Başbakan Erdoğan ile baş başa
İşte, Mısırlı ünlü yazar Fehmi Huveydi'nin Başbakan Erdoğan ile yaptığı ve dünyada ses getiren röportajı... Erdoğan: "Şimdiki Türkiye sadece içişleriyle meşgul değil, aynı zamanda çevresi ile de meşgul."
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-12-14 10:49:00
Haber Merkezi / TİMETURK
Fehmi Hüveydi*
Washington’a yolculuğu öncesinde Recep Tayyip Erdoğan, Gazze Şeridi’ndeki duruma karşı suskun kalınamayacağına işaret ederek Gazze’yi ziyaretin gündeminde yer aldığını söyledi. Aynı şekilde cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in 15 Aralık’ta gerçekleştireceği Ankara ziyaretinin de Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerde dönüm noktası olmasını arzuladığını dile getirdi. Birçok konunun ele alındığı uzun konuşma esnasında Arap ümmetinin karşılaştığı büyük zorluklara karşı koyabilmek için Arap bölünmesinin sona ermesini temenni etti.
(1)
Bu, kendisiyle ikinci görüşmemdi. İlk görüşmemiz 1994 yılında Refah Partisi’nden İstanbul Belediye başkanı seçildiğinde gerçekleşmişti. O zamanki diyalog, yönetiminde yolsuzluğun artması ve hizmetlerin bozulması nedeniyle şehrin sorunları ve sıkıntıları hakkındaydı. Sadece seçilmiş bir belediye başkanı gibi değil aynı zamanda şehre âşık, ailesinin maddi koşulları nedeniyle, eğitim masraflarını karşılayabilmek için daha küçük yaşta karpuz, simit ve gazoz satıcısı olarak dolaşmaktan sokaklarını ezberlemiş bir kişi olarak konuştu. Gürcistan asıllı babası sahil korumada basit bir asker olarak görev yapıyordu. Bu, 1916 yılında dedenin öldürülmesinden sonra o yıllarda Osmanlı devletini hedef alan Rus ve Ermeni kampanyasını püskürtme esnasında Karadeniz kıyılarından kaçan ailenin bulabildiği tek işti.
Ailenin lakabının bu geri planla alakasının olup olmadığını bilmiyorum. Ancak dostumuz “Tayyip” hep “Erdoğan” adıyla bilindi. Erdoğan kelimesi Türkçe’de “cesur genç” demek. (“er” güçlü ya da cesur, “doğan” da çocuk demek).
Tayyip bey, bir İmam Hatip lisesine girerek eğitimini sürdürmeyi başardı. Bu konuda durumu diğer dindar ailelerden farklı değildi. Ancak daha sonra ekonomi ve iş idaresi üzerine eğitimini tamamladı. O zaman yüksek enstitü olan şimdiki Marmara Üniversitesi’nden mezun oldu. Sonra, yıldızının parladığı futbolu bırakarak siyasi alana atıldı. Üstad Necmettin Erbakan’ın kurduğu Refah Partisi’nde aktif rol aldı. Bu hal kendisini İstanbul belediye başkanlığına, ardından da 1998 yılında hapse götürdü. Öyle ki “laikliği kötülüyor” suçlamasıyla 6 ay hapiste kaldı.
İlk görüşmenin üzerinden 15 yıl geçti. Refah Partisi’nde aktif bir üye ve İstanbul belediye başkanlığından Adalet ve Kalkınma Partisi ismi altında başka bir partinin liderine ve tüm Türkiye’nin başkanına; Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına dönüştü.
Kendisine ilk görüşmemizi hatırlattığımda 55 yaşında bir başbakana yakışır bir edayla hafifçe gülümsedi. Bana Arapça “ehlen ve sehlen” diyerek karşılık verdi. Bu şekilde beni konuya girmeye davet etmiş gibiydi.
