Siyah Kalem'in izinde bir roman
Barış Müstecaplıoğlu son eserinde, Siyah Kalemin resimlerinin rehberliğinde bizleri 1400lü yıllara, göçebe Türklerin şamanist dünyasına ve yılan kuyruklu iblislerine götürüyor.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-24 18:40:00
Barış Müstecaplıoğlu, "Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" ile edebiyatımızda ilk kez bir romanın temelini bu gizemli sanatçının etrafında kuruyor. Ana öyküsü günümüzde, İstanbulun benzersiz manzaraları eşliğinde geçen bu eserinde, Siyah Kalemin resimlerinin rehberliğinde bizleri 1400'lü yıllara, göçebe Türklerin şamanist dünyasına ve yılan kuyruklu iblislerine götürüyor.
İki genç yazar, bir koleksiyoncunun davetiyle, Büyükadada görkemli bir konakta Mehmet Siyah Kalemin resimlerinden ilham alan öyküler yazmaya, sanat tarihinin bu en büyük sırlarından birine ışık tutmaya çalışırlar. Geçmişlerindeki bir olay yüzünden birbirlerinden nefret eden iki adam, konaktaki çekici ve gizemli bir kız için de kıyasıya bir rekabete girerler. Konağın olağanüstü yakışıklı ama zeka özürlü bahçıvanı kıza aşık olduğu için, Büyükadada hayaller ve sanatla harmanlanmış tutkulu bir mücadele yaşanır. Zengin koleksiyoncunun sırları ve herkesten sakladığı asıl planı, iki yazar için sürprizlerle dolu günleri kaçınılmaz kılmaktadır.
Tarihin sayfalarıyla günümüz dünyasını harmanlayan Bir Hayaldi Gerçekten Güzel’i Barış Müstecaplıoğlu ile konuştuk.
Asım Öz / TİMETÜRK
"Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" yayımlanan son kitabınız. “Farklı metinleri farklı dürtülerle yazabiliyor insan” diyordunuz bir söyleşinizde... Böyle bir roman ve onun karakterlerini kurgulamak nasıl oluştu sizde?
Mehmet Siyah Kalem ve resimleri uzun zamandır aklımın bir köşesindeydi, bu kadar gizemli bir öykünün edebiyatımızda hiç işlenmemiş olması beni cezbetti diyebilirim. Siyah Kalem’le ilgili dünya çapında en görkemli tanıtımı İngilizler, düzenledikleri bir sergiyle yaptılar. Makedonya’da bu sene Siyah Kalem konulu bir tiyatro oyunu düzenlendi. Bizim de kültürümüzün bu zenginliğini daha içten kucaklamamız gerekiyor. Ayrıca bu ismin ve resimlerinin ardında saklı olan sırlar çok ilham verici. Siyah Kalem gerçekte kimdi, resimleri ne anlatıyordu, bu resimler parçalandıktan sonra neden tamamen yok edilmediler? Bu konuyu işleme hevesi bende yazarlık ve tutkular hakkında yazmayı planladığım bir roman üstünde düşünürken uyandı, iki temayı birleştirince de Bir Hayaldi Gerçekten Güzel ortaya çıktı.
Mehmet Siyah Kalem'e ilgi duyma nedeniniz nedir? Onun resimleri ile yazarlığınız arasında bir bağ görüyor musunuz?
Mehmet Siyah Kalem 15.yüzyılda, göçebe Şamanist Türklerin arasında yaşamış. Resimlerini geniş parşomenler üzerine yapmış, bu parşomenlerle obaları gezer, orada resimlere eşlik eden öyküler anlatırmış. Şamanist Türklerin hayatından ve inandıkları iblislerden kesitler içeren bu resimler 16.yüzyılda, bilinmeyen birileri tarafından parçalara ayrılıp saray kütüphanesine hapsedilmiş, parçaların çoğu da kaybolmuş. Muhtemelen o dönem İslamiyet’te gerçekçi insan resimlerine günah gözüyle bakıldığı için, Türklerin Şamanist kökleriyle bağlarını kesmek istemiş de olabilirler. Bugün hangisinin hangisini takip ettiğini bilmiyoruz. Sözel bir kültür olduğu için yazıya geçirilmeyen öyküler günümüze ulaşmamış, resimler maalesef dilsiz kalmışlar. Bu sanat ekolü dini ya da siyasi nedenlerle engellenmese, 600 yıllık bir gelişimin ardından bugün görsel sanatlarda çok farklı noktalarda olabilirdik. Sanat eserlerine karşı sansürün tarihimizdeki ilk örneklerinden biri bu olay. Bu başlı başına ilgiyi hak ediyor. Ayrıca bunları yılan kuyruklu iblis çizimleri nedeniyle kültürümüze ait ilk fantastik sanat ürünleri olarak da görebiliriz. Bu alana duyduğum sevgi nedeniyle de Siyah Kalem’i kendime yakın bulduğumu söyleyebilirim.
"Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" yazın serüveninizde nasıl yer tutuyor? Önceki kitaplarınızla hangi yönlerden akraba?
Bu kitapta ana karakter olan genç yazarların kalemiyle, Siyah Kalem’in resimlerinden ilham alan öykü parçaları yazma fırsatım oldu. Bu öyküler çoğunlukla fantastik edebiyat kalıpları içerisinde. Romanın günümüzde geçen temel öyküsü ise çok gerçekçi, hatta biraz katı bir gerçekçiliğe sahip. Daha önceki romanlarımda polisiyeden fantastiğe farklı tarzlar denemiştim, bu kez iki farklı tarzı aynı romanda kullanmayı istedim, ortaya oldukça renkli bir metin çıktı.
Biraz da yazmak ve yazarlık konularını da sorunsallaştırmayı denediğiniz söylenebilir mi?
Evet, gazeteciler ve okurlar, sürekli yazarlar hakkında konuşuyorlar, bizi bizden iyi tanıdıklarını düşünüyorlar, neden yazıyoruz, ne tür kaygılarla, hayallerle yazıyoruz, tek bir cümlemizden, tek bir sözümüzden hemen bizi anladıklarını sanıyorlar. Halbuki bizi yine en iyi biz anlatabiliriz. Roman çıktıktan sonra genç yazar arkadaşlarımın kendilerine ait duyguları romanda büyük ölçüde bulabildiklerini söylemeleri beni mutlu etti.
Peki bir yazarın eseri dışında kendini anlatma ya da yazarı yazardan iyi tanığını düşünenlerle hesaplaşma düşüncesini etik buluyor musunuz? Yoksa mutlaka yazarın sesini duyan birileri olacaktır, diye mi düşünüyorsunuz?
Eğer yazdığınız şey bir romansa, ona düşüncelerinizi, duygularınızı ancak belli bir ölçüde sokabilirsiniz. Romanın kurgusu, kurgusal gerçekliği içinde sesinizi fazla çıkarmamanız gerekir, yoksa akış bozulur. Hatta bazen öykünün akışı öyle gerektiriyorsa, karakterlerinizin ağzından size çok ters gelen şeyleri de savunmalısınız. Bu yüzden yazarların içlerindeki bazı şeyleri, duygu ve düşüncelerini okurlarıyla röportajlarla ya da gazete ve dergi yazılarıyla paylaşmaları, karakterlerini yazarın ağzından konuşturmalarından daha doğru geliyor bana. Elbette bu biraz olgunlukla kazanılan bir bilinç, ilk kitaplarımda ben de böyle hatalara düşüyordum. Gene de bazı yazarların panellerde okurlarla romanlarını savunma psikolojisi içinde konuşmasını yadırgıyorum, tamam kardeşim, adam senin anlatmaya çalıştığını anlamamış olabilir, her insana tek tek kendini anlatmaya çalışmakla hayat geçmez ki, biraz rahat olmak lazım. Emin ol hayatında hiç karşılaşmayacağın okurların içinde de kitabını tamamen yanlış anlayan bir sürü insan vardır, o artık onların sorunu, insanların algı seviyelerini yükseltmek yazarın işi değil, eğitimcilerin işine giriyor artık o. Bir internet forumunda kitaplarımdan birindeki arkadaşlar arasında gizli bir eşcinsel ilişki olduğunu sanmış birini bile gördüm, gülüp geçtim, ne yapayım.
