Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Silahların gölgesinde hayat

Irak’ta, Amerikalıların hala sokaklarda... Amerikan askerleri kuş uçurtmuyorlar! Ancal bu kadar sıkı aranan bir yere, bu bombaları kim soktuğu da cevabı aranan soru...

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-11-07 11:50:00

Silahların gölgesinde hayat
Osman SAĞIRLI'nın haberi...

600 bin polisin, 210 bin askerin görev yaptığı Irak’ta, Amerikalıların sokaklardan çekilmesinin ardından huzurun geleceği beklentisi şimdilik gerçekleşmiyor. Uçan kuşu yakalasalar onu bile arayacaklar! Peki bu kadar sıkı aranan bir yere, bu bombaları kim sokuyor acaba?

Halk, ‘Silahsız sokağa çıkmam abi’ modunda

Bağdat Havalimanı’na indiğimde hava yeni ağarmaya başlıyordu. Bu şehri onuncu ziyaretim ve beni çeken bir şeyler var. Hadi hayırlısı inşallah!
“Seyyidi Cuvazat?” (Beyefendi Pasaport) diyor ve yer gösteriyorlar... “Vizeniz bir saate hazır olur, oturun bekleyin.”
Bir yanlışlık olmalı! Bundan tam 6 yıl 6 ay 10 gün önce bu ülkeye ilk gelişimi hatırlıyorum da... Üzerimdeki paraların hepsinin seri numaralarını tek tek kaydettirmiş, sonra bir de “Sence savaşı kim kazanır?” sorgusundan geçmiştim. “İsrail malı ürün var mı?” diye iki ayrı noktada aranmıştım. Şimdi güvenlik elemanlarının elinde İsrail malı telsizler cızıldıyor...

AMAN HAA, ÇEKME

Her taraf pırı, pırıl... Hani bal dök yala. Ama bizimkiler Türkiye’deki sigara yasağının acısını burada çıkartmakta kararlılar. Pasaport geliyor ve ben kapıdan çıkıyorum. Telefonla görüştüğüm Ali beni bekliyor. Dışarıda ağır makineli silahlarla donanmış arabalar, sivilleri mahrem görüp kendini setreden subaylar...
Ali, fotoğraf çekmemem konusunda ikaz edip duruyor, elim çantaya değse “Aman ha!” diye telaşlanıyor. Ve beklediğimiz “Monica” (Burada GMC jeeplere diyorlarmış!) geliyor.

‘MONİCA’DAN UZAK DUR

‘Monica’nın arkasında bir kız kardeş daha... İçinde Kalaşnikoflu XXL ebatında üç koruma... Belindeki tabancaları örtmek için iki beden büyük takım elbise giymek zorunda kalmışlar. “Sersevan, ehlen, hoş geldin, başım gözüm üstüne, welcome” gibi ortaya karışık bir karşılama yapıyorlar. Gören de otele değil hapishaneye götürüldüğümü sanacak. Yol boyunca yağmurla yüksek “volümlü” Tatlıses parçaları dinlettiriyorlar. Camlar simsiyah, bir kare fotoğraf çekemiyorum ve içim gidiyor. İki şeridi birden kapatarak giden ‘Monica’yı, dikiz aynasından fark eden sürücüler “öcü görmüş gibi” sağa sola kaçışıyor. Derken önümüzde bir grup siyah cip beliriyor ki, bu defa bizimkiler geri duruyor. Ali, “Bunlar Mossad” diye fısıldıyor, uzak durmakta yarar var.
Çevre yolundan çıkıp şehir merkezine giriyoruz. Ve ilk barikat! Az sonraki sinir harbi için pasaport, kimlik görünür yerde, çantalarım didiklenmeye hazır... Benim performansım iyi, on barikat götürebilir pekala...

RACONA UYACAKSIN!

“Gıf” yazıyorsa, duracaksın... Biz de öyle yapıyoruz. Burada aramanın da, aranmanın da bir raconu var. Eğer araçla bir kontrol noktasına girdiysen kesinlikle karşındaki askerin, polisin ya da seni durduran her kimse onun el hareketlerine dikkat edeceksin. Alt kimliğini, üst kimliğini karıştırmayacaksın, sağa sola bakmayacak camı açmayacaksın. Arabanın sol çamurluk hizasında, sol elinde çocuk arabalarının kumandasına benzer anten taşıyan bir asker beliriveriyor. Avını yakalayacak kedi gibi iki ayağını yerde iki üç defa patinaj yaptırıyor, sağ elini hışımla arkasına götürüp kemer kopçasını kontrol ediyor. Adeta tören adımı, ne yürüyüş ama!

