Gıda güvenliği milli güvenlik değil midir?
Türkiye’nin bir gıda güvenliği stratejisi ve ilgili kuruluşlar arasında bir eşgüdüm var mı? Bu alanda Türkiye’de bir yetki dağınıklığından söz etmek mümkün mü? İşte cevapları:
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-10-08 15:07:00
Yükselen gıda fiyatları karşısında AB tarım sisteminde reform çağrıları yeniden yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. AB, kendi çiftçisine ödediği cömert teşvikler nedeniyle yıllardır gelişmekte olan ülkelerin eleştirilerine hedef oluyor. Tarım ürünlerinin fiyatlarındaki artış, tarım ülkelerine bakışı da değiştirecek gibi görünüyor. Avrupa’daki Türkiye karşıtlarının en önemli tezlerinden biri, Türkiye gibi büyük bir tarım ülkesinin üyeliğinin Avrupa’ya büyük yük getireceği yönündeydi.
Avrupa’nın en önemli iktisatçılarından Deutsche Bank’ın baş ekonomisti Profesör Norbert Walter ise aynı görüşte değil. Walter verdiği demeçte, 10-15 yıl sonrasında AB’de aynı tarım teşvik politikasının geçerli olup olmayacağı sorusunun sorulması gerektiğini vurguladı ve şartların değiştiğine dikkat çekti:
“Bence artık konu bu şekilde düşünülmemeli. İnsanlığın makul ve uygun fiyatlarla beslenebilmesi için her karış toprağın ekilmesi gerektiği ortaya çıkıyor günümüzde. Gıda fiyatlarının nasıl arttığını gören herkesin, tarım konusunda deneyimli, toprağı olan ülkelerin Birlik’e girmesine sevinmesi gerekir. Çünkü bu, bizim giderek daha da yokluğu çekilen tarım ürünlerini arz eden taraf olmamız anlamına gelir. Bu şekilde önemimiz artar. Bu sadece Türkiye için değil, Romanya ve tarıma odaklı bir ülke olan Polonya için de geçerli.”
AB’den acil önlem çağrısı
Gıda fiyatlarındaki artış Avrupa Parlamentosu’nun da gündemindeydi. Avrupa Komisyonu’nun kalkınma ve insani yardımlardan sorumlu üyesi Louis Michel, uygun fiyatlarla gıda döneminin geçmişte kaldığını, acilen gerekli önlemlerin alınmaması durumunda fiyatların bir daha asla eski seviyesine gerilemeyeceğini vurguladı. Michel, gerekli önlemlerin AB’nin imkânlarını aştığını, bunun uluslararası bir sorun haline geldiğini de belirtti.
Avrupa Komisyonu başta Afrika kıtası olmak üzere tehdit altındaki bölgelere 117 milyon euroluk acil gıda yardımı kararı aldı. Avrupa’da tarım üretiminin artırılmasına karşı çıkan Michel, daha çok, gelişmekte olan ülkelerde tarımın geliştirilmesinin gerektiğini vurguladı.
Yükselen gıda fiyatları karşısında en çok tartışılan biyo-yakıt üretimi konusu da gündemdeydi. AB liderleri geçtiğimiz yıl aldıkları kararla, 2020 yılına kadar Birlik’in yakıt ihtiyacının onda birini biyo-yakıttan karşılama hedefi belirlemişlerdi. Biyo-yakıt üretiminde en çok kullanılan madde, şeker kamışı, mısır, tahıl gibi tarım ürünlerinden elde edilen sıvı etanol. Avrupa Parlamentosu’nun en büyük grubunu oluşturan Hristiyan Demokratlar’dan Joseph Daul, biyo-yakıt karşıtı kampanyalara karşı uyardı.
Biyo-yakıt için kullanılan tarım ürünlerinin, toplam tarımsal üretimin sadece yüzde 2’sini oluşturduğuna dikkat çeken Daul, Avrupa’da tarım araştırmalarının genişletilmesi çağrısında bulundu. Şu anki teknolojik seviyeye göre, biyo-yakıt hedefinin tutturulabilmesi için AB’deki toplam tarım alanının yüzde 17’sinin kullanılması gerekiyor. Daul, bu oranın saman gibi atıklar kullanılarak önemli ölçüde azaltılabileceğini vurguladı.
Avrupa Parlamentosu’ndaki Sosyalist grubun başkanı Martin Schulz ise gıda fiyatlarını manipüle etmeye çalışan spekülatörlere karşı uyardı. Schulz, olup bitenin normallikten çıktığını ve gıda fiyatlarındaki yükseliş üzerinden muazzam bahisler döndüğünü belirterek, “Fiyatlar yükselsin ve kar etsinler diye tarım ürünleri sıkıntısı yaratmaya çalışıyorlar” diye konuştu.
AB vatandaşlarının gözünde suçlu ise onlarca yıldır fiyat garantileri veren, üretim fazlasını satın alan, ihracatı teşvik eden ve dev rezervler oluşturan Brüksel.
