Mu’tezile’nin İslam düşünce tarihindeki yeri
Kader ve insanın sorumluluğu konusunda hicri 72-100 yıllarında yazılan ilk risaleleri inceleyen Doç. Dr. Özcan Taşçı "Elimizde ilk dönem Mu’tezilesine ait hiçbir eser bulunmuyor” dedi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-12-08 17:56:00
Asım Öz / TIMETURK
Hz. Osman döneminden itibaren yaşanan iç savaşlar kader ve buna bağlı olarak da insanın sorumluluğu meselesinin tartışılmasına, teolojik anlamda ilk fırkaların doğmasına yol açmıştır. Kaderiye ve Cebriye olarak bilinen ve zaman içerisinde kabuk değiştirerek Mu'tezile ve Eş'ariliğin temellerini oluşturan bu ilk kelam fırkalarının çıkışı ilk yüzyıla kadar götürülebilir. Doç.Dr.Özcan Taşçı İlk Kelâm Risalelerine Göre Kader ve İnsanın Sorumluluğu adlı kitabında, kader ve insanın sorumluluğu konusunda hicri 72-100 yıllarında yazılan ilk risaleleri bu açıdan inceliyor.Taşçı ile kitabını konuştuk.
Önce genel bir soruyla başlayalım: Mu’tezile’nin İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?
Mu’tezile, Kur’an’ın hakim kılmaya çalıştığı, bireyin, özgürce başkalarını taklit etmeden aklını kullanması ilkesini kendisine şiar edinen ilk İslam ekolüdür. Bu ilke yüzyıllar sonra aydınlanma döneminin en önemli filozofu olan Kant’ı da etkilemiştir. O, yazmış olduğu, “Was ist Aufklärung” (Aydınlanma Nedir?) adlı makalesinde bu ilkeyi ortaya koymaya çalışmaktadır.
İlk dönem Mu’tezile’sine dair eserlerin kaybolduğu ifade ediliyor. Bu doğru mu?
Üzülerek söylemek gerekirse maalesef doğrudur. Elimizde ilk dönem Mu’tezilesine ait (Miladi 847 öncesi) herhangi hiçbir eser bulunmamaktadır. Bize kadar ancak, Hasan Basri’nin Abdülmelik b. Mervan’a yazdığı kader risalesi ile Vasıl b. Ata’ya ait bir hutbe o da başka eserler içerisinde, gelebilmiştir. Mu’tezile’ye ait eserler büyük oranda mihne hadiselerinden sonra (847’den sonra) Selefiye ve ehl-i Hadis taraftarları tarafından imha edilmişlerdir.
Mu’tezile ve Kaderiye adlandırmaları arasındaki benzerlik ve farklılıklar nelerdir?
Kaderiye mensupları Mu’tezile’nin ilk temsilcileri ve öncüleri konumundadırlar. Kaderiye ekolünün en önemli temsilcisi Hasan Basri’dir (642-728). Bundan başka Mu’tezile Kaderiye’ye nazaran daha sistematik ve felsefeyi daha fazla kullanan bir ekoldür. Mu’tezile’yi sistematik hale getiren Ebu’l-Huzeyl Allaf ve İbrahim en-Nazzam’dır. Şunun da belirtilmesi gerekir ki bu isimlendirmeler başka fırkalar tarafından daha sonraları yapılmıştır. Örneğin elbette ki Hasan Basri kendisini kaderiye diye adlandırmıyordu; yahut Mu’tezile kendisini Mu’tezile diye adlandırmıyordu. Mu’tezile kendisini “ehlü’l-Adl ve’t-Tevhid” (Adalet ve Tevhid ehli) olarak isimlendirmişti.
Cebr ve ihtiyar tartışmaları nasıl bir toplumsallık içinde ortaya çıkmıştır?
