZANNETTİM
Mümtaz’er Türköne, şiddetin tırmandırıldığı bu dönemlerde sürecin dışına çıkmayı başarır. Dergi çıkarıp yazma-çizme işleri ile uğraşmasıdır bunun sebebi. 1978’de, Maraş Olayları’ndan sonra sıkıyönetim ilan edilir ve bütün solcu dergiler kapatılır. Türköne de o zaman Genç Arkadaş dergisini çıkartmaktadır: “Bizim dergi kapanmadı. Ertesi hafta bir başyazı yazdım ve dergimiz kapandı. Biraz da kapansın diye yazmıştım. Çünkü kanıma dokunmuştu, bütün sol dergileri kapatırken niye bizi adam yerine koyup kapatmıyorlar diye.” Derginin sıkıyönetim idaresi tarafından kapatılması üzerine hemen Alparslan Türkeş’in karşısına çıkarılır: “Yanımda da Namık Kemal Zeybek vardı. Türkeş beni fırçaladı. Dövecek zannettim, üzerime yürüdü. Hakaret etti. Bana ‘Komünist isen komünistlerin, İslamcı isen İslamcıların yanına git. Ne işin var senin burada’ dedi. Çok ağır bir laf. Bana 9 ışığı sordu, hazırol vaziyette. Ben cevap vermedim. Çünkü çok sinirlendim. Onuruma dokundu.”
Türkeş, orada Zeybek’e, arkadaşları toplayıp Üçüncü Yol adlı bir dergi çıkarılması talimatı da verir. Basılmadan önce Zeybek tarafından kontrol edilmesini de tembihler: “Ben Namık Kemal Zeybek’e ‘böyle bir dergi çıkartmam. Çünkü Üçüncü Yol diye bir şeye inanmıyorum’ dedim. Yıllar sonra Namık Kemal Zeybek bana ‘Senin çok isyankâr bir adam olduğunu anladım o zaman’ demişti.”
MHP’Lİ HİÇ OLMADIM
Türkeş’in korkuya dayalı bir otoritesi olduğunu söyleyen Türköne, onun 27 Mayıs profilini de sevimsiz bulmaktadır: “Bizler DP’li ailelerin çocukları idik. Mesela ben Türkeş’i hiçbir zaman sevmedim. Hiç Türkeşçi olmadım. Hatta ben MHP’li de olmadım. Partiyi ve milletvekillerini, yani işte bir elleri yağda bir elleri balda, her türlü ödünü vermeye hazır, esnek politikacılar olarak görürdük.”
-27 Mayısçıların içinden tanıdığınız başkaları oldu mu?
“Ahmet Er’i, Muzaffer Özdağ’ı tanıdım. Muzaffer Özdağ mesela benim bugüne kadar tanıdığım en zeki asker. Çok kültürlü, çok birikimli. Şimdi bunu söylersem Ümit (Muzaffer Özdağ’ın profesör oğlu) çok rahatsız olur, faşist diyeceğim. Ama bu kadar zeki bir faşist hiç tanımadım yani. Tipik bir asker.”
Yayıncılıkla uğraşsa da o dönemdeki pek çokları, hatta herkes gibi o da silahlıdır: “Yani okul başkanlığı yaparken militanlık yapıyorsunuz. Silahsız dolaşmazdım ben. Korkutmak amacıyla kullandım silahı ama Allah’a şükür hiç kimseye ateş etmedim.”
Türköne, buna rağmen 12 Eylül darbesine kadarki süreçte 3-4 kez ölüm tehlikesi atlatır. Bunlardan birinde sıkı militan bir arkadaşı kara sevdaya tutulmuştur. Sarhoş olmanın da etkisiyle silahın içine bir mermi sokup Rus ruleti oynamaya başlar. Onu durdurmaya gücü yetmeyince, Türköne, “Bu oyun tek kişi ile oynanmaz!” diyerek elinden silahı alır ve onu inandırmak için bir kere tetik düşürür. O gün sağ kaldıklarına hâlâ inanamamaktadır. Bir diğeri de yine Ankara’da iken yaşanır. Yol çevirip kimlik soran bir grubun hangi taraftan olduğunu anlayana kadar ikinci kez ölümle burun buruna gelir.
1978’de mülkiyeyi bitiren Türköne, artık örgütsel işlerden kopar. Kendini geliştirerek davaya hizmet etmek ister: “Yani entelektüel güzergâhta ilerlemek bana hep daha cazip geldi. Bir de sanıyorum 12 Eylül’den önce ve sonra yaşadıklarımız. Cemil Meriç’in bir lafı vardır, ‘İnsanlar çok kırıcı idi, kitaplara sığındım’ diye. O dağdağalı hayattan sonra insan kendini orada biraz güvende hissediyor. Ve akademik hayat, üniversite de çok korunaklı bir yer. Bir de merak ettiğiniz, kendi sorularınızın peşine düşüyorsunuz.”