Avrupa Parlamentosu’nda liberal grubun başkanı Graham Watson, tarımda korumacılığın ve ihracat kısıtlamalarının sona erdirilmesini talep etti. Şu an yaşanan sorunun biyo-yakıt üretiminden değil, AB tarım politikalarından kaynaklandığını belirten Watson çözümün de biyoyakıtın terk edilmesinden değil, tarım politikalarında reformdan geçtiğini vurguladı.
AB'nin Tarım Politikası
Avrupa'da milyarlarca euroluk sübvansiyon, küçük çiftçinin cebine değil dev şirketlerin kasasına giriyor. Hızlı sanayileşme ekolojik tarımı öldürürken, tüketici daha fazla ödeyip, daha kötü besleniyor.
Almanya’da süt üreticileri mevcut süt fiyatlarıyla geçinemediklerini söyleyerek hükümeti protesto için sokaklara dökülüyor, Afrika’da pamuk çiftçileri dünya piyasalarındaki fiyatların düşüklüğü nedeniyle bir bir pazardan çekilmek zorunda kalıyor. Her iki durum da sübvansiyon sistemi ve uluslararası ticaret politikalarındaki çarpıklıkların bir sonucu.
AB'de otlaktaki her bir inek vergi mükelleflerine günde 2,5 euroya mal oluyor. AB nüfusu içinde geçimini tarımdan sağlayanların oranı yüzde 3’ü bulmazken, Birlik (AB) toplam bütçesinin yarısı tarım sübvansiyonlarına gidiyor. Afrika ülkelerinin çoğunda ise halkın yüzde 80’i geçimini tarımdan sağlamasına rağmen çiftçiler devletten sübvansiyon almıyor.
Aslında bu şartlar altında Avrupalı çiftçiler ve tüketicilerin dünyanın en şanslıları olması gerekiyor. Teorik olarak çiftçiler devlet desteğini arkasına alırken, tüketicilerin de ödedikleri vergiler üzerinden finanse edilen sübvansiyonlar sayesinde yeterli ve sağlıklı beslenme güvencesine sahip olması gerek.
Ancak sübvansiyon akışı böyle işlemiyor. Çünkü tarım teşvikleri küçük çiftçi ve tarım işletmelerinin değil, büyük fabrikalar ve gıda maddelerini işleyen, satıp pazarlayan büyük şirketlerin kasasına giriyor.
Tarım deyince Avrupalı tüketicinin kafasında oluşan, küçük aile işletmelerinden oluşan resim artık gerçeklerle bağdaşmıyor. Devlet sübvansiyonlarının sağlıklı beslenmeyi güvence altına aldığı öngörüsü de. Dünya tarım raporunun hazırlanmasında da görev alan, Tarımın Geleceği Vakfı’ndan Benedikt Haerlin şunları söylüyor:
“Günümüzde tüketici olarak, sanayi tarafından milyarlarca euro harcanarak yetersiz beslenmeye yönlendiriliyoruz. Gıda maddeleri için yapılan tüm reklamlar temelde sağlıksız yiyeceklerin reklamı. Tüketici olarak sorunumuz, artık dünyada yetersiz beslenen kadar hastalık derecesinde şişman insanın da bulunması.”
Hızlı sanayileşme tarımı öldürüyor
Sübvansiyonların dağılımına, pastadan en büyük payı kimlerin aldığına kısaca bir bakıldığında bunun nedeni de hemen anlaşılıyor. Küçük, geleneksel çiftçi işletmeleri değil, büyük tarım fabrikaları ve gıda sanayi. Büyük şeker ve süt şirketleri tarım ürünleri için verilen ihracat teşviklerini cebe indirirken küçük süt üreticileri hayatta kalma savaşı veriyor. Tarım ve iklim değişimi konularında uluslararası çalışmaları bulunan Dr. Susanne Gura sanayileşmenin yan etkilerine dikkat çekiyor:
“Sadece bir hayvanın ne kadar üretebileceğine baktık ve bu sanayileşme sarmalının içine düştük. Örneğin bir kuluçka tavuğu yılda 300 yumurta üretir, ya da bir inek 10 bin litre süt üretir dedik. Sanayileşmeyi geliştirerek bu sayıları daha da artırmaya çalıştık. Beraberinde başka ne tür sorunlar getirebileceğine bakmadan.”
Tüketici büyük bedel ödüyor
Bunun sonucunda vergi mükellefleri sadece sübvansiyonları cebinden finanse etmek, çevre ve iklim ile ilgili yan masrafları yüklenmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi geçim masraflarının artmasına da doğrudan katkıda bulunuyor. İngiltere’de bir tüketici derneği 2002 yılında yaptığı araştırmada sübvansiyonların gıda fiyatlarındaki artış ve vergiler yoluyla tüketiciye maliyetini hesaplamış, dört kişilik bir ailenin gıda masrafının sübvansiyonlar nedeniyle ayda yüz euro arttığı sonucuna varmıştı.
