Chomsky: Obama II. Bush'un yolunda
ABD'li ünlü yazar, entelektüel ve akademisyen Noam Chomsky, "Obama’nın dış politikası ikinci Bush yönetimi gibi olacak" dedi ve ekledi "ABD'nin İran konusunda iki yüzlü davranıyor..."
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-12-07 10:58:00
Yazar, entelektüel ve akademisyen Noam Chomsky, yaptığı araştırmalar ve teorik katkılarıyla modern dilbiliminde köklü değişimler yaptı. Chomsky, hükümetlerin ahlaksız politikaları karşında, sosyal adalet için yorulmaz bir aktivist gibi değişimin bir temsilcisi olarak, entelektüellerin rolünü harekete geçirerek, sınıflardaki uzun kariyeriyle birlikte, on yıllar boyunca mücadeleyi ileriye taşıdı. Böylece, birbirini izleyen Amerikan hükümetlerinin ve diğerlerinin ya da kendisinin tanımladığı gibi kontrolü elinde tutan elitlerin, emperyalist ve müdahaleci dış politikalarını eleştiren en keskin eleştirmenlerinden birine dönüştü.
Chomsky, Doğu Avrupa’dan göç eden Yahudi kökenli bir aileden geliyor. 1928 yılında, ABD’nin Philadelphia eyaletinde doğdu. Çocukluk yıllarına, Yahudilere karşı ayrımcılık, küresel faşizmin yükselişi ve ekonomik kriz damgasını vurdu. Çocukluğundan itibaren göçmen Yahudiler arasıda hâkim olan sol fikirleri desteklemeye başladı. Franco, müttefikleri Musolini ve Hitler faşizmine karşı verilen mücadeleye, farklı ülkelerden binlerce gönüllünün katıldığı, İspanya Devrim dönemi yaşanıyordu. Franco’nun elinden Barselona’nın alınışı Chomsky’i motive etti ve ilk politik makalesini on yaşında yazdı. Orwell’in “Katalonya'ya Selam”ından özgürlükçü sosyalizmi öğrenmeye çalıştı.
1936 yılı sonunda, tarım komünleri arasında paylaştırılmış topraklarda, işçilerin kontrolü altında kolektifleştirilmiş sanayisiyle, toprak sahipleri ve işverenler olmaksızın, milisler, köylüler ve işçi konseyleri tarafından yönetilen o sınıfsız ütopik toplum İspanya’nın bu bölgesinde uygulanmıştı. Chomsky’i de o zamandan beri politik olarak sosyalizm akımı ile özdeşleşti.
Profesör ile çeşitli konular üzerine yapılan bu söyleşi, Amerikan Devletleri Örgütünün, Trinidad’daki toplantısından önce gerçekleşti.
Venezüella, Filistin ve İsrail
MV: Prof.Chomsky bildiğiniz gibi Venezüella Hükümeti, Gazze çatışmaları ile ilgili, bazıları tarafından eleştirilen, kesin bir politik tavır sergiledi. Onlara göre bu tavır anti-semitizm duygularını kışkırttı ve Caracas’da, bir sinagoga saldırı yapılmasına neden oldu. Venezüella’nın, Gazze çatışmalarında ortaya koyduğu bu tavır konusunda ne düşünüyorsunuz?
Chomsky: Kişisel olarak, Venezüella’nın aldığı pozisyonun doğru olduğunu düşünüyorum. Bu, kaçamayan, kafese sıkıştırılmış bir halka karşı işlenmiş bir suç ve vahşi bir saldırganlıktır. Yüksek teknolojili ve son derece yıkıcı saldırı, sadece 1300 kişiyi öldürmekle kalmadı ayrıca onun tarım sistemini ve var olan küçük imalatını da yok etti.
Oradaki toplum sürekli kuşatma altında bulunuyor. Bu bir işgaldir. Saldırı olarak adlandırılamaz. İşgal edilmiş bir bölgeye; hiçbir zaman saldırı olmadı ki buna olmuş olsun, o zaten doğrudan saldırı altındadır. Ayrıca saldırlar sadece Gazze ile ilgili değil, tersine Filistin’in bütünüyle ilgili.
İsrail, ABD’nin desteğiyle sürekli olarak Batı Şeria’da suç işliyor. Aslında İsrail Gazze’yi çok önemsemiyor, denize gömülmelerinden ve çürümelerinden çok mutlu olurdu. Onu Batı Şeria ilgilendiriyor. Orada değerli bir toprak, ekilebilir arazi var. Orada Kudüs ve Tel Aviv’in hoş banliyöleri var. Orada iddia ettiği her türlü kültürel ve tarihsel çıkarları var. Bunları mümkün olduğunca ele geçirmek istiyor.
Doğal kaynakların, toprakların ve özellikle Batı Şeria’nın sularının üzerine çökmek istiyor. Aslında bu toprakları, uzun vadede göçe zorlamak ve halkın yerleşmesini imkânsız hale getirmek için küçük eyaletlere bölüyor. Bu tamamıyla bir suç ve bunu onlarda biliyorlar. Fakat bu müzakerelerin dışında kalıyor.
1967 yılında, yerleşime başladıkları zaman kendi hukuk danışmanları, Cenevre Sözleşmeleri ve Uluslararası İnsancıl Hukuk’un (UİH) temel ilkelerini doğrudan ihlal etmekte oldukları konusunda onları bilgilendirdiler. Onlar, tüm bunları biliyorlardı. Bu durum, o zamandan beri Güvenlik Konseyinin birçok kararında ve uluslararası mahkemeler tarafından da onaylandı ama konu üzerine herhangi bir müzakere yapılmıyor.