(2)
Danışmanının ve dışişleri biriminin günlerdir Washington ziyareti hazırlıklarıyla meşgul olduğunu biliyordum. Ziyaretin hedefini, birkaç hafta önceki İran ve Pakistan ziyaretleriyle ilgisi olup olmadığını sordum. Bana Türkiye’nin sadece iç meseleleri ve ABD ile ikili ilişkileriyle değil aynı zamanda mensubiyeti nedeniyle sıkı bağları ve derin stratejik ilişkileri bulunan çevresi ile de meşgul olduğunu söyledi.
Bu meşguliyet, Türkiye’yi bir dizi bölgesel ve uluslararası dosyada hazır kıldı. Ortadoğu dosyalarında mevcut olduğu gibi Afganistan’da da mevcut ve orada yabancı kuvvetlerin önderliğini yapıyor. Bununla birlikte İran konusu ve uluslararası sahada büyük gürültüye sebep olan nükleer dosyasının etkileriyle de ilgileniyor. Ermenistan’la ilişkilerinin başarılı olması için Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki, birkaç yıl önce Ermenistan tarafından işgal edilen Dağlık-Karabağ bölgesi konusundaki çekişmenin çözülmesiyle aşırı ilgileniyor. Kıbrıs da aynı şekilde. Kıbrıs sadece orada Kıbrıs Türk kesimi olduğu için değil aynı zamanda Yunanlarla ilişkilerin geliştirilmesi bağlamında ilgi odağını oluşturuyor. Tüm bunlara ek olarak Avrupa Birliği ile ilişkinin gündemde ayrı bir konumu bulunuyor.
Kendisine bu önemli başlıklar arasından Ortadoğu dosyasının; özellikle de Filistin, İsrail ve İran’la ilgili olan kısmın bazı ayrıntılara ihtiyacı olduğunu belirttim. Sözümü onaylar şekilde başını salladı ve Filistin hususunda kendisini şu an en çok endişelendiren şeyin açık, büyük bir hapse dönüşen Gazze Şeridi’nin olduğunu söyleyerek herkesin bu durumu seyretmekle yetindiğini ancak bu duruma, gerek bölge ülkeleri gerek de insan haklarına saygı gösteren çağdaş dünya ülkeleri tarafından sessiz kalınmaması gerektiğini vurguladı.
Gazze’ye yönelik saldırı, tüm standartlara göre insanlık karşıtı bir suçtu. Bu saldırıda İsrail güçleri silahsız sivillere karşı beyaz fosfor kullandı. Gazze’nin yıkımı ve ehlinden 1500 kişinin ölümü, 5000’inin de yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının ardından Şermu’ş Şeyh toplantısı yapıldı. Bu toplantıda yıkılanların tamiri üzerine anlaşmaya varıldı. Bunun için milyon dolarlar tahsis edildi. Ancak karar uygulanmadı. Bu nedenle de ziyaret gündeminin konuları listesinde yerini alması doğal bir şeydi.
Erdoğan şöyle ekledi; “Bu bağlamda bizi meşgul eden iki husus daha bulunuyor. Birincisi, barış müzakerelerine dönüşün zorunlu şartı olarak yerleşimin İsrail tarafından durdurulmasıdır. İkinci olarak, İsrail ve Suriye arasında aracı olarak rolümüzü yerine getiriyoruz. İki taraf arasında şu ana kadar 5 müzakere turu yapıldı.”
Kendisine İsrail Başbakanı Bünyamin Netenyahu’nun, Türkiye’nin bu konuda aracılığını istemediğini ve Fransa’yı tercih ettiğini söylediğimde bana: “biz iki tarafın isteği üzerine aracılık yaptık. Yine böyle bir talep olursa yine aracılık yaparız. Böyle bir rağbet olmazsa da bir girişimde bulunmayız.”
