Ergenekon'un dibi: İttihad Terakki
Resmi tarihce her zaman bir kenara itilmiş, sürekli görmezden gelinmiş Refik Halit Karay o dönemde yazdıkları Ergenekon'un köklerinin İttihat Terakki'ye uzandığının kanıtı gibi...
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-11-24 09:44:00
Markar Esayan Taraf gazetesinin 22 Kasım tarihli Pazar ekinde yayımlanan yazısında, ‘resmi tarih tarafından her zaman bir kenara itilmiş, sürekli görmezden gelinmiş büyük Türkçe ve edebiyat dehası’ Refik Halid Karay’ı anlattı.
Esayan, Refik Halid Karay’ın "Bir Ömür Boyunca" kitabında o dönemle ilgili yazdıklarını temel alarak Ergenekon sürecinin köklerinin İttihat ve Terakki’ye ulaştığı çıkarımında bulunuyor.
Karay kitabında o dönemi şöyle tasvir ediyor: “Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin esas ve gaye bakımlarından taraftarı olmakla beraber, komitecilerden birçoğunun o harekete katılmasına bakarak tekrar hortlayacakları ve günün birinde yeni hükümeti de ele geçirerek yine vatanı parçalamaları ihtimalinden korkmuş, eski kinimi bir türlü yenememiş, o tesir altında atıp tutmuştum.”
Esayan ise ‘bugün Ergenekon sürecine, İttihat ve Terakki’nin derin devletle, cinayet, faili meçhul ve darbelerle Cumhuriyet’e nasıl sirayet ettiğine bakarsak, üstadın mahcubiyetine rağmen çok da yanılmadığı ortaya çıkıyor’, yorumunda bulunuyor.
Bugün Ergenekon sürecine, İttihat ve Terakki'nin derin devletle, cinayet, faili meçhul ve darbelerle Cumhuriyete nasıl sirayet ettiğine bakarsak, üstadın mahcubiyetine rağmen çok da yanılmadığı ortaya çıkıyor.
Markar Esayan’ın ‘Deha sürgün yemez’ başlıklı yazısı:
Refik Halid Karay
EFENDİLER, NEREYE?
"Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? Siz âmir olmadınız, kabadayılık ettiniz. Siz valilik yapmadınız, polis şefliği ettiniz. Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız. (...)
Muhalif "mi? Al aşağı...
Muharrir mi? Vur başına...
Türk mü? Sür ölüme...
Rum mu? İste parasını..,
Ermeni mi? Kes kafasını...
Arap mı? Çek ipe...
Kadın mı? Gönder eve...
Haydut mu? Buyurun köşeye...
Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma...
Kalan kimseye at sopayı...
Paralan koy cebine...
İşte sizin programınız bu!...
Palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz; babaları, evlatları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız.
Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacaktık, Mısır'a sultan mı olacak, Hind'e şah mı gıcie -ktik? (...)
İşte milleti artık büsbütün öldü. Keklerinden emin olsunlar... Kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarından yapışır öcümüzü alırdık... Hâlbuki kollarını sallıya sallıya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler.
Aşkolsun! At da sîze yaraşır; meydan da. Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz...
Biz size: 'Kırk katır mı, kırk satır mı?' diye soramadık; yarın sizin bize: 'Ölümlerden ölüm beğeni' Demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşaföri Topumuzun başını bir kılıçla çıkarmadan [uçurmadan] nereye?
İşte yazının tamamı...
MARKAR ESAYAN
Öyle güçlü bir kalemi vardı ki, hem İttihatçı paşaları hem de Kemalist rejimi korkuttu. İki rejimden de sürgün yedi; bıkmadı, yılmadı, hayatı ve edebiyatı sonuna dek zorladı. Zaman geçti, Refik Halid Karay kaldı
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi adlı romanında, İttihat ve Terakki Fırkası’na sert eleştirileriyle tanınan ve her an suikasta uğramayı bekleyen Seda-i Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim, arkadaşı Ahmet Kerim’e şunları söyler: “Bu sabah beni Dahiliye Nazırı (Talat Paşa) çağırdı. Ne için? Düşün. Bana bir mutasarrıflık teklif etmek için.”
Ahmet Samim, Talat Paşa’nın mutasarrıflık teklifini reddetmiş, lakin bu zelil teklif onu bir nebze olsun rahatlamıştı. Ne de olsa “satın alınmaya” çalışılması henüz öldürülmeyeceği manasına gelebilirdi. Ahmet Samim iki gün sonra, ensesinden girip, burnunun yanından çıkan İttihatçı kurşunuyla yaşama veda etti. Hasan Fehmi’nin öldürülüşünün üzerinden ise henüz on ay geçmişti.