Şunu hemen belirtmek isterim ki insanın yapıp-ettiklerinde hür olmadığı ve aklın da hiçbir fonksiyonunun olmadığı düşüncesini savunan cebr yani fatalizm düşüncesi diğer tüm toplumlarda ve dinlerde olduğu gibi, İslam öncesi Arap toplumuna da hakimdi. İslam yeryüzüne, daha önce çok az sayıda insan tarafından temsil edilip savunulan bireyin yapıp-ettiklerinde büyük oranda hür olduğu ve aklın da onun yapıp-ettiklerinde belirleyici olduğu fikrini yerleştirmiştir. İlk dönemde Hz. Peygamber ve onun ashabının büyük çoğunluğu bu yol üzereydi. Bundan dolayı da insana büyük oranda sorumluluk yüklenmişti. Yani mademki insan yapıp-ettiklerinde hürdür, bu durumda da yaptıkları işlerde sorumluluk tam anlamıyla ona aittir. Bu düşünce Müslümanları çok kısa süre içerisinde dünyaya hakim bir topluluk haline getirmişti. Ancak ilerleyen zamanlarda, Müslümanlar içerisinde Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında başlayan iktidar kavgaları ve bunun akabinde Emevilerin iktidarı kanla ele geçirmeleri sonucu, bu işin sorumlularının kimler olduğu; ölen ya da öldürülen sahabelerin durumlarının ahirette ne olacağı konusunda itikadi eksenli tartışmalar yaşanmıştır. İlk dönemde etkin olan Hasan Basri’nin ya da onun temsil ettiği ve de daha sonraları kaderiye diye isimlendirilen ekolün bu konudaki tutumu Kur’an’a uygun olarak, haksız yere kan dökenlerin yaptıklarından tamamen sorumlu olduklarını bu yüzden de ceza görecekleri bağlamındadır. Bunun karşısında, Kur’an’ın benimsemediği cebriye taraftarları ise, Emevi iktidarının yaptıklarını haklı çıkarmak için insanın yapıp-ettiklerinde -fiillerinde hür olmadığı için- hiçbir dahli olmadığı düşüncesini öne sürmüşlerdir. Öyle ya mademki insan fiillerinde hür değildir, o halde onun örneğin, adam öldürmesi tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Yani bu adam öldürme işi insanın değil Allah’ın fiilidir. Bu cebriye düşüncesi Emevilerin ekmeğine yağ sürmekteydi. Bundan dolayı da onlar bu düşünceyi hakim kılmak için büyük gayret göstermişlerdir. Çünkü iktidarı kanla ve haksız yere ele geçirecekler, sonra da dönüp büyük halk kitlelerine bu işi kendilerine yaptıranın Allah olduğunu söyleyeceklerdi.
Peki Mu’tezile’nin düşünce temelli muhalefeti ile dönemin diğer muhalefet hareketleri arasındaki farklılıklar nelerdir?
Mu’tezile’nin muhalefeti daha ziyade inanç merkezli idi. Oysa Şia, Haricilik gibi mezheplerin muhalefeti ise daha ziyade siyasi amaçlı idi.
Mu’tezile’ye ilişkin olumsuz nitelemelerin kaynağı ve değeri hakkında neler söylenebilir?
Bunlardan birincisi, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, siyasi otoritelerini haksız yere insanların kanları üzerine kuran Emevi iktidarının yaptığı kasıtlı ve programlı bir karalama kampanyasıdır. İkincisi, diğer dinlerden İslam’a geçip de eski dinlerindeki, insana hiçbir değer atfetmeyen cebri düşüncelerinden kurtulamayan insanların Mu’tezile’ye karşı oluşturdukları karalama kampanyasıdır. Bunlar içerisinde elbette ki samimi olarak Müslüman olup da eski inançlarından tamamen kurtulamayanlar olduğu gibi, eski dinlerinin saçmalıklarını gün yüzüne çıkaran Mu’tezile’ye karşı kinlerinden ve de Müslümanların fikirlerini bozmak amacıyla, onların dinine geçmiş gibi görünenler de vardı. Bir diğeri, Mu’tezile’nin Abbasi halifeleri Me’mun, Mu’tasım ve Vasık zamanında gerçekleştirilen mihne hadislerine alet olmalarıdır. Onlar böylece haklı durumda iken, büyük halk kitleleri karşısında haksız duruma düşmüşlerdir. Sonuncu olarak da Mu’tezile’nin savunduğu öğreti ve metot büyük halk yığınları tarafından tasvip görmemiştir: zira düşünmek ve akl etmek suretiyle yeni şeylere ulaşmak insanların büyük bölümüne zor gelmektedir.