İsrail, kaynaklar ve diğer nedenler için bu toprakları ele geçirmek istiyor ve ABD’de onu destekliyor. Gücüyle, Batı Şeria’daki direnişin hemen hemen tümünü bastırmayı başardı. Bu başarıyı kısmen kendi gücü – ezici – kısmen de işbirliği yoluyla elde etti.
ABD ve Ürdün askeri güçlerini, tercih edilmeleri için siyasi partilerin lehine hazırlıyorlar. Onun başlıca işlevi gösterileri, protestoları bastırmak ve sempatizanları tutuklamaktır. Bu emperyalizminin tipik bir stratejidir. Bu, halkı kontrol altına almak için sömürgeci güçler arasında bir ortaklığın geliştirilmesidir. Batı Şeria’daki direnişi durdurmayı böyle başardılar. Henüz Gazze’deki direnişi tamamen durduramadığı için kırıp geçiriyor ve bölgeyi de harap edecek. Bu belirgin vahşilik ve alçaklığın yanı sıra tüm bu eylemler bütünüyle suçtur. Bu yüzden, elbette protesto etmek gerekirdi.
Avrupa’nın tavrı utanç verici, yapılanların iyi olmadığını söylüyorlar fakat bir taraftan da onları destekliyorlar. ABD’nin tavrı ise grotesk. Ülkelerin ekseriyeti ABD’den korkuyor – geçerli nedenlerle – bu yüzden susuyor ve bir kenara çekiliyorlar.
Venezüella’nın gösterdiği tavır tamamıyla onurludur. Bunun antisemitizmle de bir ilgisi yoktur. Aynı olay Fransa ve bildiğim kadarıyla Amerika Birleşik Devletleri'nde de oldu. Hükümet güçlü bir pozisyon aldı ve bu eylemi kınadı. Suçluları buldu ve adalete teslim etti. Bunlar, herhangi bir ülkenin yapması gereken işler.
Küba'ya abluka ve Filistin
MV: Eğer, İsrail Gazze’yi işgal ettiğinde daha fazla ülke, kesin bir tavır sergileseydi, olay üzerinde etkisi olur muydu? Eğer kamuoyu seferber olsaydı ve daha fazla ülke Venezüella benzeri adımlar atsaydı sizce etkili olunur muydu?
Chomsky: Öncelikle açık olmalıyız. Sorun yalnızca Gazze değil. ABD ve İsrail, bizim sadece Gazze’ye yoğunlaşmamızdan çok hoşlanırlardı. Gazze ve Batı Şeria’nın birlikte olduğu gerçeğini göz ardı ediyoruz. Aslında, bu daha büyük bir sorun olabilir. 1967 yılında oluşturulan İsrail’in topraklarının sınırları, en azından Uluslararası Hukukun altında Filistin’e şekil veren diğer geri kalan yüzde 22’lik bölüm, işgal edilmiş bir bölgedir. Bu bitişik olmayan, iki ayrı alanı içerir; Gazze ve Batı Şeria. Fakat aslında bunlar bir bütündür.
Eğer Batı Şeria’da, İsrail’in suçlarına karşı direnmek meşru ise aynı direnç Gazze’de de meşru olmalıdır. Ben bunu İsrail basınına söyledim bunu sana da söyleyeceği;; özellikle öldürücü, yıkıcı ve vahşi Gazze saldırıları zaten her gün Batı Şeria’da yaşanıyor. Bu, insanları yok etmenin başka bir yoludur.
Merhum İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling, bunu “politicide,” olarak adlandırdı; bir ulusu yok etme. Her bir bireyi öldüremeye bilirsiniz ama bir milleti yok edebilirsiniz.
Batı Şeria’da her gün aynı şey oluyor. Aslında İsrail dikkatlerin Gazze üzerinde odaklanmış olmasından, Batı Şeria’da genişlemek ve yerleşim ölçekli altyapı projelerini genişletmek için yararlandı. Bütün bunlar bir ulusu yok etmek için tasarlanmıştı.
Evet, bizim bunu derhal dikkate almamız gerekir. Eğer daha fazla ülke daha kararlı bir tavır alsaydı, bu olayın sahipleri üzerinde bazı etkileri olabilirdi. Gerçekte Show’u, Birleşik Devletler yönetiyor ve bu bir sır değil. Eğer Avrupa bağımsız bir tavır alma iradesi gösterebilseydi, etkili olabilirdi, çünkü Avrupa güçlü ve önemli. Dünyanın daha küçük ülkeleri çok şey yapamıyorlar.
Öyleyse doğru soru, diğer ülkelerin kamuoyları ABD Hükümetinin kararlarını etkiliyor mu olmalıdır. Bu kolay değil, Amerika kamuoyu bile birçok konuda kendi hükümetinin kararlarını etkileyemiyor.