Türköne, 1979’da Boğaziçi Üniversitesi’nde Şerif Mardin Hoca’nın yanında doktoraya başlar. Ölümle bir randevuyu da burada atlatır: “Boğaziçi’ni bırakmamaya yol açan olaydır o. Boğaziçi’nde infaz etmeye geldiler. Tetikte olduğu için insan fark ediyor. Sınıftan bir çocuk sürekli peşimde, ayrılmıyor. Bir gün sigarayı yer gibi içiyor. Sonradan baktım üç kişi oldular. Beni görünce de hareketlendiler. Anladım olayı. Anlamasaydım zaten o kapıdan girmem gerekecekti. Yer de çok müsaitti infaz etmeye.”
12 Eylül’den önce DPT’de uzman yardımcısı olarak çalışmaktadır. Dil kursu için gittiği İngiliz Kültür Derneği’nin önünde biri onu durdurup adını söyleyerek o olup olmadığını sorar. O da ani bir refleksle “Değilim, birazdan iner.” deyince yine ölümden dönmüş olur.
Mümtaz’er Türköne, 1980’de, iki çocuğunun annesi Mualla Hanım’la evlendikten sonra aradan bir ay geçmeden 12 Eylül vuku bulur.
İnsan kişiliği hatıraları ile oluşur. 12 Eylül’den sonra, herhangi bir eylemden dolayı değil, sadece Ülkü Ocakları Genel Merkezi yöneticisi olmak suçundan (!) 15 yıl ağır hapis cezası ile 146/2’den yargılanan Türköne, iki yıl ceza alır. Bunun bir buçuk yılını gıyabi tevkif kararı ile kaçarak geçirir. 6 ay da Mamak’ta ağırlanır(!) Burada, bir yüzbaşı, uzun bir copla, gücü tükenene kadar onu ‘özel olarak’ döver: “Bir hafta yerimden kalkamadım.”
Türköne, bugün yazılarına konu ettiklerini asker düşmanlığından mı söylemektedir acaba?: “Bu bir düşmanlık değil. Ben asker çocuğuyum. Orduyu da seviyorum. Beni kimse ‘vatan haini, ordu düşmanı’ olarak nitelendiremez.”
Onun istediği, hem askerlere hem de kendi çocuklarına daha yaşanılabilir bir Türkiye teslim etmek: “12 Eylül’de bize yaşatılanlar ışığında Türkiye’nin yaşadıkları hakkındaki kanaatlerimin benim üzerimde çok büyük etkisi var. Ben askerin Türkiye’yi yönetme konusunda yeteneksiz, acımasız, öngörüsüz olduğunu 12 Eylül’de gördüm. Bize uygulanan o şiddetin hiçbir anlamı yoktu. Aptalca bir şiddetti. O şiddetin uygulandığı insanlar ancak devlete, orduya düşman olur, başka bir şey olmaz. Bir ordu niye devlete, ülkeye insanları düşman etmek için bu kadar uğraşır? Ve ben Diyarbakır’da yaşananlara da Mamak’ta yaşadıklarımın ışığında baktım. Ben TSK’yi, 12 Eylül’deki icraatları ile bu ülkede mutlaka siyasetin ve devlet yönetiminin uzağında tutulması gereken bir kurum olarak görüyorum. Bu konuda hiçbir yetenek, öngörü ve hiçbir ufukları yok.”
Şerif Mardin’in yanında doktorasına başlarken kendi sorularının peşinden giden Türköne, 1970’li yılları anlamak için ideolojilere girmeyi düşünür önce. Doktorasının yazma aşamasında ise İslamcılık yükseliştedir. Bu sefer İslamcılık üzerinden ideolojilerin dünyasını irdeler. Cemalettin Afgani üzerine master, o tatmin etmeyince de İslamcılık üzerine doktora yapar. Tanzimat üzerine de doçentlik tezini verir.
MAFYA BABASI DA OLABİLİRDİM
Türköne, Mamak’taki altı ayın ardından 1982’nin sonunda, Taha Akyol’un referansı ile Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Erol Güngör Hoca’nın asistanı olarak üniversiteye döner. Bu olay, hayatının dönüm noktasıdır: “Yani o işsizlik güçsüzlükten sonra ben mafya babası da olabilirdim. Kurtardı beni ve Erol Güngör’den çok etkilendim.”