Vasıl b. Ata ile ilgili rivayetleri ihtiyatla karşılamak gerekir diyorsunuz. Niçin?
Bilindiği üzere hemen hemen her ekol kurucusu hakkında çok değişik efsane ve hikayeler anlatılmıştır ki bunların büyük bölümü doğru değildir. Bundan başka belki de daha da önemlisi, Vasıl b. Ata’nın Hasan Basri’nin öğrencisi olmadığını ispatlamak için yalan-yanlış bir çok uydurma haber nakledilmiştir.
Mute’zile ile ilgili olarak üretilen ve yaygınlık kazanan bu türden başka örnekler var mı?
Elbette ki. Örneğin Mu’tezile’nin bu dinin Mecusileri olduğu, hatta onların gayr-i Müslimlerden bile daha tehlikeli oldukları görüşü hakim kılınmaya çalışılmıştır.
Oryantalist çalışmaların Mu’tezile’ye ilişkin tasavvurları nasıl?
Aydınlanma dönemiyle birlikte akla önemli bir yer verilip, bireyin fiillerinde hür olduğu fikri hakim kılındıktan sonra İslam üzerine yapılan çalışmalarda gözler Mu’tezile’ye çevrildi. Bunun nedeni esasen İslam’ı karalamak içindi. Zira kitabımda da öne çıkarmaya çalıştığım gibi özellikle Ehl-i Sünnet tarafından Mu’tezile’nin kaynağının İslam dışı olduğuna dair düşünce iyiden iyiye yerleştirilmiş, dolayısıyla da hür düşünce ve akıl güya diğer dinlerden alınmış gibi bir izlenim İslam toplumuna hakim kılınmıştır. İşte oryantalistler de, bunu oldukça iyi kullanmışlar ve adeta “işte bakın Müslümanlar akla önem vermeyen fatalist insanlardır. Dışarıdan gelen hür düşünceyi ve aklı savunan Mu’tezile’yi yok etmişlerdir” diye yüzyıllardır haykırmışlardır. Asım Bey, şunu en açık şekilde ben de haykırmak istiyorum ki, Kutsal Kitabında aklı öven ve hür düşünceyi savunan tek din İslam’dır. Diğer tüm dinler ve kutsal kitapları aklı kullanmayı hoş görmezler, insanın Allah karşısında bazı fiillerinde dahi hür olması düşüncesini kabul etmezler.
Mu’tezile’nin gelişiminde dış etkilere vurgu yapılarak onun herhangi bir özgünlüğünün olmadığını iddia eden çalışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Bunlar tamamen ya bilgisizlikten ya da kasıtlı olarak ortaya atılan fikirlerdir. Kaderi inkar eden Hasan Basri’yi yüceltip Ehl-i Sünnet ekolünün kurucusu olarak kabul ederken, aynı düşünceleri paylaşan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’i İslam dışı olarak göreceksiniz. Bu kendi içerisinde açık bir paradoksu göstermektedir.
Hasan Basri’nin Mu’tezile ile ilişkisi nasıl? Onun düşüncelerinin Mu’tezile ile paralellik taşıyan yönleri nelerdir?
Hasan Basri Basra’da ilk dönem İslam toplumuna yön veren en önemli şahıslardan biridir. Öyle ki Ehl-i Sünnet de dahil hemen hemen tüm ekoller kendi ekollerinin kurucusu olarak Hasan Basri’yi göstermek için adeta sıraya dizilmişlerdir. Ancak Hasan Basri açıkça insanın tüm fiillerinde özgür olduğu fikri savunan ve bu anlamda da Kaderiye ve Mu’tezile’nin öncüsü sayılması gereken önemli bir alimdir. İnsanın fiilleri konusunda o tamamen Kaderiye ve Mu’tezile’nin düşüncesini paylaşmaktadır. Büyük günah meselesinde de aynı paralellik gözden kaçmamaktadır.