Öykü yarışması üzerinden bir roman kurma düşüncesi nasıl belirginlik kazandı?
Romanlarımda ne tür temalar işlesem de okuruma sürükleyici, merak uyandıran bir kurgu sunmak, okurken iyi vakit geçirmesini sağlamak istiyorum, ne söylediğim kadar nasıl söylediğim de benim için önemli. Bu yüzden, daha çok toplumsal kaygılarla yazdığım Şakird’i bir kenara koyarsak, kurgularımda daima sürükleyici çatışmalar vardır, bu kitapta da sadece bir öykü yarışması gibi başlayıp daha sonra aşk ve cinsellik üzerine bir rekabete dönüşen olaylar bu bahsettiğim çatışmayı sağlıyor.
Romanın kurgusu dikkat çekici… Özellikle son bölümlerde okuyucuya yaşattığınızın sürprizin, yaratıcı bir zekânın ürünü olduğunu kimsenin tartışacağını zannetmiyorum. “Lanet okunacak kadar iyi yazmak” nasıl bir duygu olabilir?
Yazarlar arasında çoğu zaman tatlı bir rekabet vardır, en iyi arkadaşlar arasında bile, bu onları daha iyi yazmaya sevk ettiği sürece bence hoş bir durum. Ama hırsını dizginleyemeyenler için bir başkasının edebi başarısının “lanet okunacak” kadar acı verici olabildiğini çok gördüm. Yani kendinizin değil ama bir başkasının lanet okunacak kadar iyi yazdığını düşünebilirsiniz ve bu kıskanç bir yazarı yiyip bitirme potansiyeline sahiptir.
Sipariş öykü yazımını nasıl buluyorsunuz?
Üzerinde çokça düşündüğüm, kesin bir cevabımın olmadığı bir konu olduğunu söyleyebilirim. Bazen sevdiğiniz yazarların katıldığı bir öykü seçkisine katılmaya heves ediyorsunuz ama bu öykü seçkilerinin çoğu sizin dışınızda belirlenmiş temalar üzerine oluyor. O zaman aslında o günlerde çok da düşünmediğiniz, içinizde çok fazla duygu uyandırmayan bir konuda yazmak zorunda kalıyorsunuz ve ortaya çok iyi bir şey çıkmıyor. Bu yüzden belli bir tema üzerinde yazma tekliflerini çok özel bir durum olmadıkça kabul etmiyorum. Fakat bu her zaman ortaya kötü bir şey çıkacak demek değildir, en sevdiğim fantastik roman serisi Yerdeniz de Ursula K.Leguin’e bir yayın evi tarafından, böyle bir kitap yazar mısın diye önerilmiş. Zaten edebiyatta genellemeler, hayatın diğer alanlarında olduğu gibi tehlikeli şeyler.
Çok satar ama az okunur olmak, postmodernin bir olgusu, özellikle de Türkiye'de. Metin ise bu durumdan rahatsız. . Romanınız oldukça güncel yazarlık hallerine odaklı. Yazar isimleri, Frankfurt Fuarı , yazar ajan(s)ı vb. Güncel durumlar romanın belkemiğini ne oranda etkiledi?
Romanlarımda, en fantastik olanlarında bile, güncel olayların, bu olayların bende bıraktığı izlerin ve yarattığı düşüncelerin izleri vardır. Ama bunları daima gerçek kimliklerinden sıyırarak romanlarıma katıyorum, mesela yaşanmış olaylara en çok dayanan romanım Şakird’de tek bir gerçek insan yok, tüm karakterler hayali. Ama ne yaptım, gerçekten tanıdığım üç beş kişinin farklı özelliklerini alıp tek bir karakterde topladım, farklı insanlarla yaşadığım gerçek olayları kişileri değiştirerek farklı karakterlere yaşattım, yani gerçeklerden kopmadan onu perdeledim. Bu da bence yapılmalı, çünkü bir romancının insanları kafasına göre eğip bükmeye hakkı yoktur, eğer çok ünlü bir kişi hakkında yazıyorsanız o zaman nasıl olsa gerçek öyküsü hemen herkesçe biliniyor diye bir fantezi kurgulayabilirsiniz ama romanınızı okuyan kişiler muhtemelen o insanı sizin anlattığınız kadarıyla tanıyacaksa bu doğru olmaz. Aynı sebepten bu romanda Siyah Kalem’i bir roman karakteri yapmadım, doğrudan onu bir karakter olarak öyküde kullanmadım, birçok insan Siyah Kalem’i ilk kez bu romanla tanıyacaklardı, bu nedenle böyle bir “ilk” romanda sadece onun hakkında az çok emin olunan bilgilerle yetindim.