Batı yarım kürede eski bir sorunumuz var: Küba. ABD’nin Küba’ya uyguladığı yaptırımlar ve terör onun suç faaliyetlerinin bir bileşenidir. Buna bütün dünya diplomasisi karşı çıkıyor. Sanıyorum ki BM’deki son oylama 183 e 3 oldu. Yaptırımların kaldırılmasına Karşı olanlar ABD, İsrail ve bir Pasifik adasıydı, herhalde Mikronezya idi. Söylemek istediğim şu, ABD gerçekten yalnız. Yaptırımları sadece ABD’nin kaldıra bilmesine rağmen İsrail, ABD ile birlikte oyuna devam etmek zorunda. Amerikan kamuoyu ise on yıllardır yaptırımların kaldırılmasını güçlü bir şekilde istiyor ama bunun dış politikada üzerinde bir etkisi olmadı. Ayrıca böyle olan tek olay da bu değil. Amerikan kamuoyu ile Amerika politikaları arasında bir ayrılık var; işleyen demokrasi değil tersine propagandadır. Kamuoyu örgütlü ve etkin olmadıkça, insanın ne düşündüğü önemli değil. Başka konular etrafında örgütlenildi ama Küba’ya ilişkin böyle bir şey olmadı ve bu yüzden hükümetin politikaları kendi yolunda devam etti. İsrail’in genişlemesine, canavarlığına ve saldırılarına verilen destek ile ilgili gerçek de aynı bu şekilde. Amerika Hükümetinin, onlara verdiği bu destek politikalarını değiştirmesi için güçlü dış güçlere ihtiyaç var. Elbette herhangi bir eylemin önemi var. Bu nedenle Venezüella’nın aldığı tavır önemlidir. Eğer bunu yapan Fransa olsaydı, daha fazla önemli olmazdı. Bu dünyanın adalet ile değil güç ile işleyen bir sorunudur. Biz katılmasak ta meseleler böyle.
ABD’nin, Venezüella, Rusya ve İran’a ilişkin dış politikası
MV: Profesör, eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice bir defasında, Chavez yönetiminin, kötü bir güç ve Latin Amerika için tehlikeli olduğunu açıklamıştı. Barak Obama da Chavez’den bölgenin ilerlemesini kesintiye uğratan bir güç olarak söz etti. Ayrıca Chavez’in terörist faaliyetlere destek olduğunu da söyledi. Bush yönetimi süresince söylenenlerle Obama’nın söylemleri arasında çok az fark olduğu görülüyor. Görünüşe göre, Obama’nın Venezüella ile ilgili duruşu, Bush’un ki gibi olacak, bunu nasıl buluyorsunuz? Bunun yeni yönetimin bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olabileceğini ya da aynı politikaların devam ettirileceğini mi düşünüyorsunuz?
Chomsky: Bu aynı politikaların bir devamıdır. Gerçekten Condoleezza Rice’a dönemine geri dönülmekte. Nadiren onun ile hemfikirimdir ama bazı şeylerde de ona katılıyorum. Yeni yazdığı bir makalede, Obama’nın dış politikasının, ikinci Bush yönetiminin dış politikası gibi olacağı öngörüsünde bulundu. Bu konuda onunla hemfikirim.
İki Bush yönetimi arasında farklılıklar vardı. Birincisinde, dünyaya yumruğunu göstermek için çok daha fazla saldırgan ve sertti. Bizi art arda felaketlere sürükledi ve Birleşik Devletlerin çökmekte olduğu düşüncesine taşıdı. Dünyada, günümüz Birleşik Devletlerine hiçbir zaman olmadığı kadar nefret uyandırdı ki bu onun çok önemli çıkarlarına zarar verecek.
Aslında bu toplum şirketler tarafından yönetilir. Şeklen bir demokrasi ama gerçekte; şirketler ve bu şirketlerin işleri ve de bu olaylardan etkilenen onların çıkarları tarafından yönetilen bir toplumdur. Dolayısıyla Bush yönetiminin değişmesi için baskı yapıldı. Gerçek şu ki, vahşi ve antidemokratik en yıkıcı figürler Wolfowitz, Rumsfeld ve diğerleri ortadan kaldırıldı. Böylece politikalar değiştirdiler ve merkeze doğru kaydırdılar.
Obama’nın politikaları değiştireceği konusunda hiçbir belirti yok. Aslında o, Afganistan ve Pakistan gibi bazı durumlarda daha saldırgan duruşlar sergiledi. Obama zeki biri, açıklamak istediği şeyler, onun ve danışmanlarının tarafından dikkatle hazırlandığına eminim, kendinin istediği şeyleri ifade ediyor. Ama onun, bütün açıklamaları kasıtlı olarak belirsizleştiriliyor.
Obama’nın kampanyası, reklâm sektöründen 2008 yılının en iyi kampanya ödülünü aldı ve Apple bilgisayarları kazandı. Üst düzey sanayi yöneticileri çok coşkuluydular ve harfi harfine; “30 yıldır, Reagan zamanından beri adaylar, malların pazarlandığı şekilde pazarlanıyorlardı ama bu, şimdiye kadar olanlardan çok daha başarılı oldu” dediler. Bu, icra direktörlerini büyük ölçüde etkileyecek ve ortak kültür diğer şeyleri pazarlamak için aynı modeli benimseyecek. Bu seçim kampanyası bir pazarlama kampanyası oldu. Çok açık ki bunlar, belirli konulardan bahsetmek zorunda kalınınca, “umut”, “değişim”, “değiştiğine inanmalısın” gibi basının seslendirdiği “retorik söylem”de morali artırmaya hizmet eden sadece boş sloganlarda odaklanacak. Ve eğer insanlar ne gibi tedbirler alınacağını sorgulayacak olursa, onları anlamak için çok caba sarf etmek zorunda kalacaklar. Belki de onun web sitelerinde bir şeyler bulunabilecekler. Ama zaten bunlar kampanyanın meseleleri değildi ve pazarlama kampanyası olarak başarılıydı. Zaten çalışmalar, onların, çoktan endüstriyi büyülediğini gösterdi.