Bu nitelemeler zaman içinde Mu^tezile’nin marjinalleşmesinde etkili olmuş mudur?
Elbette ki. Halk tarafından çok fazla rağbet görmemesine ve kitlesel bir ekol olamamasına neden olmuştur.
Mu’tezile’nin sahih İslam anlayışını koruma sürecinde Kur'an’ın yanında ikinci bir naklin otoritesini kabul etmemesinin nedenleri nedir?
İslam’dan önceki dinlere baktığımızda, onların bozulma ve tahrif edilme süreçleri hep aynı şekilde gerçekleşmiştir: Allah ilk önce peygamber vasıtasıyla vahiy gönderiyor fakat daha sonra dini tekellerinde tutanlar bu gelen vahyin yanında bir de peygambere gelen sözlü vahyin olduğunu iddia ediyorlar, bu sözlü vahyin de kendilerine önceki din öğreticileri tarafından aktarıldığını söylüyorlar, böylece de kendilerini dini anlamada ve anlatmada tek yetkili mercii yapıyorlardı. Son aşamada da Allah tarafından gönderilen vahyi, kutsal kitabı tahrif ederek peygamberden aldıklarını iddia ettikleri sözleri, yani kendi sözlerini halka kabul ettiriyorlardı. Bu şekilde din adamı sınıfı oluşmuş oluyordu. İslam’da ise Kur’an’ı Allah koruma altına aldığı için Ona dokunamamışlar, ancak Peygamber’e Onun yanında ikinci bir kaynak verildi demek suretiyle hadisleri, dikkat edin lütfen sünneti demiyorum, Kur’an’ın yanında ikinci bir otorite konumuna yükseltiyorlardı. Hatta bazı hadis kaynaklarında hadislerin Kur’an’ın üzerinde bile olduğu öne sürülmektedir: Kur’an’ı anlamak ancak hadislerle mümkün olur demektedirler. Mu’tezile buna itiraz etmişti. Çünkü böyle bir anlayış, Kur’an’ın otoritesini zayıflatabilirdi. Ayrıca bu durum din adamlarının dini tekellerine alması gibi bir sonucu doğurabilirdi. Bundan başka her fırka kendi din anlayışına uygun hadisler uydurmak suretiyle farklı farklı din anlayışları ortaya çıkabilirdi. İşte bunun içindir ki Mu’tezile ısrarla Kur’an’ın yeterli ve de tek hüküm kaynağı olduğu fikrini ayakta tutmaya çalışmıştır. Kaldı ki onlar sünnete değil hadislere karşı çıkmışlardır. Zira hadislerin Hz. Peygamber’e kadar ulaştığı şüphelidir. Çünkü onlar ahad haber konumunda olup, Hz. Peygamber’in ölümünden en az bir yüzyıl sonra kaleme alınmaya başlanmışlardır. Oysa sünnet ahad haber değil mütevatirdir ve Kur’an’da yer almaktadır.
Çalışmanızda vurguladığını Ahad haberlerin itikada delil teşkil edemeyeceğini vurgulamaları oldukça önemli..
Evet kesinlikle. Çünkü itikatta zanna, şüpheye yer yoktur. Bir şeyin iman esası olabilmesi için mutlak surette kesin bir delile ihtiyaç vardır. Örneğin kadere iman Kur’an’da açıkça yer almadığından kelamcılar tarafından iman esası olarak kabul görmez.
Kaynağa bu şekilde yaklaşım ona karşı kaleme alınan risaleleri nasıl etkilemiştir?
Mu’tezile’nin hadislere, dolayısıyla da sünnete karşı olduğu fikri yayılmaya çalışılmıştır. Böylece Mu’tezile mensuplarının güya Hz. Peygamber’i inkar ettikleri düşüncesi ortaya atılmıştır. Oysa yukarıda da söylediğim gibi Mu’tezile sünnet’e değil hadislere Kur’an’ın yanında ikinci bir hüküm kaynağı olmaları açısından mesafeli idiler. Bunun nedeni de hadislerin Hz. Peygamber’e güvenilir bir şekilde ulaşamayacağı kaygısından dolayıdır. Oysa sünnet Hz. Peygamber’in yaşayış tarzı ve dini anlama ve anlatımdaki yöntemidir. Bu ise Kur’an’da tam anlamıyla mevcuttur.