MÜSTEŞAR ÖLDÜ!

Aniden durup bağırıyor “İftah!” Ve etraftaki görünür görünmez ne kadar namlu varsa bize doğruluyor! Bizim çifte tabancalı abi cüzdanını çekiveriyor, içinden kallavi bir kimlik çıkarıyor. Askerlerin hepsi bir kenara çekiliyor. Meğerse önemli bir adammış. Öğrenmiş oluyoruz bu arada... On kilometrelik yol, iki saat sürer mi? Sürüyor.
Arkadaşlar otel rezervasyonumu, “Bu adam gazeteci, ne olur ne olmaz, güvende olsun” diyerek Green Zone’da (yeşil bölge) yer alan Al-Rasheed Hotel’den yapmışlar... Fakat otelin bulunduğu bölgede trafik kilitlenmiş. Kontrol noktalarında hiç kimse görünmüyor. Araçlardaki sürücüler tedirgin. Telsiz anonsu ile bu kargaşanın sebebi anlaşılıyor. “Yeşil bölgenin güvenliğinden sorumlu hanım, az önce bombalı araç saldırısında hayatını kaybetti. O yüzden otelin bulunduğu bölgeye girmeniz zaman alabilir...” Ne kadar geçiyor bilmiyorum, bir süre sonra beton blokların arasındaki askerler piyasaya çıkıyor. Bizim abi 8 noktada daha kimliğini gösteriyor. Ve otele girmeyi başarıyoruz. Façayı bozup aşağı inmem 10 dakika sürüyor, otelden çıkışım da girişimden farksız... Aynı aramalardan geçiyoruz sil baştan. Tören bölüğü gibi sokaklarda gezmek hiç hoş değil. Ben bir yolunu bulup koruma ordusundan sıyrılıyorum. Yanıma Ali’yi alıp, dalıyorum sokaklara.

50 YIL SONRA BAŞKENT

İki yıllık arada Bağdat o kadar değişmiş ki, tanımam imkânsız. Binalar harabe, güvenlik abartılmış, bariyerler şehrin her tarafını sarmış... İnsanlar cep telefonu taşır gibi silah taşıyor. Hafızamdaki Bağdat dosyasına format atmışlar. Ali ile geçmişin müzarekeresini yapıyoruz... Ben Bağdat’ın perişan edildiğinden dem vuruyorum; o, güzellikleri geleceğe havale ediyor. Kendinden emin bir şekilde “Hiç merak etme” diyor, “Irak 50 yıl sonra dünyanın başkenti olacak. Emin ol hatta çocuklarına söyle, vasiyyetine yaz!..” İyi de nasıl olacak? “Abi neden olmasın, bu gidişle herkes uzaya çıkacak, bir biz kalacağız dünyada!”

Gülüyorum, kolumdan çekiştiriyor, “Aman abi fazla gülme, burada iki sivil polis arasında mutlaka bir sivil polis vardır. Bizi paketlemesinler sonra.”

BÜYÜKLERİN HUZURUNDA

Bağdat’a kaçınız gelmek ister bilmem ama, aklınızda olsun, manevi büyükler burada. Bağdat’ın en lüks semti olarak bilinen Cadiriye bölgesinden geçip Kazimiye’ye gitmemiz lazım. Bölge Kürt kontrolünde, Talabani de burada oturuyor. ‘Check point’lerde Ali’nin ‘Çovani bre başe’ (Nasılsın birader iyi misin?) parolalarıyla geçiyoruz. Ne gariptir ki güvenliği İran’dan gelen Kürtler sağlıyor. Saddam 8 yıl boyunca savaştığı İranlıların, Bağdat’ın göbeğinde olduğunu duysa ne yapardı acaba? 12 İmamın yedincisi, Muza Kazım Hazretlerinin bulunduğu Kazimiye girişinde Şii milislerin sorgusundan geçiyoruz. “Kimsiniz, necisiniz, nerden geldiniz? Siz Hanefi değil misiniz?” Bütün bu sorgulardan ‘iyi not alıp’ ilk noktayı geçmeyi başarıyorum. Ardından polis noktasına giriyorum. Burada da benzer sorular... “Tamam cep telefonlarını bırakın, makine ve çantanızı bir bomba taramasından geçirelim. Gazeteci kimliğinizi verin, bekleyin, anons edelim...” 20 dakikadan fazla bir zaman geçiyor. Başka yer olsa inanın girmeyeceğim. Ama buraya kadar gelip te ziyaret etmeden dönmek saygısızlık olur.