Küçük vergi mükelleflerinden gelen desteğin çok büyük olduğundan bahsedildi. Fakat gerçekte bu destek azdı. Ekonomik destek ise çoğunlukla mali sermaye, aynı zamanda lobiciler olan hukuk firmaları ve elbette ki onun politikalarını destekleyenler tarafından verildi. Zaten bu onun, kabine yetkilileri ve danışman seçiminde de görülebilinir. Esasında demokratların yönetim merkezini oluşturanlar zaten tanınmış kişiler ve bu nedenle Bush’un ikinci döneminden farklı değil. Yalnızca bazı konularda farklılıklar gösterecek. Bush-Cheney yönetimi tarafından yürütülen, ama herhangi bir adayın, hatta aralarında McCain’in bile bulunduğu hiçbir adayın pratikte yapmadığı Guantanamo’da ki işkenceler, yasadışı gözetlemeler gibi anayasa ve kanunlardaki aşırı ihlal sayısını azaltacaklar.
Bu yönetim, dünyanın geri kalanı ile daha az çatışacak ama aynı politikalar devam edecek. Bu, Gazze’de ki son saldırılardan anlaşılabilir. Gazze'deki kampanya şaşırtıcı bir örnekti. Haklı olarak Başkanlığa geçmeden hemen önce tamamlanması için bu titizlikle ve açıkça planlandı ve kutlamadan bir gün öncede bitti.
Bu kesinlikle bir rastlantı değildi. Obama bunu mümkün kıldı ve o bu konuyla ilgili hiçbir şey diyemedi. Vahşetin gerçekleştiği esnada “tek bir başkan var, bu nedenle konuya ilişkin hiçbir şey söyleyemem” dedi. Elbette onun olanlar üzerine bir fikri vardı. Aksi takdirde, Mumbai terörist saldırılarının ardından "nefret ideoloji" üzerine konuşmazdı. Evet, onun bu olay üzerine bir fikre vardı ama diğeri üzerine konuşmuyordu çünkü “yalnızca bir başkan vardı”.
Gazze’deki saldırılar, başkanlık görevini almadan önce bitmek zorundaydı. Seçmenler ve basın da bu bahaneyi yuttular. Evet, işte başkan o, şimdi ne diyor? Gerçektende onun dış politikaya ilişkin ilk açıklaması, arabulucu olarak George Mitchell’in atanmasıyla ilintili olarak Filistin ve İsrail üzerine oldu.
Ayrıca, özenle hazırlanmış olan önemli bir öneri üzerinden İsrail ve Filistin arasındaki barışı dile getirdi. Memnuniyetle karşıladığı bir öneri bulunduğunu yani; İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi için Arap ülkelerinin, çaba sarf etmelerine çalışan Arap Birliğinin girişiminden, bahsetti. Ama o, bunun Arap Birliğinin bir önerisi olmadığını çok iyi biliyordu. Arap Birliği, her iki devlete (Filistin ve İsrail), ABD'nin 30 yılı aşkın bir süredir engellediği, uluslararası uzlaşma ile kabul edilen, kendi uluslararası sınırları üzerinden bir anlaşma önermişti. İsrail ile ilişkilerin normalleşmesine bu bağlamda gidilmelidir, demişti.
Obama’nın, bu önerinin temel bileşenini dikkate almaması tesadüfü değildir. O ne yaptığını biliyor, aptal değil. O şunu demek istiyordu; ne olursa olsun istediğimizi yapmaya devam edecekler; siyasi çözünürlüğü, uluslararası uzlaşmayı engelleyerek uzatmak gerekse bile; fakat biz, müşterilerimiz olan Arap devletleri ile ilişkilerin normalleşmesini istiyoruz.
Basının ve entelektüellerin bunu fark etmemiş gibi yapmaları için de müthiş sıkı bir baskı gerekliydi. Ne olursa olsun bu mükemmel bir inat. Kaz adımları gibi sadece efendilerinin adımlarını izliyorlar. Aynı tavır onunla röportaj yaptıklarında sergilendi. Onun, umut dolu ve çok açık yürekli biri olduğunu tekrarladılar.
Bunu izleyen dış politika beyanı, Başkan Yardımcısı Joe Biden tarafından yapılan bir konuşmaydı ki oda çok acık konuştuğu ve elini İran ve Rusya’ya uzatmak istediği için övgüyle karşılandı. Biden, John Bolton gibi kibirli değildi. Onlara en yakın gölde boğulmalarını emretti; dahası çok hoş biriydi ve sempatik kelimeler kullanıyordu; hepimiz iyi arkadaşlarız ve ötekiler…gibi.
Ama içeriğe bakmalıyız. Rusya’ya ilişkin de, onun sınırlarının yakınında füze savunma sistemlerini yerleştirmeye devam edeceklerini, açıkladı. Rusya’nın, bu nükleer caydırıcılık kapasitelerini potansiyel bir saldırı olarak gördüğünü o çok iyi biliyor. Rusya bu nedenle karşı çıkıyor. Bunun İran’la hiçbir ilgisi yok.
ABD, İran’ın füze atışlarının engellenmesi içim müzakere ediyor ama İran ne füzeye ne de nükleer silahlara sahip değil. Herhangi aklı başında bir kişi, İran’ın füze ve nükleer silahlara sahip olması halinde Avrupa’ya saldırmayacağını, en azından anında buharlaşmak istemeyeceklerini bilir. İran’ın bunu istemesi için hiç bir nedeni de yok.