(3)
Konuşma bizi, Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerin şimdiki durumuna, Ankara’nın, İsrail’in senelik “Anadolu Kartalı” tatbikatına Türk ordusuyla birlikte katılmasını engellemesine sürükledi. Bana; “İsrail’in Gazze’ye saldırıp halkını öldürmesinden sonra ordusuna “gel de bizimle eğitime katıl” dememiz makul bir şey değil. Biz halkımızın iradesiyle seçilip gelmiş bir hükümetiz. Gazze saldırıları esnasında olanlar kendisini şok eden Türk halkının duygularına karşı hareket edemeyiz. Bu kararı almamızın ardında bu duyguların önemli bir yeri oldu. Aynı zamanda da İsraillilere, herhangi bir üçüncü tarafa karşı saldırılarında bizimle ilişkilerini -her ne koşulda olursa olsun- bir koz olarak kullanamayacaklarını göstermek istedik. Böyle bir halde tarafsız da davranamayız, eli kolu bağlı da duramayız” dedi.
Kendisine elimde İsrail’in, İran’a karşı casusluk yapabilmek için Türkiye hava sahasına sızdığı ve bu adımın Türkiye liderliğini tedirgin ettiği, İsrail’in tatbikata katılımının yasaklanması kararında bu öfkenin rolü olduğu yönünde bilgiler olduğunu söyledim. Bu söylediklerime şöyle cevap verdi; “bu bilgiler doğru değil.” Sonra da kesin bir ses tonuyla ekledi; “İsrail bunu yapmış olsaydı bizden sarsıcı bir karşılık bulurdu.”
Ona İsrail sanayi ve ticaret bakanı Benjamin Ben Eliezer’in, 20 İsrailli büyük işadamı eşliğinde gerçekleştiği ziyaretin sonuçlarını sorarak Eliezer’in 1967 yılı savaşında ordu birliklerinden birinde komutan olduğunu, asker ve subaylardan oluşan 70 Mısırlı esirin tutuklandıktan sonra öldürülmesi emrini verdiğini hatırlattım.
Bana şu cevabı verdi; “O şahıs bizi bir bakan sıfatıyla ziyaret etmiştir. 1967 savaşında yaptıkları Mısır hükümetini ilgilendirir. Ziyaret iki ülke arasında yapılmış antlaşmalar çerçevesinde gerçekleşti. Bu ittifaklardan bazılarını İsrail uygulamadı.”
Kendisine bu antlaşmalardan hangilerinin Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde gerçekleştirildiğini sordum. Bana hükümetinin İsrail’le son 7 yıl boyunca sadece bir antlaşma yaptığını, bu antlaşmanın da pilotsuz uçak satın alma ile ilgili olduğunu açıklayarak; “Bu antlaşma Tel Aviv hükümeti tarafından yerine getirilmedi ve biz de ihtiyaç gereği bu uçakları kiralamak zorunda kaldık. İsrail’in önünde 3.12.2009 Perşembe gününden başlayarak kırk gün süre bulunuyor. Bu süre zarfında gereğini yerine getirmezse antlaşma fesih edilecek. Diğer antlaşmaların hepsi 2002 yılından önce yapıldı” dedi.
İran ulusal güvenlik danışmanı ve nükleer programı görüşmeleri heyetinin başkanı Said Celili’nin bir mesajla Ankara’ya geldiğini öğrendim. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da birkaç gün önce Tahran’daydı. Bundan, işin Washington gezisiyle ilgisi olduğu çıkarımı yaparak bunun doğru olup olmadığını sordum. Bana şu cevabı verdi; “Türkiye ve İran arasındaki güçlü ilişkiler yeni değil. 1939 yılında iki ülke arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması bu ilişkileri belgelemiştir. İmani ilişkilerimizin yanı sıra kültür ve sanatta ortak bir tarihimiz bulunmaktadır.” (belki de laiklerin önde gelenleri kendisine karşı kullanabilir düşüncesiyle “İslami” kelimesini zikretmedi).