Dünya ölçeğinde adaletsiz dağılım
ABD’de ise çiftçilerin yüzde 60’ı devletten hiçbir destek görmemesine rağmen, en zengin çiftçiler dilimindeki yüzde 10’luk kesim toplam devlet teşviklerinin yüzde 72’sini alıyor. Sonuç olarak gerek Amerika, gerekse Avrupa’da para kazanmanın yolu üretim ve hasattan değil, cebe indirilen teşviklerden geçiyor. Üretim fazlasının dünya pazarlarına akması, örneğin Afrikalı pamuk çiftçilerinin ise yaşam alanını elinden alıyor.
Afrika Komisyonu’nun Dünya Bankası rakamlarına dayandırdığı hesaba göre sübvansiyonların kaldırılması durumunda Afrika’nın pamuk ihracatı yüzde 75 artabilecek. Ancak sübvansiyonların kaldırılması sadece çevre bakanlarının değil, aynı zamanda tarım, maliye ve ekonomi bakanlıklarıyla güçlü lobilerin de üzerinde söz sahibi olduğu bir karar. Sanayi ülkelerinin sıkça bahsettiği serbest pazar ilkeleri küresel tarım piyasasında gerçekten geçerli olana kadar sübvansiyon politikalarının ağır bedelini gelişmiş ülkelerdeki tüketici ve üçüncü dünya ülkelerindeki küçük çiftçiler birlikte ödemeye devam edecek.
Halkın can güvenliğini ve sağlığını ilgilendiren gıda güvenliği sorununa Çin hükümeti öteden beri büyük bir önem veriyor. Gıda güvenliğinin sağlanması görevi sağlık, tarım, kalite denetimi, sanayi ve ticaret ile ilaç kontrolünden sorumlu 5 ayrı hükümet kuruluşu tarafından bağımsız ve aşamalı olarak yürütüyor. Bu sistemin belli avantajları bulunuyor, ancak yasanın birçok kuruluş tarafından uygulanması, sorumlulukların açıkça belirlenememesi ve denetim zincirindeki kopukluk gibi dezavantajları da beraberinde getiriyor. Çin bu karmaşıklığa bir son vermek düşüncesiyle ilgili hükümet kuruluşları arasında eşgüdüm sağlamak ve ortak ve tek bir tarım ve gıda güvenliği politikası yürütebilmek için Gıda Güvenliği Yasası çıkardı ve Gıda Güvenliği Komitesi oluşturdu. Peki Türkiye’nin bir gıda güvenliği stratejisi ve ilgili kuruluşlar arasında bir eşgüdüm var mı? Bu alanda Türkiye’de bir yetki dağınıklığından söz etmek mümkün mü? Tarım Bakanlığı Müsteşarı Vedat Mirmahmutoğulları, Le Monde Diplomatique Türkiye'nin sorularını cevapladı.
Le Monde Diplomatique Türkiye: Yakın gelecekte Tarım Bakanı ve onun müsteşarı, acaba, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına davet edilecek mi? Yani Türkiye ne zaman, gıda güvenliğini milli güvenlik stratejisi kapsamında değerlendirecek?
Vedat Mirmahmutoğulları: (Gülüyor...) Dünyada üç sene evvel 854 milyon insan aç yatıyordu. Bu sayı arttı, şimdi bir milyar insan aç yatıyor. Bunun yanında da, bir buçuk milyar insan aşırı beslenmeden dolayı sağlık sorunları yaşıyor. Aşırı yemeden dolayı sağlık sorunu yaşayan, çok ciddi kaynak tüketiyor. Neden? Birincisi o duruma gelirken kaynak tüketiyor, ikincisi bu problemden kurtulmak için, yediğinin bir kaçı kat fazlası kaynak harcıyor. Hem kendisine zulm ediyor, hemde o ülkenin ekonomisine. Nihayetinde dünyada gıda kaynakları sınırlı, dünya insanlığına da bir külfet oluşturuyor.
Böyle bir tezat ortamında da, gelişmiş ülkeler, dünya hakimiyetlerini sürdürebilmek için, önce enerji kaynaklarının arz yönetimini ve pazarlama yönetimini ele geçirme mücadelesine girdiler. Biliyorsunuz enerji uğruna neler yapılıyor, savaşlar veriliyor. Günümüzde de hala aynı. Şimdi ise su arzını ve talebini yönetmeye talip olmaya başladılar. Şuanki gidişat bu yönde. Bunun yanında insanlığı terbiye edecek en etkili unsur olan gıdanın arzının ve pazarının yönetimini ellerine geçirme çabasındalar.
Bombalarla, silahlarla, tanklarla terbiye edemedikleri insanlığı, gıda arzını ele geçirmek suretiyle terbiye etmek istiyorlar. Gıda arzını ele geçirme uğruna çok çeşitli senaryolar ortaya koydular. Zaman zaman petrol fiyatları durup dururken, 40 dolardan 140-150 dolarlara çıkıyor. Ne olduda petrol fiyatı 40 dolardan 140-150 dolara çıktı, fasil kaynakları mı kurudu? Yok, böyle bir şey yok.
Veya, 140 dolara çıkmış petrol, tüm savaşlar ve anlaşmazlıklar halen devam ederken nasıl oluyor da tekar 40 dolara inebiliyor?