Bu yüzden bunun büyük bir sahtekârlık olduğunu düşünüyorum. Eğer, gerçekten İran’ın bir tehdidinden -ki yok- endişe etseydi, güneye, Azerbaycan gibi bir yere, füze savunma sistemi yerleştirirdi. Rusya’nın kendisine önerdiği gibi, fakat bu öneri onu ilgilendirmedi. Onun gerçekten istediği şey Rusya’nın nükleer caydırıcı gücünü tehdit etmek.
ABD'nin stratejik analistleri bunun bilincinde. Bunu önemli yayınlardan okuyabilirsiniz. Bu, şu anda (füze üsleri) hemen reaksiyona (Rusların) yol açmıyor, işe de yaramaz, ama Rusya’nın tepki göstermesine bir temel oluşturarak hizmet edebilir. Ayrıca Rusya için bir kışkırtmadır da. Biden, bu politikalarla devam edeceğimizi söylemek için kibirli olma yerine yumuşak bir sesle konuşmakta ısrarcı ve Avrupa da, Rus toprakları üzerinde sinsi sinsi yürümeyi sürdürdüler.
Ve İran için ne dendi? Eğer, yasadışı nükleer programlarını bırakırlarsa, onlarla görüşmeler yapabiliriz, açıklamasında bulunuldu. Bu "yasadışı nükleer programlar" nelerdir? İran, “Nükleer Silahların yayılmasını Önleme Antlaşmasını” imzalayan ülkelerden biri. Onunda nükleer enerji ve nükleer programlar yürütme hakkı var.
Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu buna katılıyor. Fakat Bağlantısız Ülkeler Hareketi üyelerinin böyle bir hakkı “yok”. Batıda her şey, İran’ın uluslararası topluma meydan okuması olarak düşünülüyor. “Uluslararası toplum” ise, başkalarının kafasına vurmak için yeterli silaha sahip olmak, demek.
Eğer, dünya ülkelerinin çoğunluğu “uluslararası toplumla” anlaşamıyorsa bu önemli değil. Çünkü zaten yok. Peki, bu konu hakkında Amerikalılar ne düşünüyor? Büyük bir çoğunluğu, İran’ın nükleer enerji geliştirme hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Fakat amerikan vatandaşları da, müttefik olmayan ülkeler gibi uluslararası toplumun bir parçası değil.
Öyleyse biri, New York Times veya İngiliz basınında, uluslararası toplumun sorunları üzerine bir makale okuduğu zaman, aslında orada, onların ABD hükümetinden bahsettiklerini bilmeli.
Bu yasadışı programlar hangileridir? Silah programları mıdır? Belki, ama ABD istihbaratı buna inanmıyor. Ulusal istihbarat, yalnızca bir yıl önce, İran’ın beş yıldan beri silah programına devam etmediğinden emindi ve elbette bu hükümetin hiç hoşuna gitmedi. Böylece kaz adımlarıyla görünmez oldu. Konunun araştırılmasının ardından, basın bu söylemi terk etti. Nitekim de bu konuyu ortadan kaldırdılar. Yorumcu aydınlar da buna dokunmuyorlar.
O halde şimdi, hükümetin emri ile İran’ın nükleer silah geliştirmekte olduğu bir gerçektir. Eğer bunu yapıyorlarsa, açıkçası benim için sürpriz olmazdı. Yalnızca caydırıcı güç olarak bile olsa bunu yapmıyor olmaları gerçekten şaşırtıcı olurdu. İki ülkeyi henüz yeni işgal etmiş; çok saldırgan; kombine dünyanın geri kalanının askeri harcamalarından kazanan ABD ve nükleer silahlara sahip olan ülkelerce tamamen çevrilmiş bulunan bir ülkenin, nükleer çavdırıcılığı geliştirmemesi çok şaşırtıcı olurdu. Birkaç yıl önce, İsrail’in askeri tarihçilerinin en önemlilerinden biri olan Martin van Crevel, International Herald Tribune yazdığı bir makalede; İran’ın nükleer silah geliştirmesini istemiyorlar ama eğer onlarda, özellikle Irak’ın işgalinden sonra onu geliştirmiyorlarsa delirmiş olmalılar, diyordu.
Bundan hemen sonra (Irak’ın işgalinden; ç-n) silahlara sahip olmuş olabilirler. Amerikan istihbaratı yanılmış olabilir. Ama “yasadışı nükleer programlardan” kesin bir şekilde söz eden Biden’e hiç kimse hak vermiyor. Onun, bu programların var olduğu konusunda hiçbir kanıtı yok. Sorun, Amerika Birleşik Devletlerin, programların geliştirilmesinden kendisinin hoşnut olmamasıdır.
Onların nükleer programları, tam olarak, ABD’nin bakışı acısı altında tartışılan bir konudur. İran ile ilgili başka sorunlarda mevcut ama bunlar ABD’nin yalnız kendisinin tartıştığı meselelerdir. İran’ın başka sorunları da var ama bunlarda dünyanın sorunları değil. Dünyaya bir sorun olacak kadar silaha sahip değil. Bu nedenle Avrupalıların ve Amerikalıların bakış acısından, onları ilgilendiren tek konu nükleer silahlar konusudur ki onlar bunu “terörizme destek” olarak adlandırıyorlar. Terörizmi desteklemek, ABD ve İsrail’in suç eylemlerine karşı direnmeyi desteklemek demektir. Ve bu onlar için terörizmdir.