Güngör Hoca rahmetli olunca, 83’ün sonunda da Gazi Üniversitesi’ne geçer. Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı yapar. Bu nedenle pek çok kurmay subay öğrencisi olan Türköne’nin bir albayla ilgili ilginç hatırası da vardır. Doktora vermediği için generallik alamayan albay, Türköne’ye gelip eleştiride bulunur. Bunun üzerine o da “Biz burada general rütbesi değil, doktora veriyoruz.” der. Türköne, aslında tek tek konuşulduğunda subayların son derece makul, donanımlı olduklarını düşünmektedir: “Bu donanımları ile birey olarak karşınıza aldığınız zaman entelektüel subaylar. Ben ordudaki meselenin subaylar meselesi olmadığını, orduda subay kalitesinin hâlâ çok yüksek olduğunu, fakat organizasyon ve kurumsal yapının bunu tahrip ettiğini düşünüyorum.”
Türkeş ile arası iyi olmayan Türköne, Turgut Özal konusunda ise onun İkinci Değişim Programına inanmadığından kendisini suçlu hissetmektedir bugün.
1991’den beri siyasete girmesi yönünde teklifler almasına rağmen cazip gelmediği için kabul etmeyen Türköne, 1994’ün sonundan 1999 seçimlerine kadar DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e danışmanlık yapar: “28 Şubat süreci bana mutlaka dâhil olmak ve etkide bulunmak gereken bir süreç olarak göründü. Orada biraz rol oynadım.”
-Ne yaptınız?
Mesela Tansu Hanım’a o dönemde ısrarla ‘Askerler emir almaya alışkındır.’ Ocak ayında belli idi 28 Şubat’ın geldiği. ‘Yağın, gürleyin, şunları şunları söyleyin, bunları hizaya çekin’ falan diye telkinlerimiz vardır.
-Dinledi mi sizi?
Dinlemedi. Başbakanlık için o süreci fırsat gördü. Yanlış bir hesaptı. (Necmettin) Erbakan dirayetli dursa, dirense ve hükûmetin iki ortağı koordineli olsaydı 28 Şubat süreci olmazdı. Askerler bu oyunu inanılmaz entrikacı oynuyor. Yani Tansu Hanım’a gidip ‘bizim seninle bir problemimiz yok, bizim problemimiz Erbakan’la’ diyor. Erbakan’a gidip ‘seni çok seviyoruz’ diyorlar. Hatta (Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı) Karadayı, Erbakan’a ‘Ben ortaokulu bitirene kadar beş vakit namaz kılardım Hocam’ falan demiş. Erbakan kendisi söyledi bana. Böyle muhabbetler, düşünün!
Tansu Hanım’ın hatası, orada Erbakan’ı sollayıp süreci durdurabilirdi, yapmadı. Fakat hatanın Erbakan’dan kaynaklandığını; ama en önemlisinin de askerlerden çok, dışarıda, yani medyada ve büyük sermaye çevrelerindeki hazırlığın hükûmeti durdurduğunu düşünüyorum. 28 Şubat’ın planlayıcısı (Süleyman) Demirel, asıl sahibi medya ve büyük sermayedir. Askerler sadece icracısıdır.
-Beş yıllık danışmanlığınızda neler yaptınız Tansu Hanım’la?
Daha çok fikirler işte. Ama bunları konuşmak istemiyorum. Sonuç itibarıyla mahrem şeyler. İşte Kardak Krizi, ANAP-DYP hükûmetinin kurulması görüşmeleri, sonra RP ile koalisyon oluşturulması gibi bu tür şeyler.
-“Bu ülke için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü kimin?
Kimden çıktığını söylemek diğerlerinin hukukuyla ilgili bir şey. Bir ekip çalışıyorduk zaten.
-Şükrü Karaca sizin söylediğinizi anlatıyor.
Karaca’yı bir yerde gördüm ‘Ne itirafçılık yapıyorsun? İtirafçı mısın?’ dedim. Küsüz şimdi. Benimle ilgili anlayamadığım bir sıkıntısı var. Biraz yıpratmak amacıyla söyledi onu. Yoksa bunlar mahrem şeyler. Ben yazsam bile söylememesi lazım. Yani o söz ortak bir fikrin ürünü. Benim kalemimden çıkmış metin değil.
-Üç kişiydiniz.
Hayır, benim payım yok orada. Herkesin yazdığı şey belli.
-Arkadaşınız Abdullah Çatlı ile en son 78’de görüşmüşsünüz. Ondan sonra hiç merak etmediniz mi ne olduğunu?