Evet, petrol fiyatları buraya çıkarken ne oldu? Spekülatif karlar oluştu. Bu karlardan kimler yararlandı? Petrolün pazarlamasına hakim olanlar! Daha sonra dediler ki; "Bakın petrol fiyatları yükseliyor, alternatif enerji kaynakları önemli, buraya geçiş yapmalıyız"
Alternatif enerjiden de biyoenerjiye yönelmeye başladılar. Biyo nedir? Yağlı tohumlardan biyodizel üretirsiniz, buğday gibi ürünlerden de biyoetenol üretirsiniz.
Dünyada gıda üretimi azalmadığı halde bir suni gıda krizi pompaladılar. Suni gıda kriziyle ne amaçlanıyordu? Önce petrol fiyatları artmalıydı, sonra alternatif arayışlara girilmeliydi, biyoenerjiye yönelinilmeliydi, biyoenerjide kullanılan nihayet insanların gıda olarak kullandığı ürünlerdir. Gıda arzı azalmış gibi suni bir ortam oluşturuldu. Dendi ki; "gıdada ithalata bağımlı ülkelerin gıda maliyetleri yükselmeye başlar." Eee ne olacak? "Genetiği değiştirilmiş ürünlerin önündeki engellerin kalkması lazım"
Bunun asıl espirisi nedir? Bunun espirisi şu: Biyoteknolojinin imkanlarını kullanarak, kendi kendinin neslini sürdüremeyen, yani hibrit, melez, ama bazı üstünlükler sağlayan, yani soğuğa karşı dayanıklı olabilen, veya parazitlere karşı dayanıklı olabilen, bazı genleri transfer ederek geliştirdikleri çeşitlerin önündeki engeli kaldırmaya çalıştılar. Sebep ne? Tohuma ihtiyaç duyacak milyonlarca çiftçiyi her yıl kendine bağımlı yapmak!
Normalde gıda üreticisi, ürününü üretirken içerisinden tohumunu ayırır, yiyeceğini de ayırır, geri kalanını pazara sürer. Ama onlar, milyonlarca çiftçinin her yıl kendilerine gitmesini istiyorlar. O artık fiyatlarla kendisi oynayacak, tekel olacak. Görüyor musunuz dünya nereye gidiyor? Şimdi burada yapılması gereken ne? Yapılması gereken, dünyanın nereye gittiğini çok iyi biliyor olmaktır. Üstelikte senin bu gidişattaki yerini tespit etmen ve nerede olman gerektiğini belirleyip oraya odaklanman gerekiyor
Bunun yolu da önce, sahip olduğun kaynaklarını biliyor olmaktan geçer. Dünyayı tanıyacaksın, neyin var neyin yok bileceksin, onların dünyadaki değeri nedir bileceksin. Altının üzerinde oturduğunuzun farkında olmayabilirsiniz! Türkiye gerçekten böyle. Türkiye biyo çeşitlilik açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Bakınız Avrupa kıtası 10 milyon kilometre kare üzerine kurulu. Türkiye'nin kaç katı, 14-15 katı. Burada toplam üretilen ürün 12 bin çeşit. Bunun içerisinde orjini Avrupa kıtası olan ürünün sayısı 2400. Türkiye coğrafi büyüklüğü itibariyle Avrupa'nın 15'te biri, ama üretilen ürün sayısı 12. 400, bunun yaklaşık 4.000'i de Türkiye orjinli. Bu çok kıymetli bir zenginlik.
İnsanlığın ana beslenme kaynağı buğdayın vatanı da Türkiye toprakları. 11 bin 500 yıldır burada buğday yetişiyor. Dünyada 8 tane yem merkezi var. Dünyanın yüz ölçümünü düşünün, Türkiye'nin yüz ölçümü dünyanın kaçta kaçı olduğunu tahmin edersiniz. 8 tane yem merkezinin üçü Türkiye'de. Türkiye öyle bir enteresan ülke ki, ben Sivaslıyım, Sivas'ta tohumu toprağa attığınız gün, kuş uçuşu
150 km ötede Adana'da aynı ürünün hasadı yapılıyor. Dünyanın hiç bir yerinde bu zenginlik yok. Tabii sera özelliği gösteriyor.
Siz bugüne kadar tek düze bir politika uygulamışsınız. Dünya kadarda destekler vermişsiniz. Demişsiniz ki; "ben buğdaya destek veriyorum". Buğdaya destek vermişsiniz, toplam alanınız 25 milyon 600 bin hektar..... Ekilebilir toprakların yarısını buğday için kullanırsanız, ozaman bu ülkede yetişebilecek diğer ürünlerin alanını azaltmış olursunuz.
Tükiye çünkü gerek biyo çeşitlilik, gereksede agroekolojikson, yani tarımsal faliyet için uygun olan zenginlik bakımından, orekültür tarımın da uygulanabileceği ender ülkelerden bir tanesi. 150 çeşit ürün yetişebilir Türkiye'de. Sizin 150 çeşit ürün yetiştirebilecek zenginliğiniz var, ama sadece buğdayı desteklemişsiniz, onun alanını genişletmişsiniz, buğdaydan fazla vermişsiniz, maliyiteniz yüksek, TMO'ya da demişsiniz ki "2'ye al 1'e sat".