Ahmet Samimi İttihatçıların meşhur fedailerinden Yakup Cemil’in öldürdüğü konuşulduysa da, daha sonra asıl katilinin “İzmir suikastı” davasında idam edilen eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey’in olduğu anlaşılacaktı.
Refik Halid Karay, Ahmet Samim’in yakın dostuydu. O da İttihatçılara muhalifti. Sosyalist Hilmi’nin çıkardığı İştirak adlı gazetenin 13 Haziran 1910 tarihli nüshasının arkadaşının katline ilişkin yazılara ayrılmasını sağladı ve bu yüzden İttihat ve Terakkicilerce mimlendi. “Kirpi” müstear ismiyle yazdığı, İttihat ve Terakki Fırkası'nı yerden yere vuran yazılarını “Kirpinin Dedikleri” adıyla bir kitapta topladı. Yandaşı olduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın elindeki Beyoğlu Belediyesi’nde başkatip olarak çalıştı, Mahmud Şevket Paşa’nın katlinden hemen sonra da, yargılanmaksızın 1913’te Sinop’a sürüldü, sonrasında Çorum, Ankara ve Bilecik’e gönderildi. Ziya Gökalp ve Falih Rıfkı Atay’ın yardımlarıyla sürgünlüğü son buldu. Nitekim 8 ekimde Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, 30 ekimde Mondros Mütarakesi imzalanmış, İstanbul’un işgali beklenirken, 2 kasım gecesi Talat, Enver, Cemal Paşalar önderliğindeki İttihatçı tayfası bir Alman torpidosuyla ülkeden kaçmışlardı.
Zaman’da yayımlanan üç makale
İşte o kaçış üzerine Refik Halid Zaman gazetesinde birbiri ardına üç tane makale yayımladı. Bir Türkçe ziyafeti olan “Minelbab İlelmihrab” (başından sonuna anlamında kapıdan mihraba kadar manasında deyim) adlı anı kitabında bu makaleleri şöyle anlatır Karay: “Birbiri arkasına “Zaman”da intişar eden üç makalem “Ortada Kabahatli yok!”, “Sakın Aldanma, İnanma, Kanma”, “Efendiler Nereye?” Türk matbuatının o zamana kadar kaydetmediği bir muvaffakiyete, bütün İstanbul’u ve Anadolu’yu kaplayan şayanı hayret bir takdire mazhar olmuştu. Akşamüzeri müteaddit defalar köprü üzerinde gazetenin akıl almaz, inanılmaz bir fiyatla beş kuruş, on kuruş, bir mecidiye değil, tam yarım, bir liraya satıldığını ben gözlerimle görmüştüm. Daha fazlasını görenler de vardı ya… Bu yazılardan aynı gazetede iki gün ara ile tekrar dercolunanı bile vardı. Fransızcaya, Rumcaya, Ermeniceye derhal tercüme olunduğu gibi, diğer bazı gazetelerce de hemen istinsah olunuyordu. Şimdi bu ciheti elbette övünmek için söylemiyorum, kendimden bahsettiğimin sebebi var:
“Ortada Kabahatli Yok!”ile “Sakın Aldanma, İnanma, Kanma!” İttihatçıları pek memnun etmişti. Zira, birincisinde Harbi Umumi mesuliyetini kimsenin üzerine almadığını, fakat bunun yalnız beş on kişiye hasrolunacağını, diğerinde de bir fırka gittiyse yerine gelecek olanın da aynı münasebetsizlikleri yapacağını, adlanılmaması lazım geldiğini iddia ediyordum. Okuyanlar hatırlarlar ya, herhalde bunları kupkuru söylemiyorum, çok candan lezzetli yazılardı.
İşte bu sebepten dolayı Cemiyet mensupları beni, İttihatçılığa mütemayil ikiyüzlü, istifade olunabilir ve nüfuzlu bir muhalif addediyorlar, pohpohluyorlardı. Muhalifler ise alnıma bermutad hemen ocakçı damgasını yapıştırmışlardı; ben güya mahirane bir siyasetle kalemimi Cemiyetin müdafaasına hasretmiştim, satılmıştım. Bereket ki, arkadan “Efendiler, Nereye?” yetişti; bu safdillerin şüphelerini yatıştırdı.”
