Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Mısırlı papaz “Hak üzerine referandum olmaz”

Arap basınında bugün İsviçre’de minarenin yasaklanması, ABD kongresinin Arap kanallarına ambargo girişimi ve Filistinli mülteciler meselesi gündeme geliyor.

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-12-11 11:47:00

Mısırlı papaz “Hak üzerine referandum olmaz”
Hamza Muhammed / Timeturk

Arap gazeteleri bugün yine İsviçre’de referandumla minare yapımının yasaklanmasını ön plana çıkarıyor. Mısırlı Papaz Safut El-Beyadi, vatandaşların hakları üzerine oylama yapılamayacağı, bunun özgürlüklerin kısıtlanması anlamına geldiği değerlendirmesinde bulunarak, Müslümanların yanında olduklarını vurguladı. Diğer yandan Amerikan kongresinin özellikle El-Menar ve Kudüs kanallarını hedef alan yasa tasarısını kabul etmesi ele alınıyor. Kendisini özgürlüklerin ve demokrasinin temsilcisi addeden bir ülkeden böylesi bir kararın çıkması garipsenerek kınanıyor. Son olarak gündeme taşınan konu ise Filistinli mülteciler.

Son zamanlarda Lübnan’da Filistinli mültecilerin yerleştirileceği yönünde duyulan endişelere cevap niteliği taşıyan yorumda Filistinli mültecilerin Lübnan’da ya da başka bir ülkede yerleşmeyi istemedikleri, böyle bir gayelerinin olmadığı aksine yurtlarına dönebilmek için silah dahi tuttukları, önlerine çıkan engelin ise daima Arap devletler ve İsrail olduğu belirtiliyor.

Mısır’daki Anglikan kilisesi başkanı Dr. Papaz Safut El-Beyadi, Mısır'dan yayımlanan El-Ehram gazetesindeki “İsviçre referandumu ve Müslümanların duyguları” başlıklı yorumunda şu ifadelere yer veriyor; “Hiç şüphesiz vatandaşlık haklarından biri üzerine referandum yapmak doğru değildir. Haklar, alınan görüşlere boyun eğmez. Her vatandaşın ibadetini layık olan, bilinen ve tüm ülkelerde bilinen mekanlarda yapma hakkına sahiptir. Herhangi bir ülkenin bilinen şekliyle yapılmasına izin verdiği minare başkalarının; özellikle de bu ülkelerde mevcut, tüm dünyanın bildiği çeşitli mimariye sahip kiliselerin haklarını ellerinden almaz. İsviçre yüksek mahkemesinin ya da anayasa mahkemesinin bu uygulamayı; yani minare inşasının engellenmesini onaylayacağını sanmıyorum. Dahası bu hususta referandum yapılması bile dünyanın her tarafındaki genel kurallara, anayasaların birçoğuna ve baskın örflere ters düşmektedir.

İsviçre siyasi sisteminin laik olduğunu ve İsviçreli Hıristiyan din adamına ülkenin sokaklarında dini elbiseyle dolaşmasına, bu elbisenin kendisine dini üstünlüğü bulunduğu izlenimi verdiği için izin vermediğini biliyorum. Din adamı özel elbisesini kilisede giyer, sokakta değil. Yoksa büyük bir tazminat ödemek zorunda bırakılır. Ancak bir camiye minare dikilmesi sadece bu binaya işaret eder ya da bu mekanın Müslümanların ibadetine has bir yer olduğuna. Minarenin ya da caminin konumunun diğer dinlerin ibadethaneleri olan kilise veya mabetlerden hiçbir farkı yoktur.

Ancak meşru bir hak üzerine referandum yapılmasının talep edilmesinde benim kanımca anayasayal aykırılık söz konusudur. Çünkü referandumun kendisi, çalışan, üzerlerine düşen vergileri ödeyen ve vatandaşların çoğunun boyun eğdiği kanunlara uyan bir grup vatandaşın hürriyetini kısıtlamaktır.

Müftü efendinin İsviçre’de olanlardan duyduğu şiddetli sıkıntıyı dile getirdiği bildirisini okudum. Bu tamamen hakkı. Biz onunlayız. Hatta İsviçre’nin yaptığına karşı sesimi ve daraldığımı ben de ifade ediyorum.”

Şimdi de basın özgürlüğüne ambargo

Londra’dan yayımlanan El-Kudsü’l Arabi gazetesi bugünkü “Menar ve Kudüs televizyon istasyonlarının hedef alınması” başlıklı yorumunda şu ifadelere yer veriyor; “Amerikan kongresi, sanki Arap bölgesinin Amerikan yasasına boyun eğen ve Beyaz Saray’dan yönetilen ABD eyaletleriymiş gibi davranıyor. Bir Arap devletini ya da diğerini suçlayan bir oylama yapmadan ya da yasa çıkarmadan veya da üçüncüsüne yada dördüncüsüne ekonomik ambargo getirilmeden bir yıl geçmiyor.

Keşke iş bu kadarla sınırlı kalsa. Aksine hayatımızın günlük en ince ayrıntılarına dahi müdahale ediyor. Bir gün gelir de kongrenin üyeleri ne yiyip içeceğimize, ne tür elbiseler giyeceğimize karar verirse şaşmayız.

Geçtiğimiz Salı günü Amerikan parlamento meclisi, Amerikan başkanından kongreye Orta Doğu’daki televizyonlarda Amerika’ya karşı şiddetin teşviki hususunda rapor vermesini isteyen bir yasa tasarısını benimsedi. Parlamento meclisi bu yasa tasarısını 395’e karşılık 3 gibi ezici bir üstünlükle kabul etti. Bu yeni kanun ABD başkanından her 6 ayda bir bu konuda rapor sunmasını talep ediyor.