Valla 78’den sonra sırra kadem basan epeyce arkadaşımız oldu. Onlardan biri idi Çatlı. Ondan sonra hiç görmedim. 80’den sonra merak ettim. Çünkü 80’den sonra yurt dışına giden arkadaşların çoğu hakkında bilgi sahibi olduk. İsim değiştirip yurt dışında yaşayan arkadaşlarımız falan oldu.
-Neler yaptıklarından haberdar mıydınız?
Çatlı’yı duyuyorsunuz tabii. Herkes duyuyordu, 90’lı yıllarda, Susurluk’tan önce. Yani işte Asala örgütlenmeleri falan bunları herkes duyuyordu. Fakat ben 1978’de Siyasal’ı bitirince örgütsel işlerden kopmuştum.
2004 yılında Zaman’da yazmaya başlayan Türköne, son dönemde yazdıkları ile gündem oluşturmaya devam ediyor. Önce terörist başı için paşalık, sonra Nizam-ı Cedit Ordusu ve yeni bir ordu kurmak gerektiği konularında yazıları çıktı. Mümtaz’er Hoca, ‘tehdit ve hakaretler’ gelse de ‘büyülü alan’ olarak nitelendirdiği o konulara dokunmayı sürdürüyor.
-Süreci sabote etmek için mi yazdınız onları!
Bir tek sebebi var. Birinin yazması gerekiyor. Paşalık meselesi sağduyuya davetti biraz. Zaten öyle bir şey imkânsız; ama kanın dökülmesini durduruyorsanız o zaman farklı bakarsınız. Yani bu akıldır, mantıktır, sağduyudur. Ben bunu hatırlatmaya çalıştım. Ordunun dağıtılması meselesinde ise son derece ciddiyim. Artık içi tel tel dökülen, dokununca darmadağın olacak bir şeyden korkmak yerine ona dokunulması gerekiyor.
Askerden hem fazla tepki hem de fazla destek aldığını söyleyen Mümtaz’er Türköne, Türkiye’nin ciddi bir asker sorunu olduğunu anlatıyor sürekli: “Ben gerçekten bu ülkenin geleceğine yönelik en ciddi tehdidin, tehlikenin, kapalı kapılar arkasında iktidar hesapları yapan askerlerden geldiğini düşünüyorum. Bu, bütün sorunların da anası. Bir karargâh sorunu var. Ordu değil bu. Yani bu fitneyi fücuru üreten karargâhın ıslah edilmesi lazım. Türkiye bu karargâhtan kurtulamadığı takdirde Kürt sorununu da, hiçbir sorununu da çözemez.” Ama Türköne umutlu da: “Türkiye aslında asker sorununu da diğer bütün sorunları gibi eş zamanlı çözüyor.”
Asıl müşteri kesiminin MHP’liler olduğunu anlatan Türköne, bu kesimden ciddi destekler aldığını da belirtiyor. Ancak ülke için bir hesap yapmakla bir siyasi parti için hesap yapmanın farklı şeyler olduğunu söyleyerek, MHP’nin tutumuna dikkat çekiyor. Hatırla Sevgili’den sonra Bu Kalp Seni Unutur mu? ile de dizilere katkı sağlayan Türköne, kurt figürünün Türklerin sembolü olmadığını ve Ergenekon diye bir Türk destanı bulunmadığını anlatıyor.
1998’de, şimdi AK Parti milletvekili olan Özlem Hanım’la ikinci evliliğini yapan ve bu evliliğinden de bir çocuğu bulunan Türköne, lisede edebiyat hocası Ayvaz Gökdemir ile ilahiyat profesörü Süleyman Hayri Bolay’ın, üzerindeki emeklerini unutmuş değil. Üniversite yıllarında, Hergün Gazetesi Ankara Büro Şefi Taha Akyol hariç kimsenin yol göstermediğini de söylüyor: “Kavga, dövüşten uzak durun, okuyun, yazın diyordu bize.”
12 Eylül öncesi ile alakalı çok pişmanlığı bulunan ve 2007’de emekli olup artık İstanbul Üniversitesi’nde ders veren Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Ergenekon’u ordu içindeki sağduyulu subayların tasfiye ettiği kanaatinde: “Aklın avdet ettiği bir dönemi yaşıyoruz devlette. Ergenekon hükûmet ve yargıdan ziyade ordu içindeki sağduyulu subayların tasfiye ettiğini düşünüyorum. Orada öyle bir sağlıklı mekanizma çalışmasa, dışarıya hiçbir şey sızmaz.”
Kaynak: Aksiyon
SON VİDEO HABER
Haber Ara