Aşırı buğday ekimiyle alanı işgal ettiniz, onun yerinde yetişecek yağlı tohum bitkisi olduğu halde, orada yetişebildiği halde onu da ithal etmeye başlamışsınız. Her yıl 1,5 milyar dolrlık yağlı tuhum ithal ediyorsunuz. Böyle bir güzel ülke, böyle yanlış bir politika uygulamasını hak ediyo rmu? Etmiyor!
Bunun üzerine biz ne yaptık? Önce kurumun derinlik analizini yaptık, kendimizi aynaya vurduk, sayın bakanla beraber göreve başladığımız zaman. Sayın Bakan 4 Nisan 2005'te göreve başladı. Ben de 5 Ağustos 2005'te göreve başladım. Derinlik analizi yaptık. Derinlik analizinde gördük ki, Türkiye kaynaklarını rasyonel kullanmıyor.
Bir şey daha tespit ettik. Gördük ki tarımın Türkiye'de entellektüeli yok. Kendisine entellektüel diyor ama aslında değil. Dikkat ediyor musunuz. hangi gazetenin köşe yazarları arasında, tarımda çalışmış yada müsteşarlık yapmış biri var mı? Yok.
Gazetelerimizin magazin ilavesi var ama tarım ilavesi yok.
Evet, niye yok? Halbu ki üç öğün, tarım ürününe muhtaçsınız. Eskiden Tarım Bakanlığı sadece tarımsal faaliyetlerden sorumluydu, şimdi gıdadan da sorumlu. Dikkat edin bütün sempozyumlarda, konferasnlarda tarım en sona konuyor. Ben hemen araya girip söz alıp "Siz hiç aç kalmamışsınız. Siz aç kalmış olsaydınız ilk açılışı bununla yapardınız." diyorum açıkça. Dünya eğer kaynaklarını rasyonel kullanmazsa aç kalacak. Bunu dünya gayet iyi biliyor. Onun için gelişmiş tedbirler alıyor, gıda arzını ellerinde tutmaya çalışıyorlar. Hem kendi geleceği için, hem de dünya insanlarını yönetmek ve yönlendirmek için.
Şimdi Türkiye olarak biz, bu zenginliğimizin farkında olup, biyo çeşitliliğimizi koruyacak tedbirleri alıp, biyo çeşitliliği zengin olan ülkelerle bir pakt oluşurmamız lazım.
Hangi ülkeleri kastediyorsunuz?
Biyo çeşitliliği zengin olan ülkeler var, fakat bunları hemen bir başkaları yanına çekmeye başlamış. Onları Genetiği Değiştirilmiş ürünlerle kendilerine bağımlı yapmışlar: Afrika ülkeleri de bu açıdan son derece zengin Türkiye'nin uyandığı gibi onları da uyandırmak lazım. Biyo çeşitlilik Allah'ın bir lütfu, bu ülke için. Bir şehirde kıtlık, kuraklık, kriz oluyor, ihityaç olan gıdayı bir başka şehirden yetiştiriyorsun oraya. Doğu Avrupa'da, Kuzey Avrupa'da bir kriz olursa, hayvancılıktan başka hiç birşey yapılmaz. Üstten yağmur yağıyor, alttan ot bitiyor, bir de şaraplık üzüm yetişiyor.
Türkiye'de ise 150 çeşit ürün üretiyor.
Yaptığımız çalışmalar sonucunda gördük ki, bizim bu kaynaklarımızı rasyonel kullanabilmemiz için projeler geliştirmemiz gerekiyor. Bunun yasal alt yapısı hazır. Tarımla ilgili 12 tane temel kanun çıkarıldı. Tarım Bakanlığı'nın kanunu yoktu, tarımın kanunu yoktu. Tarım, kanun hükmündeki kararnamelerle idare edildi, şimdiye kadar. Tarım kanununu çıkarttık, tarım bakanına bir görev verdik. Dedik ki; "Tarım bakanlığı bölgesel veya havza bazında destekleme politikası uygulayabilir."
Toprağı koruyacak bir kanun oldu. Toprak koruma ve arazi kullanma kanununu çıkarttık. Orada da tarım Bakanına bir görev verdik. "Tarım bakanlığı tarımsal toprakların kullanım planını da yapar" dedik.
Bu yasal düzenlemeyi de yaptıktan sonra 200 kişiden oluşan bir ekiple işe koyulduk. Ayrıca Ege Üniversitesi'nden, TOBB üniversitesinden, Boğaziçi Üniversitesi'nden de hizmet aldık.
Türkiye'nin 25.6 milyon hektar olan tarımsal topraklarını, 50 metreye
50 metre ebadında, yani 2,5 dönüme kadar inceledik. 30 yıl geriye doğru iklim yapısını ve topografyasını inceledik.