Mihne olaylarına değinirken iki noktaya dikkat çekiyorsunuz: İlki Mihne benzeri uygulamaların Emeviler döneminde de olduğu ve Mihne olaylarına alet olmanın Mu’tezile’nin kendi anlayışı ile de çelişmesi. Bu iki durumu biraz açabilir misimiz?
Evet. Mihne olayları ilk defa Abbasiler zamanında uygulanmamıştır. Emeviler döneminde cebriye taraftarlarının düşüncelerini destekleyen Emevi iktidarları kaderiye mensuplarını hesaba çekmişler ve onlara işkenceler yapmışlardır. Bu duruma cebriye taraftarı alimler de çanak tutmuşlardır. Gaylan ed-Dımeşki gibi kaderiye taraftarı olan meşhur bir alimin Ömer b. Abdülaziz tarafından bu şekilde hesaba çekildiği kaynaklar tarafından haber verilmektedir. Bazıları ise işkenceler neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdi. İşte Abbasi halifelerinden Me’mun iktidara geldikten sonra kaderiye ya da Mu’tezile düşüncesi iktidara gelmiş, bu sefer de onlar halifenin cebriye taraftarlarına karşı yaptığı baskı ve zulümlere çanak tutmuşlardı. Oysa onlar, insanın fiillerinde hür olduğu fikrini sonuna kadar savunan, insan düşüncelerine baskı yapmanın çirkin bir şey olduğunu bilen bir ekolün taraftarlarıydılar. Kaldı ki daha önce kendileri de aynı süreci yaşamışlardı.
Bilindiği gibi Mu’tezile, Kur’an’ın ‘mahluk’ (yaratılmış) olduğunu; onun Eş’arîlerin öne sürdüğü gibi, ‘gayrımahluk’ (yaratılmamış) olmadığını, Tevhid ilkesinden yola çıkarak kanıtlamaya çalışmıştır. Mu’tezile’ye göre, Kur’an’ın ‘gayrımahluk’ olduğunu öne sürmek, ‘yaratılmamış’
olanların sayısını ikiye çıkarmak, dolayısıyla, Allah’a şirk koşmak anlamına gelir. Bu tartışmanın doğduğu dönemin koşulları hakkında neler söylenebilir?
Bu dönem gayr-i Müslim umsurların İslam toplumuna girdiği ve cahil halkı etkilemeye çalıştığı bir dönemdi. Mu’tezile saf ve temiz ve de sade İslam inancını bu dış tesirlere karşı korumaya çalışmaktaydı. Bir Alman İslam Bilimcisi olan Peter Heine’ye (d. 1944) göre bugün yeryüzünde tek monoteist din İslam’dır. Bugün bile şayet bir oryantalist böyle bir şey söyleyebiliyorsa bana göre bunu Mu’tezile’nin gayretlerine borçluyuz.
İslam düşünce tarihinde Mu’tezile’nin felsefeye yakın duran, Eş’arîlik’in ise felsefeyi uzak sayan Kelam anlayışları olduğu öteden beri söylene gelmiştir. Niçin?
Felsefenin metotlarını kullanma konusunda Eş’ariler de oldukça ileri gitmişlerdir. Ancak felsenin ilkelerini benimseme konusunda durum pek bu şekilde değildir. Mu’tezile felsefeyi Kur’an’a alternatif olarak değil, en genel anlamda Onunla aynı paralelde görmüşlerdi. Elbette ki Yunan filozoflarının uzun uzun yaptıkları felsefi tartışmaları ve sistematik felsefenin anlamsız konularını bunun dışında tutmak gerekir. Ancak en genel anlamda felsefenin de vazgeçilmez unsurları olan akla değer verme ve hür düşünce Kur’an’ın da sonuna kadar savunduğu fikirlerdi. Hatta bu konuda Kur’an felsefeden çok daha öteye gitmişti. Ancak Eş’ariler, buna daha mesafeli yaklaşmışlardı.