Bunlar, müzakerelerde tartışılması gereken konular. Fakat onların, konuyu sadece kendi öne sürdükleri koşullar altında müzakere edeceklerini söyleyebiliriz. Aslında bir anlaşmaya varmak da onları ilgilendirmiyor. Biden’in konuşmasının içeriği buydu. Nazik bir ses tonu, hoş kelimeler kullanması ve güler yüzlü hitabeti nedeniyle etkili bir hatip olarak tanımlanıyor. Amerikalı ve Avrupalı elitler açısından bu adım yeterince pozitif. Zaten şiddeti ve saldırganlığı desteklemesi de onları büyüleyecektir. Onlar bunun yararlı olduğunu düşünüyorlar.
Ama dikkat edersen, Condoleezza Rice’ın çok ya da az, içerikte doğru değerlendirme yaptığını görürsün. Hiç aksini belirtmiyor.
(…)
New York Times ve Medya savaşı
MV: Profesor, Birleşik Devletler de basının nasıl çalıştığı konusunda bize bir fikir verin. Medya şirketlerinin Venezüella’ya yönelik engellemelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin, 2007 yılında New York Times’da yayınlanan Simón Romero’nun makalesinde, Venezüella’nın silah harcamalarında dünyada en üst sıralarında bulunduğu savunuluyor. Romero, Venezüella’nın, Pakistan ve İran gibi alıcı ülkelerin seviyesine ulaştığını söylüyor.
Chomsky: Venezüella, Amerika ve Fransa’dan silah satın alabilseydi bundan çok memnuniyet duyacağına eminim ama buna izin vermiyorlar. Bu eski bir hikâye. Romero bir aptal değildir. O, Latin Amerika tarihini biliyor.
Eisenhower yönetimi sırasında, Guatemala demokratik hükümeti (Jacobo Arbenz) devrilmek istendi. Bunu başarmanın ilk şekli tehditlerdi – ABD alay etmek için tehdit etmez, onun tehditleri çok ciddidir – ve bu tehditlerin yanı sıra onlara iftira edildi, onları komünistlikle suçlandı.
Birleşik Devletlere karşı kendini korumak için silah elde etmeye çalışan Guatemala’ya ambargo koydular. Fransa’dan silah temin etmeye çalıştı fakat ABD, Fransa’yı silah göndermemesi için zorladı. Onun doğudan silah almasını istiyorlardı. Guatemala’da sonunda Çekoslovakya'dan silah edindi. Bu büyük bir sansasyona neden oldu. Bunun, tüm kıtayı tehdit ettiğine inanıyorlardı ve bu alışveriş Birleşik Devletler hükümetinin işgalden önce yapacağı propagandaya bir temel oluşturdu.
Latin Amerika onlarla aynı fikirde değildi ama ABD tarafından terörize ediliyordu. Guatemala’yı gizlice destekliyorlardı fakat bunu alenen yapmaya cesaret edemiyorlardı. Bu olayın aynısını Küba’ya karşı denemeye çalıştılar. Zaten bunu kanıtlayan belgelerde var. Büyük Britanya, ABD’ye, Küba’nın da doğudan silah almaya zorlanmasını öneriyordu. Böylece Küba’ya saldırmak için bir propaganda dayanağına sahip olacaklardı. Kübalılarda bu olayı Rusya’dan silah alarak sonlandırdılar.
Yine aynısını Nikaragua’ya yapmaya kalkıştılar. ABD, 1980’li yıllarda, Sandinistlerin, Rusya veya Libya’dan ya da onların propagandalarında kullanabilecekleri herhangi bir yerden silah almalarını sağlamak için büyük bir caba harcadı. Ama bunu yapmadılar. Sandinistler tuzağa düşmediler.
Tüm bunlar ABD’yi, Nikaragua’nın Rusya’dan silah satın aldığına inandırdı. Birleşik Devletler, 1984 yılında Nikaragua’da yapılan seçimlere şiddetle karşı çıktı. Seçimler izlenmeli ve güvenirlik kazanmalıydı. Yabancı uzmanlar tarafından yoğun bir şekilde izlenmeli ve onlar seçimlerin adil olduğunu söylemeliydiler. Fakat ülkenin içinde bulunduğu şartlar altında da bu mümkün değildi. Geniş çaplı terör olayları nedeniyle dengeleri bozuk bir ülkeydi ve de özgür ve adil bir seçim yapılamazdı. Onlar için bu bir kural gibiydi. Öyleyse seçimleri nasıl engelleyeceklerdi? Elbette, başarılı bir propaganda sayesinde olacaktı. Seçimlerin gerçekleştiği esnada Reagan yönetimi, Nikaragua’ya, Rusya’nın gelişmiş silahlar gönderdiği konusunda ülkeyi hikâyelere boğdu. Elbette bu hikâyeler doğru değildi fakat buna rağmen sayısız kapak yapılıyor ve başlık atılarak yayınlanıyordu.
Amerikalı elitlerin görüşleri ilginç bir şekilde ikiye bölündü. Şahinler grubu; tamamı, Nikaragua’yı gidip bombalayalım derken, daha ılımlı senatörlerin bulunduğu güvercinler grubu, bu doğru olmaz; öncelikle bunun doğru olup olmadığını bilmek zorundayız ama eğer doğruysa, Nikaragua’yı bombalamak zorundayız çünkü bu işlerin onların eline geçmesine izin veremeyiz, diyorlardı.