Çünkü topografya ve ilim, tarımda çok etkendir. Bunun bir de suyla buluşabileceğini inceledik. Gördük ki birbirinden farklı 190 çeşit havza var. Aynı özellikleri olanı bir havza adı altında topladık. Türkiye 190 zenginliğe sahip tarımda. Ve bunun yönetilebilirliğini, idari sınırlarla uyumunu da dikkate alarak 30 havza ana havzaya böldük. Şimdi Türkiye tarımda tek dize politika değil, 30 çeşit dev bir havza geliştirme imkanına sahip. Bütün mesele, tarımla uğraşanlara balık tutmayı öğretmeniz lazım. Onun normal şartlarda karlı olacağı imkanları hazırlamanız lazım.
Havzaları belirledikten sonra o havzayla örtüşen ürünleri belirledik. Örneğin A havzası... A havzasının toprak yapısını inceledik, iklim yapısını inceledik, topografyasını inceledik, suyla buluşabilirliğini inceledik ve orada, o şartlarda yetişebilecek en karlı ürünleri belirledilk.
Şimdi fındıktan başladık, 2010'da da hepsinden başlayacağız. Şimdi çiftçimize diyoruz ki, "Ey çiftiçim, senin muazzam bir zenginliğin var. Sen atadan görme, babadan görme faaliyetlerle bugüne kadar geldin ama bundan sonra senin karlılığını daha da yükseltmen mümkün. Şu toprağında, şu özellikteki bitkiler çok güzel yetişir. Bunu yetiştir, ben de sana destek vereceğim. DTÖ ve AB'ye olan taahhütlerimizi de dikkate alarak... "Sen bu havzada bu ürünü dikersen ben sana destek veririm" diyoruz. "Çünkü senin karlılığın da burada, Ülkenin karlılığı da burada. Ama sen ekmiyorum dersen,ü ekmezsin, karar senin."
Eskiden beri söylenegelen üç tane söz vardır. Birincisi, tarımın politikası yoktur, ikincisi, tarımın envanteri yoktur, üçüncüsü, tarımsal üretimin projeksiyonu yoktur bu ülkenin.
Ama biz, ülke içinde ne var topladık. Yurt dışında bizim işimize yarayan ne var, onları da topladık. Beşyüz yirmiyedi milyon sekizyüzbin veriden oluşan bir tarım envanteri çıkarttık.
Bir model geliştirdik. Bu modelde verileri giriyorsun, 5 dakika sonra o havzada hangi ürünün yetişiceğini, bu ürünün dünyayla rekabet edebilirliğini, bu üründen çifçinin elde edeceği karı ve bunun yerinde daha önce ekilen geleneksel ürünle mukayyesini hemen ortaya koyar. Bir tanesini çıkarıyım isterseniz. Beşyüzyirmiyedi milyon sekizyüzbin veri demiştim ya... İklimle ilgili 21 milyon veri, tıoprakla ilgili 2.2 milyon veri, topografyayla ilgili 500 milyon veri, nüfus, hayvancılık ve diğerleriyle ilgili 5.000 veri, 160 ülkeyle ilgili gerçekleştirilen dış tıcaret verilerinin hepsinin toplanışı, bütün ÇKS kayıtları, toprak, topografya, iklim, arazi sınıflandırılması, OECD, FAO... ne varsa hepsinin verilerini almışız ve şu havzayı belirlemişiz.
Şu havzanın içerisindede 50 metreye
50 metre küçüklüğe kadar inmişiz. Demişiz ki burada ne yetişir? Burada ne yetişeceğini geliştirdiğimiz sistem vermiş. Demiş ki; orada pamuk ta yetişir, ayçiçeği de yetişir, mısır da yetişir, buğday da yetişir. Peki benim stratejik ihtiyacım ne? İnsanlarımı beslemek için buğday mı? Ne kadar? 15 milyon ton. 15 milyon ton buğdayı ben ülkemde yetiştiririm. Ama eskiden buğday ektiğim alana diğer ihtiyacımı ne ise onu yetiştirebilirim, ya da dünyada para eden, kar eden hangisi, mesela diyelim ayçiçeği. Ayçiçeğini yetiştiririm. Bir dekardan elde ettiğim ayçiçeğiyle, 10 dekardan elde ettiğim buğdayı alabiliyorsam eğer, neden ben buğday ekeyim kardeşim?
Tarımı ümmilikten kurtardık. Gıda güvenliğini daha tarla aşamasında halletmek üzere ciddi çalışmalar yaptık. Kullanılacak ilacı, reçeteye bağladık.
Bakınız, Osmanlı'nın toprak düzeniyle ilgili olarak, Japonya, ODTÜ'de 10 tane öğrencisine burslu doktora yaptırttı. Burada bir hikmet var, bu insanlar nasıl 600-700 yıl ayakta kalabildi? Ayakta kalırken de nasıl hep imparator oldu, yeni yeni alanlar fethetti. İnsanları da mutluydu... Kendinden olmayanlar insanlar da, onun şemiyesi altında yaşamayı "onur" addediyordu.