İşte Karay’ın, İttihaçı dönemin bir özeti niteliğindeki “Efendiler Nereye” başlıklı makalesinden bir özet:
Efendiler, Nereye!
“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? Siz âmir olmadınız, kabadayılık ettiniz. Siz valilik yapmadınız, polis şefliği ettiniz. Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız. (...) Muhalif mi? Al aşağı... Muharrir mi? Vur başına... Türk mü? Sür ölüme... Rum mu? İste parasını... Ermeni mi? Kes kafasını... Arap mı? Çek ipe... Kadın mı? Gönder eve... Haydut mu? Buyurun köşeye... Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma... Kalan kimseye at sopayı... Paraları koy cebine... İşte sizin programınız bu! (...) Palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz; babaları, evlatları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacaktık, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik? (...) İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar... kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarından yapışır öcümüzü alırdık... Halbuki kollarını sallıya sallıya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler.
Aşkolsun! At da size yaraşır; meydan da. Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz... Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize: “Ölümlerden ölüm beğen!” Demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun başını bir kılıçla çıkarmadan [uçurmadan] nereye?
İkinci sürgün yılları
Çok geçmeden ikinci sürgün dönemi başlayacaktı Karay’ın. Kuvayi Milliye hareketine karşı, İstanbul Hükümeti’nden yanaydı. İbre Ankara Hükümeti tarafına dönünce ona da ikinci sürgün yolu gözüktü. Milli Mücadele’ye muhalif oldukları gerekçesiyle ülkeden sürülen ve 150’likler olarak anılan grubun içinde yer aldı. Bu sefer de Beyrut ve Halep’te geçecekti yılları. Karay bu dönemi “Bir Ömür Boyunca” adlı anı kitabında şöyle tasvir eder: “Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin esas ve gaye bakımlarından taraftarı olmakla beraber, komitecilerden birçoğunun o harekete katılmasına bakarak tekrar hortlayacakları ve günün birinde yeni hükümeti de ele geçirerek yine vatanı parçalamaları ihtimalinden korkmuş, eski kinimi bir türlü yenememiş, o tesir altında atıp tutmuştum.”
Bugün Ergenekon sürecine, İttihat ve Terakki’nin derin devletle, cinayet, faili meçhul ve darbelerle Cumhuriyet’e nasıl sirayet ettiğine bakarsak, üstadın mahcubiyetine rağmen çok da yanılmadığı ortaya çıkıyor.
Dehasını yanında götürdü
Karay sürgünlerle edebi verimliliği coşan ender yazarlardan biridir. “Bir Ömür Boyunca”nın hemen giriş bölümünde bu durumu şöyle anlatıyor: “Ömrümün yetmiş beş yılından; bu satırları yazarken (1963 sonu) o yaştayım, yirmi ikisini, hem de tam gençlik, dinçlik, kabına sığmazlık çağını sürgünde geçirmiş bir adamım; sürülmesi kolay, sürgünü bol, politik ceza ve cefayı olağan işlerden, hükümet idaresi icabından sayan Türkiye’de bile, az rastlansa gerektir.
Zira çoğu kimse sürgünlüğe dayanamamış, ya kısa zamanda affa uğramış, yahut sürgünlük hayatında iz, eser bırakamamış, yahut da o halde geri dönmüştür ki, çarçabuk öbür dünyayı boylamış, boylamadıysa bile yarı ölü, sönük, sünepe, yılmış, verimsiz kalmıştır.
Bende bunların hiçbiri olmadı. Hem dayandım, hem dayattım, biraz ürktüm, biraz ürküttüm, epeyce tutuldum. Anadolu’da geçirdiğim birinci sürgünlüğümden “Memleket Hikâyeleri” ile geldim.”
Beyrut ve Halep’te bulunduğu yıllarda da başta “Sürgün” romanı olmak üzere pekçok eser üretmişti Karay. Türkçeyi en duru, en muvaffak kullanan yazarlardandı. El attığı konular dönemin edebiyatında sıkça rastlanır türden değildir. “Ago Paşa’nın Hatıratı” mizah hikâyelerinden oluşur ve esere adını veren Ago Paşa aslında Senegal’den getirilmiş bir papağandır. Kızıl Sultan devrinde “Padişahım çok yaşa” diye bağırıp “afferin” alırken, 1908’de “Yaşasın Hürriyet”, sonrasında “Yaşasın İttihat ve Terakki, yaşasın cemiyet”, 31 Mart Ayaklanması’nda “Yaşasın şeriat”, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişiyle de “Yaşasın Mahmut Şevket Paşa” diye bağırmak zorunda kalmakla perişan olan zavallı papağan Ago Paşa, aslında dönemin değişken ve kaypak politik yaşamını hicveden mükemmel bir eserdir.