İki yıl önce çok sayıda insanın ölümüne sebep olan bombalı saldırının paniği bize de yansıtılıyor. Çantayı, telefonları, ayakkabıları alıp bizi salıyorlar. İçeride İran, Lübnan ve Suriye’den gelen Şiiler ibadetle meşgul, kimi ağlıyor, kimi dövünüyor. Hani neresinden bakarsan bak tam fotoğraflık. Ama makine nerede?

Ali sıkıntımı farkediyor, kolumdan tuttuğu gibi vakıf yöneticilerinin kapısına dayanıyor. Havadan sudan bir muhabbet başlıyor:
- Demek Türkiye’den geliyorsunuz ha? Biz Iraklılar Türklerle kardeşiz, öyle değil mi?
- Elbette Müslümanlar kardeştir.
- O zaman söyleyin devlet büyüklerinize burada susuzluktan kırılıyoruz. Hep barajları doldurmasınlar, biraz da Iraklı kardeşlerine yollasınlar.
Çay muhabbeti sırasında fotoğraf çekme isteğimi iletiyorum. “Sana özel” deyip bir tane makine bulup getiriyorlar. Boynuma da bir tane hususi yazılı kart takıp türbeye girmeme müsaade ediyorlar. İmam Ebu Yusuf hazretlerini de ziyaret etmek istiyorum, “Patlamadan dolayı oralarda tamirat sürüyor” diyorlar, “Başka zaman inşallah!”



İMAM-I AZAM’DAKİ HUZUR

Oradan Azamiye’ye, İmam-ı Azam Hazratlerine doğru yol alıyoruz. Araları çok değil, iki kilometre, ama kontrol noktalarının sıklığından trafik kilitlenmiş durumda.
Dilenci kadınlar, çocuklar tozun toprağın içinde renk değiştiren araçların camlarını silme derdinde. Ani bir patlama ile bütün millet, çil yavrusu gibi dağılıyor. Ardından Kalaşnikof, tabanca ve bixi orkestrası devreye giriyor, takırtı yarım saati aşkın sürüyor ve hayat normale dönüyor. Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir.

600 bin polisin, 210 bin askerin görev yaptığı Irak’ta, Amerikalıların sokaklardan çekilmesinin ardından huzurun geleceği beklentisi şimdilik gerçekleşmiyor. Gettolarda kendi güvenlik düzenleri işliyor. Bir Şiinin Sünni bölgesine, bir Kürdün Yezidi bölgesine ya da bir Amerikalının Arapların bulunduğu alana belirli saatlerden sonra girmesi, “çevrimdışı olması için” yeterli bir sebep! Hava kararmaya yüz tutunca, sokaklardan el ayak çekiliyor. Ancak daha önce birçok defa gittiğim Azamiye, neyse ki Sünni bölgesinde...

Caminin bulunduğu alanın etrafını geniş tel örgülerle çevirmişler, hemen arkasında polis ve asker barikatı. Sünni olduğumu, ziyaret için geldiğimi duyunca buyur ediyorlar. Hatta makineyi bile içeri sokabileceğimi, bir Hanefinin buna hakkı olduğunu söylüyorlar. İçerisi mis gibi kokuyor, huzurun zirvesi bu olmalı. Dışarının gürültüsü dışarıda kalıyor. Türbedar amca zikirle meşgul, dili dudağı oynamıyor ama tesbihinin şıkırtısı işitiliyor... İmam-ı Azam Hazretlerine komşu Bişr-i Hafi Hazretlerini, arkadaki büyükleri ziyaret etmek istiyorum. Askerler, keskin nişancıların kol gezdiğinden dem vurup arka sokağa girmeme razı olmuyorlar.

İHANET ETMİŞLER!

Karnım öyle acıkmış ki, gün boyu koşturmaktan Bağdat’ın meşhur meskufunu (kömürde balık) yemeden şuradan şuraya adım atmam. Dicle’nin hemen kenarındaki Şair Nevaz Caddesi üzerinde çok sayıda balıkçının olduğunu biliyorum, Ali’ye, sosyete mekanı Mansur’daki Şorja ve Kerrada’yı gezip, balık yemeye gitmeyi teklif ediyorum, kabul ediyor. Caddeler güvenlik sayesinde çevreden izole olmuş. Gelenlerin çoğu aynı mahallenin insanı, gece elektrik kesintileri sırasında evde oturmaktansa jeneratörler sayesinde aydınlanan caddeleri tercih ediyorlar. Vitrinler, özellikle de te-levizyonu olanlar seyirci topluyor...

Balıkçıların bulunduğu alana geldiğimizde vur patlasın çal oynasın havası hakim. Barlar, gece kulüpleri, aklına gelen ne varsa... Ali, Bağdat’ın yeni haritalarına buranın “Şeytan Caddesi” olarak geçeceği söylüyor. Haksız da sayılmaz.

SOKAKTA SABAHLAMAK

Bu mahallede haftalarım geçmişti. Savaş sırasında sabahlara kadar Kur-an’ı kerim dinlediğim evlerden taverna müzikleri taşıyor. Yazık ki ne yazık!..

Otelin bulunduğu bölgeye vardığımda saatler 22.00’yi gösteriyordu. Yeşil bölgenin kapıları çoktan kapanmış. Halbuki resepsiyondakiler, 23.00’e kadar gelebilirsin demişti. “Ben gazeteciyim, gidecek başka yerim yok” mızmızlanmaları Iraklı mıntıka subayını yatağından kaldırmaya yetiyor. Demir parmaklıkların iki yanında pazarlık başlıyor, “Ben seni alsam bile diğer 8 noktadan geçemezsin” diyor. Amerikan üssüne anons etmesine rağmen içeri girmeme müsaade edilmiyor. Beni de Allaha emanet ediyorlar. Korktuğum gibi değilmiş... Barut soteli petrol kokulu kaldırımlarda sabah tez oluyor!
Sabah ilk işim Abdulkadir Geylani Hazretlerine gitmek oluyor. Bütün malzemeyi araçta bırakıp pazarlığa meydan vermeden ziyaretimi yapıyorum, sonra doğruca otele... Geceyi kırmızı bölgede geçiren biri olarak Yeşil bölgeye girmek kolay değil tabii. Üç metreyi aşan duvarlardan oluşan labirentlerin arasında “this way” (buradan) tabelalarını takip ediyorum. Çocuk dergilerindeki bulmacalardayız sanki... Fare, kediye yakalanmadan peynire nasıl ulaşır acaba? Birer metre aralıklarla duran askerlerin hemen hemen hepsi, ayrı ayrı arama yapıyor. Bu daha ilk nokta... Ali, “Her noktada çakma Amerikan askerleriyle karşılacağız” diyor. Nepal, Singapur, Uganda, Filipin, Meksika...

BİR DE FİNO ARASIN

Artık otomatiğe bağlanıyorum, kimi görsem “çerçi” gibi çantayı döküyorum, sonra arkamı dönüp Seymenler gibi iki kolumu iki yana açıp melodi bekliyorum. Yedinci noktadayım. Duşakabin gibi bir aletin içine sokuyorlar. İki el, karşı duvarda iki ayak yana açık. Bir makine, komple vücudu tarayıp film çekiyor. Akciğer temiz mi acaba? En son malzemelerimi bir kafesin içine koyuyor, ‘Bir de köpek arasın’ diyorlar. Bu hayvan işi bitirecekse bu kadar insana ne hacet?

Bir de göz retinamı çekip, beni otele salıyorlar. Size bir günümü anlattım. Dört günü anlatsam destan olur herhalde...



GECE DE SOKAKTALAR ARTIK

Bağdat’ta caddeler güvenlik sayesinde çevreden izole olmuş. Gelenlerin çoğu aynı mahallenin insanı, gece elektrik kesintileri sırasında evde oturmaktansa jeneratörler sayesinde aydınlanan caddeleri tercih ediyorlar. Vitrinler, özellikle de televizyonu olanlar seyirci topluyor...



Son 25 yılını savaşla geçiren Bağdat halkı için, “hummer” araçları görmek sıradan...

Kaynak: Türkiye

Haber Ara