Bu kanunun hedefinde yer alan kanallar ise Lübnan’daki Hizbullah tarafından desteklenen El-Menar kanalı ile Gazze’de Hamas İslami Direniş Hareketi liderleri tarafından yönetilen; Gazze hükümetine bağlı El-Aksa televizyonu. Bu kanunun, Amerika’nın Arap ve İslam dünyasında uyguladığı egemenlik politikalarını eleştiren herhangi başka Arap televizyonunu ya da bunu “görüş özgürlüğü” bağlamında yapan şahısları hedef alması da mümkün.

Biz böylesi bir kanunun, liberal hür dünyanın lideri olduğunu savunan, tüm dünyada ifade özgürlüklerini savunma mesuliyetini üzerine alan ve bu hürriyetleri çiğneyen devletler ve örgütler hakkında senelik listeler yayımlayan bir ülkenin parlamento meclisi tarafından onaylanmasını garipsiyoruz.

Bizler ABD’ye karşı kışkırtma hikayesinin doğru olduğunu varsayarsak Amerika’nın en faziletli parlamento meclisi üyelerinin, ister Hizbullah’a ister Hamas’a tabi olsun Arap televizyon istasyonlarının İsveç’e saldırmadığını hatırlamasını isterdik. Bu teşvik hikayesi kesinlikle doğru değil. Sebebi de çok basit. Çünkü İsveç, Hollanda ya da Brezilya başka devletleri işgal edip o ülke evlatlarından yüz binlercesini öldürmüyor.”

Mülteciler yerleşim değil vatanlarını istiyor

Filistin’den yayımlanan El-Kudüs gazetesi bugünkü “Mülteciler meselesi Filistin-İsrail çatışmasının özü” başlıklı yorumunda şu ifadelere yer veriyor; “Filistinli mülteciler 1948 savaşı ve Arapların Yahudi militanlar karşısında hezimete uğramasının neticesinde yerlerini terk etmek zorunda kaldıklarından beri insanın katlanamayacağı zorluklar içinde yaşıyor. En basit sivil, siyasi ve insani haktan mahrumlar. Yurtlarından ayrılmalarının üzerinden geçen 62 yılla beraber onların sayıları da arttıkça arttı ve 5 milyona ulaştı. Ancak büyük çoğunluğu İsrail’i çevreleyen ülkelerde; özellikle de Ürdün, Suriye ve Lübnan’da yaşıyor.

İşin üzücü tarafı Arap ülkelerinin, bu davayı sadece bir insani dava olarak gören dünyanın yönelimine kendisini kaptırmış olmasıdır. Yani bu görüşe göre mültecilerin tek ihtiyacı olan karınlarını doyuracak kadar yemek ile bağışta bulunan ülkelerin katılımının azlığı bahanesi altında senelerin geçmesiyle gerilemiş sağlık ve eğitim hizmetleri sunulması.

Ev sahibi ülkelerin mülteciler sorununu çözmesi gerekirdi ancak bu dava için varlığı gerekli askeri çözüm 1967 yılında Arap Orduları’nın İsrail karşısında ikinci bir kere yenilgiye uğramasıyla buhar olup uçtu. Bu şekilde mülteciler meselesi, Uluslar arası Meşruiyet kararları Arap devletlerinin elinde –eğer bu kronik dosyayı kapatma isteklerinde ciddi iseler- bir koz olmasına karşın askıda kaldı.

Ebu Mazin’in bu haftaki Lübnan ziyareti bu meseleyi unutmak isteyenlere hatırlatmak babındandı. Kardeş Lübnan mültecilere ev sahipliği yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Ancak mültecilerin Lübnan’daki yaşam koşulları aşırı kötü. Yaklaşık 60 işte çalışmaları yasak, sağlık koşullarının noksan olduğu kamplara yapı malzemelerinin sokulması yasak. Dar yollarına neredeyse güneş girmiyor. Binaları harap, dar ve sıkışık. Burada sorulması gereken soru şu: Neden mültecilerin Lübnan’da sıkıntıları sürüyor? Neden her insan gibi onların da yaşam koşulları iyileşmiyor?

Orada burada yerleştirilmelerinin reddedildiğini duyuyoruz. Sanki mülteciler yerleşim istiyor ya da bunun için can atıyor…Gerek Lübnan’daki gerek diğer mekanlardaki mülteciler vatanlarına dönebilmek için bütün çabalarını harcadı. Bazen silah taşıdı. Ancak Arap ülkeleri ve İsrail hep karşılarına çıktı. Bu şekilde girişimler, diğer askıdaki meseleler gibi davanın barışçıl yolla çözülmesi alternatifine veda etti. Mülteciler Lübnan’da ve diğer ülkelerde ne yapsın?

Arap kardeşler, özünü mültecilerin oluşturduğu Filistin davasının çözümünü de askeri seçeneği de uzaklaştırdı. Bu davayı siyasi önceliklerinin başına koyup da samimi bir çaba harcamadı. Oysa imkanları ve uluslar arası ağırlıkları ölçüsünde baskı yapsalardı belki bu mesele Uluslar arası Meşruiyet kararları esasına göre çözülürdü. Ayrıca Filistinlilere genel muamelede bulunurken mültecilere kimsenin razı gelmeyeceği; dünyevi bir şekilde davranıyor.”

Haber Ara