Lakin aynı kitapta yer alan “Hülya Bu Ya” adlı hikâyesi, Ankara Hükümeti’nin yüzeysel, tepeden inmeci aydınlanmacılığıyla dalga geçen nefis bir taşlamadır. Ankara’yı ziyaret eden Amerikalı seyyah, kente indiğinde gördüğü manzaraya inanamaz. Çorak, tozlu, bitik bir taşra kenti görmeyi beklerken, kış olmasına rağmen yemyeşil, pırıl pırıl bir Ankara bulmuştur karşısında. Bir yerden diğerine ulaşmak için vesaite gerek yoktur, çünkü yollar kendi kendine hareket etmekte ve sizi istediğiniz yere götürmektedir. Kemalist ilerleme öyle muvaffakiyetler kazanmıştır ki, istiklâl ilan edileli beri (Erke dönergecine benzer laik bilimsel buluşlarla, mesela güneş ışığını depolayan akümülüatörle) geceler de gündüz olmuştur. Jetgilleri 1921’de Ankara’ya indirmiştir Karay.
Ama o bana kalırsa çok daha cesaret isteyen bir işi yapmış, kokuya, yemeğe, suya sabuna, dargınlık, misafirlik, dargınlığa dair yazmış ve onca ciddi mesele duruken, mesela patlıcan meselesini konu edinmiştir eserlerinde. Bir meyve sapetini, o sepette bulunan rahiyasıyla tüylü kayısıyı, meyvelerin ona göre düşkünü elmayı, asil armutu, meyvelerin buğdayı üzümü, sonra gülünç meyveleri; hünnapı, kestaneyi, manasız meyvelerden mesela vişneyi, meyvelerin menekşesi çilek üzerine muhteşem cümlelerle anlatmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre, Karay’ın ikinci sürgünü Damat Ferit Paşa Hükümeti döneminde Posta-Telgraf Umum Müdürü olması değil, hiciv yazılarındaki ustalıktan eski ittihatçı yeni kemalistlerin de çekinmeleri nedeniyledir. Nitekim adı yüzellilikler listesinde olan pek çok ittihatçı daha sonra yurda dönmüş, dönmekle de kalmamış, devlet katında pek mühim görevlere layık görülmüştü. Refik Halid Karay daha evvel Mustafa Kemal’den “dön” mesajı almasına rağmen, ancak resmi af çıkınca, 1938 yılında yurda döner, 18.07. 1965 yılındaki vefatına kadar da siyasete hiç bulaşmadan uysal bir edip olarak yaşar.
Tam da bu yüzden resmi tarih tarafından kenara itilmiş, görmezden gelinmiş büyük bir Türkçe ve edebiyat dehasıdır Karay. İnkilap Kitabevi’nin Refik Halid Karay’ın tüm eserlerini, dilde anlamsız sadeleştirmelere başvurmadan, yazarın özgün anlatımı ve zengin Türkçesini muhafaza ederek yeniden basması vesilesiyle yazdık bu kifayetsiz yazıyı.
Gerisi sizin merakınıza kalmış.
Refik Halid Karay kimdir?
1888de İstanbul'da doğdu. 18 tem yitirdi. Veznecilerde Şemsü'l-Maarif ve öğrenim gördü. Galatasaray Lisesi ve Hukuk Mektebi'ni yarıda bıraktı. Maliye Merkez Kolemi'ne katip olarak girdi. 1908'de Servet-i Fünun'da ve Tercümana Hakikat'te çalışmaya başladı. Son Havadis adıyla bir gazete kurdu. Fecr-i Âti Topluluğu'na katıldı. Robert Kolej'de Türkçe öğretmenliği yaptı. Vakit, Tasvir i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleleri yayımlandı. Muhalif 150'lilikler listesine girdi ve İstanbul'un işgalden kurtarılışının ardından 1922'de Beyrut'a sürgüne çıktı. 1938'de affın çıkmasından sonra yurtla döndü. Ölünceye dek yazılarını sürdürdü.
SON VİDEO HABER
Haber Ara