Erdoğan, buna ek olarak İran’ın durumunun Türkiye’nin ulusal güvenliğinin yapıcı unsurlarından biri haline geldiğini belirterek; “desteklediğimiz nükleer barışçıl programı Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve siyasi olarak Türkiye bayrağı altında sayılan Orta Asya ülkelerinde mevcuttur. Aynı zamanda İran, Rusya’dan sonra gaz kaynağı olarak dayandığımız ikinci ülkedir. Bu nedenle onun istikrarı bizi aşırı ilgilendiriyor. Amerika ve Batı ile ilişkilerinin gerilmesi bizi endişelendirmelidir. Bunun için aramızdaki anlayış ve dayanışmanın sürmesi normaldir. İran dosyasının Washington ziyaretinin gündeminde yer alması da garipsenecek bir durum değildir.
(4)
Başbakan Erdoğan İran’a ziyaretinin akabinde düzenlediği basın toplantısında iki ülke arasındaki yardımlaşmanın bölgedeki boşluğu doldurmaya muktedir olduğunu söyledi. Bu hususta kendisinden açıklama istediğimde bana, Ortadoğu’daki kuvvet üçgeninin üçüncü kenarı olarak Mısır da dâhil olmazsa bu çabanın yetersiz kalacağını söyledi.
Ardından sözümü düzelterek şöyle dedi; “Türkiye ve İran arasındaki anlayış, iki ülkeyi ilgilendiren meselelerde büyük ilerleme kaydetti. Şu bilinmelidir ki bu iki ülke, bölgedeki en etkin iki ülke haline geldi. İran’la aramızda ticari alışveriş şu anda 10 milyar dolar. Bu rakamın kısa süre zarfında 30 milyar dolara çıkmasını temenni ediyoruz. Demek istediğim iki ülke de Ortadoğu’da, birbirlerinin içişlerine karışmadan büyük bir rol oynayabilecek konumda.
Mısır’a gelince o, rolü göz ardı edilemeyecek büyük bir Arap devleti. Mısır’la aramızda iyi bir anlayış söz konusu. Zira bu anlayışın, Gazze’ye saldırının durdurulmasına katkısı oldu. Ayrıca aramızda ekonomik yardımlaşma bulunuyor. Yine de cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in içinde bulunduğumuz ayın 15’inde yapacağı ziyareti bekliyoruz. Bu ziyaretin Türkiye-Arap ülkeleri işbirliği yürüyüşünde bizi yeni bir döneme taşımayı gerçekleştirecek bir atılım olmasını temenni ediyoruz.”
Bu noktada Erdoğan sözümü keserek son Libya ziyaretinden sonra Araplar arasındaki anlaşmazlıkların iyice arttığını, acilen giderilmesi gereken bir konuma ulaştığını fark ettiğini, bu hususta rol oynaması için emelin büyük Arap devletlerine bağlı olduğunu ifade etti.
Kendisine sordum: Önce Suriye, Ürdün, Libya ve Arnavutluk’la vizelerin kaldırılmasının ardından bu yöndeki bir sonraki adımınız ne olacak? Bana şu cevabı verdi; “Türkiye, komşuları ile konuşamadan on yıllar geçirdi. İşler tamamen; 180 derece değişti. Nitekim hepsine köprülerini ve ellerini uzattı. Komşularıyla tüm sorunlarını çözdü. Tüm Arap ülkeleriyle, Avrupa’nın ziyaretçilerine –İngiltere hariç- tüm ülkelerinde dolaşmasına izin veren Schengen vizesi gibi tek vize uygulamasında anlaşacağımız günü sabırsızlıkla bekliyoruz.”
Şöyle sordum: Bu yönelim “Yeni Osmanlılar” siyasetinden doğan bir şey mi? Başbakan şöyle dedi: “Bu hatalı bir terim ve bu terimi kullanmayı sevmiyorum. Ayrıca geçmişin değerini azaltıyor ve unutulmuş, yeniden canlandırılmasına ihtiyaç olmayan, sadece imkân varsa derslerinden öğrenip faydalanabileceğimiz bir merhaleymiş çağrışımı yapıyor. Biz insanların duygularını gıdıklayan romantik bir gelecek kurmaya çalışmıyoruz. Bizim çalıştığımız en büyük ortak ekonomik ve ticari işbirliğini sağlamayı başarmaktır. Çünkü çıkarların eşit ölçüde değişimi, halklar arasında barış ve bir arada istikrarlı bir şekilde yaşamanın kapılarını açıyor. Türkiye’nin küresel ekonomik krizi atlatmasının sebebi budur. Çünkü sadece bir yönlü ilişkilerine dayanmadı. Aksine faaliyetlerini ülkelerde daha geniş daireye yaydı, çarşılarını, sonra da ekonomik çarşılarını çeşitlendirdi.”