Biz bu modeli geliştirmeden önce ülkemizde 28 havzada çeltik üretimi yapılıyordu.. 28 havzada 80 bin hektar çeltik ekim alanı vardı. Biz çeltiği 2002 yılında 360 bin tondan aldık, şimdi 764 bin tona çıkardık. Bu Türkiye'nin tarihinde bir rekor. Fakat önemli olan rasyonel bir artı sağlamaktır. Havzayı inceledik ki, gerçekte çeltik havzası 16 tane olmalı, 28 tane değil. Nohut ekim alanlarından da 100 bin hektar alan tasarruf ettik. Alanı azaltmış olmamıza rağmen nohut üretimi daha da arttı, ayrıca tasarruf ettiğimiz 100 bin hektarlık alanalara da başka kıymetli ürünler ektirdik.
Bu çalışma bütün dünyanın dikkatini çekti. Neredeyse hergün, bir yabancı heyeti ağırlıyoruz. Bize bunu nasıl başardığımızı soruyorlar, öğrenmek istiyorlar. Bazı heyetlerde ise "kaygı" görüyoruz. Neden? Pazar kaygısı... Türkiye pazar olmaktan çıkıyor mu artık, bunu öğrenmeye çalışıyorlar.Türkiye, rekabet üstünlüğü sağlayarak, doğal şartların verdiği rüzgarı da arkasına alarak acaba bizi mi pazar haline getiriyor, bunu anlamaya çalışanlar da var.
Havza projesi son derece önemli bir çalışma.. Bunun ilk uygulamasını fındıkta yapmıştık.Neden fındık? Çünkü fındık üretimiz, dünya piyasa düzenini etkiliyor. Dünya fındık üretiminin %75'i bizden. Dünyada ticarete konan fındığın %85'i Türk fındığı. Yani İtalya fındığını kendi içinde tüketiyor, ihracata konu değil. Dünyada dolaşımda olan fınfığın %85'i Türk fındığı olunca, sen arz fazlasını aldığın zaman, dünyanın arz fazlasını almış oluyorsun. O zaman dünyadaki fındık seviyesini yukarı çekiyorsun, bunu sonunda da dünyadaki rakip ülkeler, rakip üreticiler sürekli alan genişletiyor. Kimin parasıyla? Sizin, benim vergilerimizle. Çünkü 3 yılda TMO'dan 2.8 milyar TL’lik fındık dağıtılıyor. Kanuna rağmen, şimdiye kadar politikacılar, sürekli alan genişletmesine göz yummuşlar, alan genişletenin ürettiği ürünü satın alarak da ona ilave imkanlar sağlamışlar.
Halbuki 1983’te çıkan yasa diyor ki "fındık alanları şunlardır, bu 83 alan dışında fındık üretilemez." Ama siyasi kaygılarla ürettirilmiş.
Peki, Tarım Bakanlığı Cumhuriyet kurulduğundan beri var. 80 yıldır, hem siyasiler, hem bürokratlar ne yapmış?
Ben 1975 yılında mezun oldum, 1975’ten 2000 yılına kadar Tarım Bakanlığı’nda çalıştım. Kafamda bir tane iz bırakan şey var: Kadük olmak! Türkiye’nin ihtiyacı olan kanunları hazırlardık, gönderirdik Bakanlar Kurulu'na. Bunların bir kısmı ya Bakanlar Kurulu aşamasında, bir kısmı Komisyon Kurulu aşamasında ya da genel kurul aşamasındayken hükümetler değişir, kanunlar kadük olur, geri gelir, iade edilirdi.
Biz tarımla ilgili 12 tane temel kanun çıkardık.
Bir tanesi arge yasası. ARGE kanunuyla ne getirdik biliyor musunuz? Birincisi ARGE'ci bir çeşit geliştirirse, geliştirdiği çeşidin gelirinin %50’si ona ait. Bu oran Amerika ve Avrupa’da %4’tür.
ARGE'cinin alın terini mirasa da konu ettik. Eğer ARGE'ci vefat ederse, onun geliştirdiği çeşitten elde edilen gelirin %50’si yavrusuna gider. Tabi herkes şaşırdı. Şimdi TÜBİTAK projelerinde Tarım Bakanlığı birinci. Türkiye 1710 çeşit geliştirmiş. Ülkede geliştirilen çeşitin %90’nı Tarım Bakanlığı’nın araştırma enstitülerinde, sadece %10’nu üniversitelerde geliştirilmiş. Oysa Kamu ARGE'sine ayrılan kaynağın %91’ni üniversiteler tüketiyor. Üniversiteler araştırmaya ayrılan kaynağın %91’ni tüketirken, bu kaynağın geri dönüşü yok kardeşim, nerede bu para?