Peki edebi rekabetten iyi metinler çıkar mı?
Neden olmasın? Rekabet insanın sınırlarını zorlamasını sağlar. Bu rekabet her zaman bir başkasına karşı da olmak zorunda değil, insanın kendini aşmaya, her zaman daha iyisini yazmaya hırslanması da bir rekabet duygusudur aslında.
Okuru öyküden tamamen koparacak kadar bilgi yüklü yazmayı nasıl buluyorsunuz?
Bunun bir dengesini kurmak lazım. Ben okurken yeni şeyler öğrenmeyi seviyorum, okuduğum şey bir roman olsa bile. Ama romanın her şeyden önce bir sanat dalı olduğunu, sanatın da hayatı güzelleştiren, insana keyif veren bir yönü olduğunu unutmamak lazım. Sadece bilgi edinmek istersem bunun için yazılmış kitaplar da var, ansiklopediler var, internet var, roman okuyorsam bana aynı zamanda keyif de vermeli. Sıkıcı romanlar yazmaktansa kalemimi kırıp hiç yazmamayı tercih ederim.
Yazarın yani sizin romanın bir köşesinde öyle ya da böyle karşımıza çıktığını düşünüyorum: Romanın karakterlerinden Metin’in sözcük dağarcığını zenginleştirmek için yaptıkları sizin yazarlığınızla ilgili olarak anlattıklarınızla da paralellik taşıyor. Teoman’ın kitap tanıtım ya da eleştiri yazıları yazması ile sizin de kitap eleştiriler yapmış olmanız bu bağlamda aklıma ilk gelenler. Romanda otobiyografik ögeler ne kadar?
Doğrudur. Romandaki yazarları yaratırken tanıdığım, bildiğim pek çok yazardan bir şeyler aldığım gibi kendimden de bir şeyler aldım. Ama sadece yazarlarda değil, Yiğit’de hatta Zeynep’de de benden bir şeyler var, beni çok iyi tanıyan kişilerin görebileceği şeyler. Hatta zeka özürlü ama doğa aşığı bahçıvan Ahmet’de bile!
Genel bir soruyla devam edelim istiyorum: Postmodernizmde eleştirmenin önemini yitirmesinden söz ediliyor, peki ya eleştirmenin, okuyucunun gözünde postmodern yazarın konumu ne? Daha da somut, Türkiye'de okuyucu ve eleştirmen konuya nasıl bakıyor?
Bu soruyu okura ve eleştirmene sorsanız daha doğru olur! Eleştiri yazıları konusunda fikrime gelince, aslında Türkiye’de roman eleştirisi yazan çok az sağlam kalem var. Genelde kitapları göklere çıkartarak ya da olmamış denerek, ak ve kara şeklinde yazılıyor bu yazılar. Halbuki roman beğenisi oldukça kişisel bir şeydir, bir kitabı bir kişi çok severken farklı beğeni kriterleri olan bir başkası hiç sevmeyebilir, bu klasik dediğimiz kitaplar için bile geçerli. Bunu göz ardı ederek bir romana tümden iyi ya da kötü demek, eğer çok temel kurgu, karakter, anlatım bozuklukları yoksa, bana doğru gelmiyor. Benim romanlarımı da çok beğenen insanlar oldu, beğenmeyenler oldu, iki grupta da kültürlü, çok okuyan insanlar var, birinin beğenisi diğerinin üstünde değil ki, onu tek referans alalım. Bence bu tarz yazılarda, bir romanda şu tür şeylerden hoşlanıyorsanız bu kitabı seversiniz şunlardan hoşlanmıyorsanız ise sevmezsiniz gibi yönlendirmeler daha fazla, eleştirmenin kişisel yargıları ise daha az olmalı.