(5)
Bundan önce diyalogun etrafında dönmesini istediğim odak hakkında ofisine bilgi gönderdim. Hükümetinin, geçtiğimiz yüzyılın yirmili yıllarında İslam halifeliğinin ortadan kaldırılıp Kemalistlerin iktidara gelmesinden sonra Türkiye’de gerçek güç ve karar sahibi sayılan ordu ile ilişkisi merkezli bir diyalog hazırladım. Zira bu ilişkide son sene, bazı komutanların gizli Ergenekon Örgütü’ne karıştığının keşfedilmesinden sonra fırtınalar koptu. Ülkedeki suikast ve provokasyon eylemlerinin birçoğunun arkasında ordunun yer aldığı ortaya çıktı. Son olarak bulunan bir belge de Adalet Partisi’ni düşürmek için suikast ve gösteri kampanyası hazırlıklarından bahsediyordu.
Aynı şekilde Erdoğan’ın, çağdaş Türkiye tarihinde bazı eski silahlı kuvvetler komutanlarının ilk defa sivil mahkeme önünde şahitlik yapmak için çağırılmalarının ardından ordu komutanlarıyla bir toplantı yapmak üzere olduğunu biliyordum. Ancak başdanışmanı bana böylesi hassas bir konuda konuşup yanlış anlaşılacak bir kelime kullanmaktan çekindiğini söyledi. Zira bazı insanlar Erdoğan’ın grubu tarafından işaret edilen bir sorunun olayların gidişatına etkisinin olduğunu düşünebilir. Onların bu ince hesaplarını yerinde buldum ve başbakana Ergenekon Örgütü dosyasını sordum. Bana dosyanın mahkeme önünde olduğunu, mahkemede görülen bir dava hakkında sonuçlanmadan yorum yapmanın yasal olmadığını açıkladı.
Konu etrafında dönmeye çalışarak kendisine maruz kaldığı suikastların sayısını sordum. (bildiğim kadarıyla biri geçen ay ortaya çıktı). Bana, bu girişimler hakkında bilmediklerinin bildiklerinden daha fazla olduğunu, bildikleri arasında da kaç kere olduğunun yer almadığını belirtti.
Sonunda konuyu değiştirdim ve Avrupa Birliği’nde muhalif güçler giderek artmasına karşın Avrupa Birliği’ne girme hususuna iyimser bakıp bakmadığını sordum. Bana hükümetinin son yedi senede birçok gözlem duyduğunu, ancak bunların siyasi reformlara devam etmesini engellemediğini ifade etti. Yani söylediklerinden temkinli iyimser olduğunu çıkarabiliriz.
Bana tahsis edilen doksan dakikayı aşmıştım. Başbakanın yardımcılarının Washington’a gidecek dosyaların tartışmasının tamamlanması için kendisini yan odada beklemekte olduklarını, Erdoğan’ın da saatine bakmaya başladığını fark ettim. Evraklarımı dürdüm ve kalan sorularımı üçüncü bir görüşmeye erteleyerek oradan ayrıldım. Bu görüşmenin, Erdoğan’ın kendisini cumhurbaşkanlığı adaylığına koyacağı 2012 yılından daha geç olmamasını temenni ederim. Bu, Ankara’da ilan edilmiş en büyük sır oldu.
*Mısırlı ünlü düşünür yazar
Bu makale Defne Bayrak tarafından www.timeturk.com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara