Divan şiirinin Türkçe'ye katkısı
Divan şiiri alanında çalışmalar yapmış ve bu alanda yayınları olan edebiyat bilimci Muhsit Macit'e göre Divan şiiri Anadolu topraklarında Türkçe'nin çiçeklenmesiydi...
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-10-24 14:40:00
Asım Öz / TİMETÜRK
Divan şiiri nasıl bir şiirdi? Divan edebiyatının belli başlı özelliklerini açıklamak istediğinizde ilk olarak neler söylersiniz?
Divan şiiri, Anadolu topraklarında Türkçe’nin çiçeklenmesiydi. Bu şiir tecrübesi büyük ölçüde Osmanlı şairlerince bir geleneğe dönüştürüldü. Onun için divan şiiri, bir imparatorluk dilinin, yani Osmanlı Türkçesinin şiiriydi. İslam uygarlığı içinde Osmanlı tecrübesinin estetik tasarımıydı. Kendi içinde tutarlı ve sıkı bir nizamı vardı. İstikametini değiştirecek hiçbir hamleye fırsat vermedi. Mısra zevkine ve estetiğine bağlıydı. Çok katmanlı sufi öğretilerine açıktı.
Divan şiirine ''Klasik Türk Şiiri'' de deniyor. Yerleşmiş kavramların yerine farklı bir kavram önermek ve bunun yerleşmesini beklemek pek olası değil. Divan şiiri yerine (önerilen) Osmanlı şiiri kavramını nasıl karşılıyorsunuz? Bu iki kavram arasında nasıl bir fark var?
Divan şiiri kavramının kapsam alanı, önerilen veya kullanılan diğer kavramlardan daha geniştir. Aynı çağlarda Osmanlı coğrafyasının dışında İslam estetiğine uygun diğer Türkçe eserleri de kapsar. Osmanlılardan önce Anadolu beylikleri döneminde ve Osmanlı coğrafyasının dışında yetiştiği halde divan şairi olarak kabul edilen Nesimî, Kadı Burhanettin gibi ustaları Osmanlı şiiri kavramının içine tam olarak oturtmak mümkün değil. Dolayısıyla divan edebiyatı kavramının kullanılmasını daha doğru ve tutarlı buluyorum.
Divan edebiyatının oluşma ve gelişmesinde, Arap ve İran edebiyatlarının etkisi nedir?
Divan edebiyatının oluşumunda Arap edebiyatının doğrudan etkisi yoktur. Fars edebiyatı aracılığıyla dolaylı bir etkiden söz edilebilir. Fakat göz ardı edilmemesi gereken bir durum var. Anadolu’da Türkçe edebiyatının ilk temsilcileri genellikle Horasan-Maveraünnehir kökenli. Bu coğrafya, uzun zaman Fars ve Türk topluluklarının ortak yaşam alanı olmuştur. Dolayısıyla Fars ve Türk kültür-sanatında ciddi geçişkenlikler var. Fars şiirinin pek çok ustasının Türk kökenli olmasının sebebi budur. Farslar, İslamiyeti kabul ettikten sonra önce Arapça şiir söyleme çabasına giriyorlar. Yazdıkları metinlere Farsça kelimeler, sonra mısralar serpiştirmek suretiyle mülemmalar söylüyorlar. Aynı tecrübeyi Türkler, Fars edebiyatıyla karşılaşınca yaşıyorlar. Anadolu’da bile Selçuklular döneminde Türk şairleri Farsça şiir söylemeyi devam ettiriyorlar. Selçuklu ve Beylikler döneminde Anadolu ve İran coğrafyasında siyasal egemenlik, Türklerin elinde olmasına rağmen entelektüel oluşumların Fars dili çevresinde dönüp durduğu bilinmektedir. Doğudan batıya gittikçe Fars dili ve edebiyatının etkisi azalırken Türkçe, Osmanlıların beylikten devlete geçişleriyle birlikte kültürel egemenliğe erişir. Diğer taraftan iki dilli şairler, hem Farsça hem de Türkçe şiirin zenginleşmesine katkıda bulunurlar. Doğuya gittikçe Farsçanın, Batıya yöneldikçe Türkçenin baskın olduğu görülür.
Osmanlı edebiyatında hamilik geleneğini ve bu geleneğe ilişkin Türkçe literatürdeki tartışmaları sanat ve siyaset ilişkisi açısından nasıl yorumlarsınız?
Osmanlı edebiyatında hâmilik [patronaj] ve nazire geleneği, şairleri arasında usta-çırak ilişkisinin süreklilik kazanmasında, edebî muhitlerin oluşumunda ve divan şiirinin gelişip serpilmesinde etkili olmuştur. Hâmilik geleneği ilk defa rahmetli hocam Halûk İpekten’in Divan Edebiyatında Edebî Muhitler adlı çalışmasında “muhit” kavramını ilgilendiren boyutuyla incelenmişti. Şair tezkirelerindeki dağınık bilgilerin derlenip değerlendirilmesiyle ortaya çıkan bu çalışma, aynı konuda edebiyatçı gözüyle yazılan makalelerle birlikte bazı sorunların yeniden düşünülmesine bir çağrı niteliğindeydi. Özellikle Osmanlı edebiyatı uzmanlarının 16. yüzyıl şair tezkirelerindeki veriler ışığında hamiler ve hamilik ettikleri şairler üzerine yaptıkları çalışmalar ile değerli bilgin İsmail E. Erünsal’ın arşiv vesikaları ve inamat defterleri konusundaki araştırmaları konunun incelenmeye değer başka ipuçlarını sundu. Modern Osmanlı tarihçiliğinin yüz akı Halil İnalcık, Fuzulî’nin patron arayışıyla ilgili -daha önce yayımladığı- makalesini temellendirdiği Şair ve Patron adlı eserinde, bu konuyu sosyolojik bir çerçevede ele aldı. Halil İnalcık’ın kitabının neşriyle birlikte konu hakkında pek çok yazı yayımlandı. Bu yazıların çoğu soruna yeni bir açılım getirmek iddiasından uzaktı. Nihayet Halil İnalcık tarafından teorik çerçevesi çizilen Osmanlı edebiyatında hamilik geleneğini Tûbâ Işınsu Durmuş, Bilkent Üniversitesinde doktora tezi olarak hazırladı. Daha sonra bu çalışmasını gözden geçirip Fuzulî’den ödünç aldığı “Tutsan elini ben fakîrin” başlığı altında kitaplaştırdı.
Osmanlı toplumunda Osman Gazi’den başlayarak Sultan Reşad’a kadar hanedanın sanatçıları destekledikleri ya da doğrudan üretime katıldıkları bilinmektedir. Bunda hamilik sisteminin karşılıklı memnuniyete dayalı işleyişe sahip olmasının etkisi vardır. Yönetici zümre için sanatçıları korumak, kollamak geleneğin dayattığı bir zorunluluktu. Aynı gelenek içinde şairlerin de “terbiyet bulmak” ve “rağbet görmek” için sürekli hami arayışında olduklarına dair pek çok rivayet nakletmektedir. Şairlerin ürettikleri karşısında elde etmek istedikleri ise “korunma, otorite ve prestij” gibi maddiyattan çok daha değerli şeylerdir. Yani şöhret ve itibardır.
İşte tam bu noktada hamilik sistemine hem geleneğin içinden ve hem de dışından itirazlar yükselmiştir. Şair tezkirelerinde, kendi kabiliyetine inandığı halde bir türlü umduğu itibar ve şöhreti elde edemeyen divan şairlerinin serzenişleri yankılanır. “Elinden tutacak” bir hami bulamadığı için kabiliyetini âleme duyuramadığına inanan bir şairin, hamilik sistemine yönelik eleştirileri doğal olarak şöhret ve itibar beklentisine dayanır. Sanatçının ulaştığı şöhret düzeyi ile okur/izler çevrenin beklentileri arasındaki ilişkiyi sanatsal yetenek dışında belirleyen başka etkenlerden her daim söz edilebilir. Hamilik sistemine geleneğin dışından gelen itirazlar ise himaye sahiplerinin caize ve ihsanlarıyla şairleri dalkavuklaştırdığı iddiası üzerinde yoğunlaşır. Bu itirazın sahipleri hami bulamayan şairleri daha üstün tutma eğilimindedirler Diğer yandan hamilik sistemini, “para karşılığında sanat üretimi”ne indirgeyerek Osmanlı şairlerinin asla para için şiir söylemeyecekleri iddiası çerçevesinde eleştirenler vardır. Konu her daim tartışmaya/tartışılmaya açıktır.
Kanuni Hicviyesi türünden saltanata itiraz eden Divan şiiri örneklerinin sayısı mı az, yoksa bilinmiyor mu?
Bu tür itirazlar, divan edebiyatının bütünü göze alındığında az tabii. Fakat itiraz edilen saltanat sahibi, yani padişahtır. Padişah, Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi [zıllullah-i fi’l-arz], yani temsilcisidir. Mutlak otorite sahibi padişahların çevresindeki en yüksek bürokratların en küçük hatalarını canlarıyla ödediği bilinmektedir. Dolayısıyla eleştiri okları saltanat sahiplerine çevrildiğinde şairler oldukça örtülü ve ölçülü ifadeler kullanırlar. Mesela, Yavuz Selim’in acımasızlığa varan ciddiyetini devrinin şairleri oldukça ölçülü latifelerle yumuşatmaya çalışırlar. Latifî’nin naklettiği şu ‘latife’ Sultan Selim’in ‘yavuz’luğuna, çağdaşı olan şairlerin tam kıvamında ironi kattıklarına işaret etmektedir. Söylentiye göre dönemin diğer şairleri gibi padişaha gazeller sunan Necmî, Sultan Selim’i bile tebessüm ettirecek bir beyit söyler:
Rakîbin ölmesine çâre yoktur
Vezîr ola meğer Sultân Selîme
Bu beyit, rakiplerine bir yığın çirkin sıfatla ve kötü adla seslenen o devrin şairlerinin beddua repertuarına girer.
Yine de saltanat ve iktidar sahiplerine yönelik eleştiriler, Osmanlı tarihi boyunca eksik olmamıştır. Özellikle Rumelili şairlerin daha pervasız davrandıkları bilinmektedir. Mesela Hayretî, şiirlerindeki müstehcen ifadeler, geleneğin kalıpları içerisinde övmesi gerektiği düşünülen kişilere yer yer savurduğu küfürler ve genel ahlâk algılamasıyla izahı mümkün olmayan aşk ve muhabbet konulu manzumeleriyle çizgi dışı bir şair olduğunu her fırsatta sezdirmiştir.
Divan şiiri, Cumhuriyetli dönemi edebiyat kültürü içinde, çoğu zaman dışarıda tutulmuş, bizden sayılmamış, görmezden gelinmiş, küçümsenmiştir. Aradan geçen yıllar içinde Divan şiirine dair bu yaklaşımlardan geriye ne kalmıştır?
Divan şiirine ilk ve en ciddi eleştirileri yöneltenler, o kültürün içinden gelen insanlardı. Bu, esasen divan şiirinin bizatihi kendisiyle ilgili durum da değildi. Türk toplumundaki Osmanlı imgesiyle ilgiliydi. Osmanlı kültürüyle yetişen aydınlar batıyla yüz yüze gelince kendi geleneklerini kıyasıya eleştirdiler. Öte yandan geleceğiyle ilgili ince hesapları yüzünden geçmişe sövmeyi marifet sayanları mı dersiniz, bir divanı baştan sona okumadan uzman olanları mı dersiniz, değil ki şiir, ömrü boyunca bir tek hikmetli söz söylememiş gösteri budalalarını mı dersiniz bir sürü alık tarafından divan şiiri taciz edilmiştir.
Divan edebiyatı etrafındaki tartışmalar, aslında tarafların ideolojik beklenti ve taleplerini Osmanlı merkezli verilerle dillendirmelerinde aracı niteliği taşır. Bu aracılık görevi zaman zaman diğer sanat dallarına yüklense de edebiyat ve musiki Osmanlıya yüklenilen imaja göre tarafların konum belirlemesinde en işlevsel sanat dalları olarak dikkati çeker. Böyle bir ortamda klâsik Türk edebiyatının, bilhassa divan şiirinin estetik kabuller çerçevesinde ele alınması, aydınların görüşlerinden çok, gerçek sanat erbabının sezişleri sâyesinde gerçekleşir. Yahya Kemâl’in “eski şiirin rüzgârıyla” söyledikleri ile Ahmet Haşim’in şiirlerinin dolaylı telkinlerinin bunda etkili olduğu muhakkaktır. Yahya Kemâl’in şiir tecrübesi, modern Türk şairlerinin geleneğe yönelmelerinde etkili olmuştur. Divan şiirinin imkânlarını dönüştürme konusunda Yahya Kemâl’in bu tecrübesi, modern Türk şairlerine model oluşturmaktan ziyâde, onlara tam bir güven duygusu aşılamıştır. Bilindiği gibi Yahya Kemâl eski şiirin mecaz, mazmun ve istiârelerini kullanmak, divan şairlerinden alıntılar yaparak veya onlara atıflarda bulunarak gelenekten yararlanmak yerine, geleneği yeniden üretmiştir. Onun eski şiiri modern bir çerçeve içinde yeniden inşâ girişimi beğeniyle karşılanır ve onun yöneliş süreci daha sonraki şairler tarafından da yinelenir.
Peki Osmanlı’nın son yıllarında Namık Kemal’le başlayan divan şiirine dönük ağır eleştirilerin değeri ve bağlamı hakkında neler söylersiniz?
Osmanlı aydınlarının divan edebiyatına yönelik eleştirilerini değişen uygarlık anlayışının bir yansıması olarak görmek gerekir. Divan edebiyatına yönelik derli toplu ilk eleştiriyi 1866’da Namık Kemal, Tasvir-i Efkâr’da yayınlanan “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” başlıklı makalesiyle yapar. Bu yazısındaki eleştirilerini Mukaddime-i Celâl’de sürdürür. Tanzimat neslinden Ziya Paşa “Şiir ve İnşâ” makalesiyle doğrudan, Şinasi ise Fatin Tezkiresi’nin neşri münasebetiyle dolaylı olarak benzer eleştirileri yineler. Daha sonraki yeni edebiyat taraftarları da aynı yolu izleyerek eski şiiri eleştirirler. Öne sürülen eleştirilerin yarattığı tartışmaların şu noktalarda yoğunlaştığı görülür: Divan edebiyatının hayal dünyası dar ve gerçekle ilgisizdir. Konular beşerî duygu ve düşünceleri yansıtmaz. Sosyal hayattan kopuktur. Kuralcı ve mazmuncudur; başlangıcından bitimine kadar hep aynı şeyler tekrarlanmıştır. Samimi değildir, câize edebiyatıdır. Toplum ahlâkını bozucu niteliktedir. İran edebiyatının taklididir. Dil ve işlenilen konular bakımından millî değildir. Dinî ve dar bir edebiyattır.
Tanzimat yazarlarından sonra da kendine yeni bir yol ve konum belirlemeye çalışan pek çok şairin ve hatta edebî toplulukların divan edebiyatıyla hesaplaşma gereği duyduğu bilinmektedir. Cumhuriyet döneminde divan edebiyatı etrafındaki tartışmaların daha çok bir uygarlık sorunu ekseninde devam ettiği görülür. Bir bakıma gelenekselleşen ve Nâmık Kemâl’den beri süreklilik kazanan bu tartışmaların çeşitlenmesinde, Cumhuriyet döneminde eski/yeni, geleneksel/modern, muhafazakâr/çağdaş, gerici/ilerici zıtlıkları üzerine oturtulan ideolojik ayrışmalar oldukça elverişli bir ortam yaratmıştır. Tartışmalar genellikle bu ideolojik zeminde devam ederken kendilerini yeni-modern-çağdaş-ilerici çizgide konumlandıran aydınların sanat felsefesinin verileri doğrultusundaki önerileriyle konu estetik kabullerin hatırlandığı bir çizgiye çekilir. Diğer yandan klâsik Türk edebiyatı alanında yapılan çalışmaların nicelik ve nitelik açısından artışıyla orantılı olarak eski yargılar gözden geçirilir.
Sabahattin Eyuboğlu, “Yeni Türk sanatkârı, yahut Fren’ten Türk’e dönüş” (1938) yazısında şu yargıları öne sürer: “Divan edebiyatımız, tıpkı halk edebiyatı gibi bizim eski varlığımız, bilinçaltımız, yitmiş cennetimizdir. (...) Divan edebiyatını ruhundan silip süpürmüş olan bir Türk şairinin olgun eser vermesi imkânsızdır.” Şunu sormak istiyorum: Modern Türk şiirinde gelenekten yararlanma kavramı neyi ifade eder? Bu şairlerin şiirlerine nasıl yansır?
Gelenekten yararlanma kavramı, aslında ülkemizde yaşanan bilinç kopmasını, hafıza kaybını yeniden onarma çabasıdır. Gelenekten yararlandığı söylenen şairlerin eserlerine bakıldığında eski şiirin sesi, mısra estetiği ve tasavvufun modern şairler için cazip taraflarının olduğu görülür. Divan şiirinin dayandığı estetik anlayış, mecaz ve mazmun sistemi ve hatta lügâti kıyasıya eleştirilmiş olmasına rağmen sesi ve dolayısıyla âhengi konusunda genellikle takdirkâr ifadelerin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Sizin de belirttiğiniz gibi Eyuboğlu, Ataç, Tanpınar, Necatigil gibi ustaların divan şiirine bakışları pek çok şairi etkilemiştir. Günümüzde gelenekten yararlanma konusunda yeni bir evreye geçilmiştir. Kitap-lık dergisinin 31-39 sayılarında yayımladığı divan şiiri örneklerinin, İlhan Berk, Ülkü Tamer, Gülten Akın, Ebubekir Eroğlu, Seyhan Erözçelik ve Enis Batur gibi ustalar tarafından “yeniden söylenen gazeller”in yeni bir evreye geçişe işaret ettiğini söyleyebilirim. Özellikle Ebubekir Eroğlu, düzyazılarıyla ortaya koyduğu görüşlerini şiir tarzıyla pekiştirmek suretiyle modern Türk şairlerinin divan şiiriyle kurdukları ilişkiyi farklı bir evreye taşımaktadır. Gelenekten Geleceğe-Modern Türk Şiirinde Geleneğin İzleri adlı kitabımda divan şiirinin modern şair ve yazarlara sundukları imkânlardan ayrıntılı biçimde bahsetmiştim.
Gerek şiirde gerekse düşünce planında geleneğin keşfi Batı üzerinden olmuştur diyebilir miyiz?
Doğrudur, diyebiliriz. Modern Türk şiirinde gelenekten yararlanan şairlerin hemen tamamı Yahya Kemâl gibi daha çocukken geleneksel kültür çevrelerinde aşina oldukları eski şiirin sesine, Batı kültür ve sanatının inceliklerini kavrayacak birikim ve donanımı edindikten sonra yönelirler. Modern İngiliz şiirinin kurucusu olan William Butler Yeats, Ezra Pound ve özellikle T. S. Eliot gibi şairlerin kendi gelenekleriyle olan ilişkileri modern Türk şairlerine referans olur. Batıdaki sanat ve felsefe hareketlerini takip edebilecek birikime sahip olan şairlerin, karşılaştıkları eserlerin arkasında ayrıca Hıristiyan kültürünün yattığını görmeleri onların divan şiirine ve İslam uygarlığına yönelişlerine bir bakıma meşrûluk kazandırır. İşte tam bu noktada gelenekten yararlanma sorunu gündeme gelmektedir.
Genç şairler divan şiirinden nasıl yararlanabilirler?
Aslında bunun bir formülü yok. Divanları, mesnevileri okumakla işe başlayabilirler. Gelenekten yararlandığını söylediğimiz şairlerin büyük çoğunluğunun divan şiirine ilgileri, ne yazık ki antolojilere giren gazellerle sınırlı. Bu ilgi derinleşir, dil zevki gelişirse gelenekle daha sağlıklı ilişkiler kurulabilir. Çünkü, kültürün en önemli taşıyıcısı, siz de takdir edersiniz ki dildir. Sürekli kopmalar olmadıkça dil, ait olduğu toplumun hayatiyetini sürdüren kültür kodlarını geleceğe taşır. Yenilik iddiası taşıyan her sanatkâr, kaçınılmaz olarak geçmişle hesaplaşır. Yoksa yeniliği nasıl anlaşılacak? Klasik edebiyat, geçmişimizin estetik hafızasıdır. İşlevselliğini yitiren unsurlar elbette unutulacaktır. Divan şiiri için de böyle olmuştur. Fakat divan şiirinin kalıcılığını sağlayan çağrışım zenginliği, söyleyiş güzelliği günümüzün şairlerinin de dikkatini çekmektedir.
Kırklar Divanı neyin simgesidir?
Annemarie Schimmel’in Türkçe’ye çevrilen Sayıların Esrarı adlı güzel bir kitabı var. Onda sayıların her kültürde ifade ettikleri anlamlar üzerinde durulur. Sayıların hemen her kültürde simgesel değerleri var. Kırk sayısı da bizim dünyamızda simgesel anlamlar yüklenmiştir. Divan şiirinde ricâlü’l-gayb olarak bilinenler, Alevi-Bektaşi geleneğinde kırklar cemini kuranlar kırk veya yedi kişidir. Divan kelimesi de çok katmanlı anlam çerçevesine sahiptir. Dolayısıyla Kırk ve divan sözcükleri, çağrışım zenginliklerine ve şiirselliklerine itimat ettiğim sözcüklerdir. Onun için yazdığım kırk denemeyi bu başlık altında bir araya getirmeyi tercih ettim.
Bu divanda kimleri görürüz?
Bu divanda, Yunus Emre’den başlayarak Kadı Burhaneddin, Nesimî, Kişveri, Kâsım-ı Envâr, Ruşenî, Hatayî [Şah İsmail], Şeyh Bayezid, Şeyhî, Ahmed Paşa, Cafer Çelebi, Akşemseddinzâde Hamdî, Necatî, Zatî, Usulî, Hayretî, Hayalî, İshak Çelebi, Bakî, Nevî, Âgehî, Emrî, Mealî, Kemal Paşazâde, Selimî [Yavuz Selim], Muhibbî [Kanunî Süleyman], Şeyhülislam Yahya, Mezakî, Naili, Saib-i Tebrizî, Nabî, Nedîm, Esad-ı Bağdadî, Hoca Neşet, Esrâr Dede, Şeyh Galip, Yenişehirli Avnî, Nevres-i Kadîm, İbrahim Hakkı, Seyyid Nigarî, Hızırağazâde Said ve Nezihe Hanım gibi kırkın üzerinde şairi görürüz.
Divan şiirini incelerken/şerh ederken nasıl bir yol/yöntem izliyorsunuz?
Doğrusu Ali Nihat Tarlan’ın şerh yöntemi üniversitelerde izlenmektedir. Ben bu klasik şerh yöntemini Tarlan’ın öğrencisi olan Halûk İpekten’den öğrendiğimde yüksek lisans öğrencisiydim. Klasik şerh yöntemi bir metnin söz varlığı, sözcüklerin birbiriyle olan ilişkisi üzerine kuruludur. Diğer yandan modern eleştiri kuramlarını, dilbilimsel eleştiri yöntemlerini öğrenmeye çalıştım. Metin incelemeleri konusunda yapılmış kuramsal ve teorik çalışmaları takip ediyorum. Dolayısıyla divan şiirini incelerken teorik bilgilere boğmadan eski ve yeni yöntemleri birlikte kullandığımı söyleyebilirim. Divan Şiirinde Âhenk Unsurları adlı kitabım böyle bir yaklaşımın ürünüdür. Kırklar Divanı da.
Victoria B. Holbrook, Walter Andrews vb çağdaş yorumcuların divan şiirine yeni bir boyut kazandırdığını düşünüyor musunuz?
Elbette. Özellikle Walter Andrews’un gazel çözümlemeleri divan şiirinin hem daha iyi anlaşılmasına hem de diğer bilim dallarıyla olan ilişkisine dair sağlıklı bir bakış açısının oluşmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca toplumumuzda ne yazık ki her daim eksikliği hissedilen batılı referans ihtiyacını da karşılamıştır. Modern şairlerin batılı referanslarla geleneğe yönelmelerindeki psikolojik etken, metin incelemesiyle uğraşan akademisyenler için de geçerlidir.
Sizin Divan şairiniz/şairleriniz kim/ler/dir?
Bu sorunuz vesilesiyle Kırklar Divanı’nda en çok Necatî’nin beyitlerini alıntıladığımı fark ettim. Demek ki benim divan şairim Necatî’dir. Ben şiirde söyleyiş güzelliğini önemsiyorum. Onun için Necatî’den sonra benim divan şairim Nedîm’dir. Söyleyiş güzelliği bakımından Nedîm’in şiiri mükemmeldir. Nesimî ve Fuzulî ise çok lirik şairlerdir.
Divan şiiri alanında başka çalışmalarınız olacak mı?
Elbette. Necatî Divanı’nda “hançer” redifli bir kaside var. Divan şiirinde “hançer”i, Necatî’nin kasidesi bağlamında dilbilimci Lakoff’un metafor yorumuna uygun olarak okuma çabasındayım. Ayrıca sufi şairlerden İbrahim Gülşenî’yi bilirsiniz. Çok ilginç bir adam. Diyarbakır’da doğup büyümüş, Tebriz’de gelişip serpildikten sonra Kahire’de tekkesini kurup bir cazibe merkezi oluşturmuş. Yaklaşık otuz beş şair ve musikişinas sadece yol olarak değil şiirlerine kaynak olarak da Gülşenîliğe bağlanmışlar. Bu sanatkârları Gülşenî Bülbülleri başlığı altında tanıtmak için bir çalışma yapıyorum. Sezai Karakoç’un “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak” çağrısına iştirak edeceğim. Yani şimdilik gündemimde “hançer” ve “gül” var.
SON VİDEO HABER
Haber Ara