Romanınıza yazı/n görüşünüzü de katan, yazarken kim alınır kim kırılır diye düşünmeyen bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. . . Bu çerçevede şunu merak ediyorum: Teoman’ın romanın az ilgi görüşü karşısındaki hırsını nasıl buluyorsunuz? Bu yaygın bir ruh hali midir, edebi kamuda?
Açıkçası yazarken kendime hiç oto sansür uygulamıyorum. Şakird romanım, İslami cemaatler tarafından da bu tür cemaatlere düşman olanlar tarafından da tepki aldı, biri bizi haksız eleştirdin dedi diğeri fazla yumuşak eleştirmişsin dedi, birine yaranmaya kalksan diğerine yaranamazsın. Edebi romanlarımda da bir kişinin çok beğendiğini bir diğeri beğenmiyor, bugün Orhan Pamuk’u bile pek beğenmeyen ciddi bir okur yazar kesim var. Koca bir dünya ise ona bayılıyor. Diğer kesimi memnun etmek için romanlarını farklı yazsa bu sefer daha önce onu beğenenler sevmeyecekler. Bu yüzden romancı kendi düşüncesine, zevkine göre yazmalı, kendini bir başkasına beğendirmek için değil. Hem iki sene üzerinde çalıştığınız bir romanın basım sonrası heyecanı sadece birkaç ay sürüyor, o birkaç ay uğruna sevmediğiniz bir tarzda yazmak için kendinizi zorlamak mantıklı bir alış veriş değil. Yaygın ruh hali mi sorunuza gelince, ne yalan söyleyeyim, benim gördüğüm kadarıyla yazar camiasında gereksiz bir hırs var. Türkiye gibi ortada paylaşılacak bir pastanın bile olmadığı bir ülkede neyin kavgası, anlayamadım, ama birbirini sevmeyen onca yazar tanıdım ki biraz soğudum bu tür muhabbetlerden.
Hem eleştiri yazısı kaleme alan hem de edebi türlerden birinde eser üreten yazarın sadece eleştirmen ya da sadece yazara göre yüzleşmesi gereken zorlukların daha fazla olduğunu söyleyebilir miyiz?
Eleştiri yazılarında kendi üslubunu, beğenisini bir ölçüt olarak kullanmaması gerektiğini unutmadığı sürece sorun olmaz, ama böyle bir riskin varlığı da bir gerçek. Ben olsam şöyle yazardım demeden irdelemek lazım kitabı, bu da bazı hırslardan arınmış olmayı ya da en azından sağlam bir özbilinç gerektiriyor. Ben de kendimi bazen bu hataya düşerken yakalıyorum, bu yüzden hakkında yazdığım kitaplar için başkaları neler yazmış, neler demiş, internet forumlarına, ekşisözlüğe kadar, inceleyip düşüncelerimi bir sınamadan geçirmeyi ihmal etmiyorum. Sonuçta yine kendi görüşümü yazıyorum ama eğer benim beğenmediğim bir şeyi beğenen çok kişi olduysa, bence iyi olmamış ama şöyle şeyleri sevenler keyif alabilirler diye not düşmeyi ihmal etmiyorum.
Tepki alan daha doğrusu yazarı “tedirgin eden” eleştiri yazınız oldu mu hiç?