Sayın Başbakan'ın başkanlığında Bilim ve Teknoloji toplantılarına her zaman katılıyorum, 2002’de TÜBİTAK’a ayrılan kaynak 270 milyon TL’yken, şimdi 1 milyar 350 milyon TL. Bilim ve teknlojiaraştırmalarına olan destek çok ciddi şekilde arttı ama hala daha Türkiye, OECD ortalamasının çok gerisinde. OECD'de bir milyon kişiye düşen patent sayısı yılda 54’tür, Türkiye’de 0.5'tir
Mesela bir kıyaslama yapmak açısından örnek vereyim, Güney Kore, ARGE'ye 1 milyon dolar kaynak ayırır, Türkiye de aynı parayı ayırır , Türkiye bu kaynakla 0.17 patent elde ederken, Güney Kore aynı kaynakla, Türkiye’nin 32.4 katı patent elde eder.
Annemin bir lafı vardı: "Oturduğunuz ahır sekisi, çağırdığınız İstanbul türküsü..." derdi. Yani siz hem fakirim diyorsunuz, hem de kaynağı verimsiz kullanıyorsunuz. Ama Güney Kore aynı parayı sizden 32.4 kat daha verimli kullanıyor.
Neden biliyor musunuz? Üniversitelere çeki düzen verilmesi gerekiyor. Üniversitede akademik kariyer yapabilmek için uluslararası saygınlığı olan hakemli derglerde yayınlanan makale sayısı önemlidir. O da endüstri haline gelince, onu da ele geçirdiler, şimdi para kırıyorlar.
Burada şöyle bir şart getirmek lazım; Üniversitede doçent olabilmek için araştırma yapılıyor ya, bu araştırmanın endüstriye aktarılır patente dönüşmesi lazım, hiç değilse %10’nunun. İşte o zaman üniversitede bilim adamından başka hiç kimse kalmaz. Sonuç almayan araştırmayla hiç kimse profesör olamaz.
Türkiye'de 25 tane Ziraat fakültesi var ama Almanya'da sadece 5 tane. Almanya'da veteriner fakültesi 5 tane, Türkiye'de 27 tane var. 80 tane de hayvan sağlığı yüksek okulumuz var.
Bunlar sürekli hoca talebi oluşturuyor. Hocalar da rahat rahat profesör oluyor, doçent oluyor. Ama benim çocuğum, ehil olmayan, oraya hakkıyla gelmeyen, araştırma sonuçları hiç bir şey ifade etmeyen hocaların elinde yetişiyor. Çocuklarımız buraladan hiç birşey almadan çıkıyor, bunun sonucunda da çiftçiden kaçıyor. tarladan kaçıyor. Çünkü güç, önce Allah'ın, sonra bilginindir. Korku da bilgisizliğindir. Bilgisizliğin korkusu kadar afat bir korku yoktur.
Sen insanı bilgili kılacaksın ki, insan onurlu, güçlü olsun.
Onurlu olmak için bağımsız olmak lazım, bağımsız olmak için teknoloji geliştirmek lazım, teknoloji geliştirmek için de ARGE yapmak lazım.
Biyoyakıta olan yönelim, tarımı, uluslararası güç merkezlerinin elinde bir araca dönüştürecek gibi..
Dünya gıda arzını ele geçirme mücadelesi aynı zamanda alternatif enerji kaynağı olan biyo enerjinin arzını da ele geçirme çabasıdır. Daha önce bahsettiğim GDO'lu ürünleri yayarak, doğal biyo çeşitliliği yok edecek bir hale gelirseniz, o zaman bunların tohumuna muhtaç olacaksanız, arz bunların elinde olacak, enerjinin ham maddesi de bunların elinde olacak. Bütün bunların çözümü, ARGE yapacaksınız, teknolojide güçlü olacaksınız ve güçlü biyo çeşitliliği olan ülkelerle iş birliği yapacaksınız.
Türkiye'nin temel problemlerinden birisi ağır işleyen bürokrasi sistemi. Geldik, gördük ki mevcut bu bürokrasiyle Türkiye'yi kalkındırmak mümkün değil. Çünkü bürokraside, vatandaş işe giriyor, girinceye kadar kırk takla atıyor, girdikten sonra da "ben devletim" diyor. Devletin bütün gücünü, imkanını; kendi bilgisizliğini, tecrübesizliğini, beceriksizliğini örtmede kullanıyor ve zulum ediyor. Neden? Çünkü sistem, performans kriterine göre değerlendiripte onun işine son veremiyor.
Türkiye'de samimi bir demokrasiye inanç yok. Demokraside en büyük güç Allah'tan sonra milletin seçtiği iktidardır. Milletin seçtiği iktidarın sorumluluğu da fazlaca büyük, görevi de korkunç derece büyük. Çünkü millete tekrar hesap verme durumunda olan birtek o. Bürokrasi millete hesap vermiyor, sıkıntı burada. Bürokrasi siyasete de hesap vermiyor.
Siyaset getiriyor müsteşarı, üç kişinin dudağının arasında, Bakan, Başbakan, Cumhurbaşkanı... Diyor ki; ben senden daha fazla performans bekliyorum, çünkü ben bu millete hesap vereceğim. Kendisini başarılı kılsan zaten, senden neden uzaklaşmak istesin? Siyasi iktidarlar başarılı olmak için vardır.
Kaynak: LMD Türkiye
SON VİDEO HABER
Haber Ara