Peki, Nikaragualılar neden silah istiyorlardı? İhtiyaç duyuyordu, çünkü CİA, onun bütün hava sahasını kontrol ediyor ve Nikaragua ordusunu tuzağa düşürmek, çiftçi kooperatifleri gibi masum hedeflere saldırmak için terörist orduyu (contra’ları) yönlendirmede kullanıyordu. Bu contralar sıradan bir gerilla grubu değildi. Bilgisayarları vardı ve uçaklar onlara emirler veriyordu.
Nikaragualılar kendi hava sahalarını korumak için tamamen yasal yollardan silah (uçaksavar silahları) almak istemişlerdi. Doğrusu, Birleşik Devletler Tarihinde asla gerçekleşmemiş bir seçim baltama başarısı elde etti ki gerçekten bu bir maskaralıktı. Tarih kitaplarında bu seçimler üzerine herhangi bir ima bulmakta zor.
Standart bir yöntemdir bu ve bunu Venezüella’ya karşı kullanmak çok hoşlarına giderdi. Venezüella’ya gerekir mi veya ona bu uygulanmaz mı, onlar bu tuzağa düşerler miydi bu belli değil ama bu çok eski bir tuzak ve Remero kesinlikle bu tarihi biliyor. Neyse, Nikaragua kime saldıracaktı, ne tür bir tehdit oluşturuyordu? Eğer geçmişe bakarsak Ronald Reagan’ın insan olup olmadığını anlamak zor. Onun gerçekliği giydiği kovboy çizmelerinde ve Nikaragua’nın ulusal güvenlik tehdidi oluşturduğu sebebiyle ABD’de acil ulusal durum ilan etmesinde. Ayrıca, Nikaragua ordusu Teksas’a iki günlük mesafede, neredeyse yok olacaktık, demişti ama bu insanlara komik görünmüyordu.
Yaşanan şu olayı hatırlıyorum. Sanıyorum 1961 yılıydı, batı yarımkürenin güvenliği için tehlike arz eden Küba’ya karşı uygulanan yaptırımları, Amerikan Devletleri Örgütüne (OAS) destekletmeye çalışıyordu. Ülkelerin çoğunluğu, ondan korktukları için bu desteği vermeyi kabul etmişlerdi. Reddedenlerden biri de Meksika idi. Meksika büyük elçisi Kennedy’e; Meksika’ya geri döndüğümde, Küba’nın güvenlik için bir tehdit olduğunu söylersem 40 milyon Meksikalı gülmekten ölecektir, demişti. Evet, bunun kahkaha atmayı gerektirdiği bir gerçekti. Ama burada bir gülümsemeye neden olmadı. Sanki burada buna inanılıyordu. Nikaragua ve Granada güvenlik için bir tehlikeydi. Ruslar bile bunları haritalarda bulamazken, hâlâ delilerin başkenti olmaktaydılar ve bir tehdit oluşturmasalar da onlara saldırmak zorundaydık.
Bu, Birleşik devletlerde insanı satmaktır ve anlaşılabilirdir. Uluslararası ilişkileri bir mafya gibi idare ediyorlardı. Eğer biri, mafya babasına meydan okumaya cesaret ederse, belki bir bakkal haraç vermeyi reddederse, onu öldürmek için silahlı adamlarını gönderirler ve böylece bunu diğerleri için bir örnek haline getirirler.
Onların ciddi kurallarına karşı herhangi bir meydan okuma, önemsiz görünse bile haracını ödenmek zorundadır. Çünkü bu başkalarına da haracını ödememe konusunda bir fikir verebilirdi. Granada Başbakanı Maurice Rupet Bishop (sosyalist eğilimli; ç-n) etkin bir kooperatif sistemi yürütüyordu ve Carter yönetimi, onu güvenlik için bir tehdit olarak ilan etti. Ülke ne kadar zayıf ise tehditte o kadar büyüktür. Çünkü o, sorun ile baş edebilirse, onun kapı komşusu da bunu yapmayı düşünürdü.
Eğer biz kayıtlı belgelere bir göz atarsak, Birleşik Devletlerin tanıdığımız herhangi bir ülkeden daha fazla liberal olduğunu anlarız. Önemli bir iç dokümantasyon kaydına sahip. Henry Kissinge; Küba, Guatemala ve diğer ülkeler olayında, tehdidi bulaşıcı bir virüs olarak adlandırıyordu. Diğer ülkeler de, bunu yapmanın, kendileri içinde mümkün olabileceğini düşünülerdi. Şili’nin Allende’sinden bahsederek, Allende’nin Güney Avrupa’da yayılabilecek bir virüs olabileceğini, söyledi. Şimdi Kissinger, o zaman Allende’nin ordusunun Sahaya (Grid) yerleşmeyeceğine inanıyormuş. Eğer buna inansaydı, eğer Şili’deki ılımlı sosyalist reformlar, parlamenter demokrasiye taşınsaydı ve ayrıca İspanya ve İtalya’daki gruplar bu yöne gitmek için güçlenmiş olsalardı, o zaman haklı çıkacaktı. Öyleyse, onu kökünden kesmek gerekirdi.
Bu, uluslararası ilişkilerde en önemli prensiplerden biridir. Tarihsel kayıtlarda ve belgelerde açıkça görülür. Bunu engellenmesi için eğitimli sınıflar tarafından büyük bir baskı gösterilmesi gerekir. Evet, her ne görürlerse, bu onlar için her durumda kullanılacak bir bahanedir. Romero’nun durumu da, yalnızca eski bir gelenekle örtüşüyor.