Ömer b. Abdülaziz’in Mu’tezileye karşı kaleme aldığı risalenin önemi nedir?
Düşünün ki bir halife açıkça bir ekolün tarafını tutuyor ve bu ekolün düşüncesini hayata geçirmek için bir risale yazıyor. Bu, Emevi iktidarının cebri düşünceyi yerleştirmek için ne kadar canla başla mücadele ettiğini göstermektedir.
Mutezile'nin Usul'ül Hamse prensibi ile İslam’ın beş şartı olarak yaygınlaştırılan düşünceler arasında nasıl bir fark var?
Mu’tezile’nin beş prensibi, daha ziyade sosyal ve toplumsal düzeni, yani adaleti ayakta tutmaya yöneliktir. Toplumda bireylerin haklarını, fiillerinde ve düşüncelerinde özgür, bağımsız olmalarını sağlamaya yöneliktir. Başka bir deyişle insan merkezlidir. Buna karşın Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu İslam’ın şartları ise, daha çok insanı dışarıda tutan, insanın görevini ve sorumluluğunu Allah’a ibadet etmesiyle yerine getirebileceğini ortaya koyan ve de zekat’ı hariç tutarsak, muamelatı dışarıda tutan ilkelerdir.
Mu’tezile’nin İslam düşünce tarihinde hakim bir Kelâm doktrini olamamasını neye bağlarsınız?
Esasen onun savunduğu fikirler ve yönteminde aranmalıdır. Mu’tezile Kur’an’ın da savunduğu insanın aklını kullanması, düşüncelerinde ve fiillerinde hür ve bağımsız olması, bilgiye önem vermesi ilkelerini vaz etmiştir. İnsanın Kur’an’ın da ortaya koyduğu gibi ataları körü körüne taklit etmektense kendi aklını harekete geçirmesi gerektiğini savunmuştur. Asım Bey Dünya bu fikirlere henüz aydınlanma dönemiyle ulaşabilmiştir. Ancak Müslümanların hala büyük bölümü bu ilkeleri henüz kalplerine yerleştirememişlerdir. Kader ve alın yazısı düşüncesi bizde hala oldukça etkilidir. Kur’an kendi aklını harekete geçir, atalarına körü körüne bağlı kalma diyor ancak onlar hala bugün bile gelenek adı altında atalarına körü körüne bağlı kalıyorlar. Ancak günümüzde bu sadece Müslüman toplumların sorunu değildir sanırım. Bakın Avrupa’da, Amerika’da dünyanın her yerinde yeniden gelenekçilik, eleştirel düşünceden uzaklaşma hakim olmaya başlamıştır. Bu belki de insanlar için oldukça zor bir iş sanırım. Yani kendi aklınızı kullanmak, adeta kendi yemeğinizi hazırlamaya benzer. İnsan hazır yemek varken neden uğraşıp yemek yapsın. Oysa sabredip kendi yemeğini kendisi yapsa, bir süre sonra ondan daha fazla zevk aldığını görecek. Ancak her halde Kur’an’ın da söylediği gibi insanların büyük çoğunluğu belki de bu yüzden zarardadır. İşte Kur’an’ın bu ilkelerini hayata geçirmeye çalışan Mu’tezile de bana göre, her ne kadar mihne hadiselerindeki tutumları da etkili olsa, bu yüzden hakim ekol olamamıştır.
Hilmi Yavuz “İslam düşünce tarihi Mutezile ve Eş’arîlik’le birlikte felsefe ve tasavvuf arasında bir yerdedir” diyor katılır mısınız?
İnsanın fiillerinde tamamen hür olduğuna yani, insanı merkeze alana düşünce ile bunun zıddı olan düşünce arasında anlamında ise katılmamak mümkün değil.
Özcan Taşcı, Doç. Dr., Doğumu, Gümüşhane 1969.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı
SON VİDEO HABER
Haber Ara