Latin Amerika ve Monroe Doktrini
MV: Sonuç olarak, bu çok önemli zamanda Latin Amerikanın sola kayması ve bunun, Topluluk Konseyleri gibi halkın iktidarını inşa etme görevinde bulunan, Venezüella’nın temel örgütlerine yansımaları üzerine olan görüşlerinizi, bize aktarır mısınız?
Chomsky: Latin Amerika; Özellikle Güney Amerika büyük değişimler geçirmekte. Hemen hemen tüm bölgede görülen çok önemli değişimler. Bu değişimlerin halk hareketlerine bağlı olması sebebiyle belki de dünyanın en heyecan verici yeri. Bolivya çarpıcı bir vaka, muhtemelen dünyanın en demokratik ülkesi olduğu için ABD onu anti-demokratik ilan ediyor ve ABD, Bolivya’da yaşanmakta olanları hoş görmek için fazlasıyla demokratik. Benzer şeyler, bir ölçüye kadar bütün bölgede farklı biçimlerde yaşanmakta.
Venezüella’daki halk örgütleri ile ilgili olarak, yapılmakta olan; çalışan iktidar kurumlarını dönüştürmek, kültürel ve sosyal ilişkileri değiştirmek için çalışmak, tabandan gelen siyasi değişim isteğini karşılamak için yapının çalışmasını güvence altına almak. Bolivya etkileyici bir olaydır. Eğer Bolivya ile ABD kıyaslanırsa son derece ilginç bir sonuç çıkar. ABD’deki son seçimlerde, adayların satılık bir mal gibi pazarlanmalarının, muhteşem bir başarıymış gibi reklâm endüstrisi tarafından alkışlandığını belirtmiştim. Obama’nın politikaları hakkında çok şey bilmiyoruz. Ama evet temel politikaları ileriye taşıyacağını biliyoruz.
Bu politikaları etkileyecek taban örgütleri yok. Bu örgütler fikirlerini söyleseler de kimse önemsemiyor. Bolivya, kesin olarak bunun tersidir. Bolivyalılar, sonradan Morales’e baskı yapmak için Morales’in emirlerini beklemiyorlar. Sanıyorum ki burada insanlar, sonra baskı yapmak için liderlerin talimatlarını bekliyorlar. Bolivya’da politikalar kitle örgütleri tarafından belirleniyor ve kendi saflarından istedikleri birini seçen onlar oluyor. ABD’de ki seçim kampanyası sırasında Avrupa’daki öforiyi görmek ilginçti, yalnızca ABD bu kadar büyülü olabilirdi. Avrupa standartları altında bu muhtemelen doğru; orası ABD’den daha fazla ırkçı ama küresel standartlar altında hiçbir şeyi ifade etmiyordu.
Bolivya’da, halk örgütlerinin kendi saflarından, köylülerden, bir başkan seçmiş olması çok daha şaşırtıcıdır. Buna benzer birçok durum daha var. Fakat batı gibi yerlerde, bu insanlar ikinci sınıf insan olarak kabul edilirler. Çünkü onlara göre bu insanlar konudur, etmen (değişimin) değil. Bolivya’da sadece halk organizasyonları yok, gerçek sorunlarda var. ABD’de sorunlar marjinalleşmiştir çünkü bu adaylar için bir ticari kazanç yolu değildir. Bolivya, kendi kaynaklarının kontrolü, kültürel, adalet, etnik ve diğer sorunlarla karşı karşıyadır. Sandık, bu insanlara sadece bir gün içinde görünmedi. Secim günü, yıllardır devam eden halk mücadelesinin senaryolarından biriydi sadece. Bunun içindir ki burada medya, Bolivya’yı anti demokratik olarak ilan ediyor. Bunun nedeni, Bolivya’da dayanılmaz bir demokrasinin gerçek olmasıdır. Bunun devam ettirilmesi gereken bir model olduğunu düşünüyorum. Toplumların bir takım şeyleri gerçekleştirmesi için kendilerine ait tarzları vardır ama bu Venezüella ve diğerleri için canlandırıcı bir modeldir.
MV: Latin Amerikalıların birlikteliğinin, Monroe Doktrinini yok ettiğine inanıyor musunuz?
Chomsky: Meydan okumaya devam ediyor. Santiago de Chile’de yapılan UNASUR’un bir toplantısında, güçlü devletler, Bolivya’da ki ayrılıkçı hareketlere karşı Morales’e destek verdiler. Bu son derece önemliydi. Gerçekten, bu o kadar önemliydi ki ABD medyasında yayınlanmadı. Verilen destekten çok minnettar kalan Morales, 500 yıldan beri ilk kez Latin Amerika kendi kaderini kendi eline aldı, dedi. Şimdi, bu ülkenin medyasında yayınlanması için bu söylem çok önemli. Amerika Birleşik Devletleri’ne göre bu bir meydan okumadır. Ve işte bu nedenle bu kadar uzlaşmazdırlar. Kennedy ve Lyndon Johnson hükümetlerinin gizli belgelerinde açıkça; “Küba ile ilgili sorun, onların Monroe Doktrinine cesaretle karşı koymayı, ABD politikalarına meydan okumayı başarmış olmalarıdır” deniyor.
[Aporrea.org’daki İspanyolca orijinalinden Atiye Parılyıldız tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
SON VİDEO HABER
Haber Ara