Hayır olmadı. Aslında ben kendimi bir eleştirmen olarak tanımlamıyorum, sadece hoşuma giden kitapları insanlara duyurmak için arada bir böyle yazılar kaleme alıyorum. Zaten beğendiğim bir kitabı yazdığım için yazarlarıyla da sorun yaşamıyorum doğal olarak. Elbette bir kitabı her detayıyla sevmek zor. Beğenmediğim noktalar olduysa onları da detaylarıyla, nedenleriyle açıkladığım için bu tenkitlere kızmak yerine genelde hoş karşılıyor yazar dostlar. İnsanlar arkasında anlamlandırabildikleri bir sebep görünce, kötü eleştiriye karşı çok anlayışlı olabiliyorlar. Onları kızdıran şey eleştirmenin kendi beğenisini tanrısal bir ölçüt gibi kullanması. Sadece bir yazım için gerçekten beni kızdıran bir yorumla karşılaştım, o da yazarın kendisinden gelmedi. Yahudi bir ailenin hayatını anlatan bir kitabı, beğendiğim, sevdiğim için, oldukça da överek, bu tür kitapların ülkemizde Yahudilere karşı önyargılı bakışları kırmak için önemli olduğunu söyleyerek tanıtmıştım. Yazının son paragrafında keşke zamanında bu kadar zulme uğramış Yahudiler İsrail’in yaptıklarına karşı da seslerini daha yüksek çıkarsalar, o zaman bu ülkede bizi birbirimize düşürmeye çalışanlara karşı en iyi cevabı verirler gibi bir ifade kullandığım için aylar sonra bir Yahudi derneğinin temsilcisi tarafından yazım Yahudi düşmanlığına örnek gösterilmiş. Ben bunu internetten tesadüfen öğrendim. Buna göre bu fanatiklerin gözünde İsrail’e karşı söylenen her söz Yahudi düşmanlığı oluyor. Garip bir psikoloji.
Yaşınıza göre oldukça üretken bir yazarsınız. Bu üretkenlik birbirini tekrar eden endüstriyel bir üretkenlik de değil üstelik. Bize biraz kitaplarınızın öncesini anlatır mısınız, nasıl başladı yazma isteği sizde?
Çok küçük yaşlarda diyebilirim, o zamanlar yazdıklarım okuduğum romanları taklit etmekten ibaretti elbette, daha ilkokul çağında Vietnam savaşıyla ilgili yazdığım bir öyküm var mesela, o yaşta çocuk ne anlar Vietnam savaşından, bir film izlemişim etkilenmişim herhalde. Ortaokul ve lisede ufak tefek öyküler yazmaya devam ettim, ama o dönem asıl odaklandığım şey okumaktı, ne bulursam okuyordum, beğendiğim yazarların romanlarını neredeyse bir ders kitabı gibi çalışıyordum, bana neden güzel geldiklerini anlamaya uğraşıyordum. Üniversitede daha profesyonel öyküler yazmaya başladım, edebiyat dergilerine gönderdim, yayınlananlar oldu, bir öykü yarışmasını kazandım, kendime güvenim arttı. O zamanlarda kafamda oluşturmaya başladığım Perg Efsaneleri’ni ise kendime düzenli bir hayat kurar kurmaz yazmaya başladım.
Edebiyatçı ile iyi bir öykücü olmak arasında ayrım yapıyorsunuz. Niçin?
Tam olarak böyle bir ayrım yapmıyorum aslında, iyi bir öykücü aynı zamanda iyi bir edebiyatçı da olabilir, ama bu her zaman olmazsa olmaz bir şart değildir. Her öykünün ya da her romanın edebi olması gerekmez, roman sanatında aksiyon romanları da var, macera romanları da. Emin olun, insanları heyecanlandıran, sürükleyici, özgün bir macera romanı yazmak en az iyi bir edebi roman yazmak kadar yıpratıcıdır ve yetenek gerektirir. Edebi romanlarda insanların iç dünyasına, psikolojisine daha fazla eğilirsiniz, daha sanatsal bir dil kullanırsınız, ama romanı sadece bununla sınırlamak, aksiyon, macera, fantastik gibi tür romanlarını aşağı görmek, insanın aslında bu türlerin iyi örneklerini okumamış ya da böyle bir kitap yazmayı hiç denememiş olmasından kaynaklanıyor. Ben iki türden öyküleri de, romanları da hem okuyup hem de kendi çapımda yazıyorum ve kesinlikle birinin diğerinden daha kolay olduğunu, daha az ustalık gerektirdiğini söyleyemem. Bu yüzden iyi bir edebiyatçı olmayan biri de gayet iyi bir romancı olarak adlandırılabilir.
Yaşamanın yazmakla özdeş olduğu bir dünyanın insanıdır Barış Müstecaplıoğlu ya da yaşamın tam ortasında iken, tam o gürültü patırtının, büroların, telefonların içindeyken öyküler derleyip toplayan bir öykü toplayıcısıdır..Hangisi ya da her ikisi mi?
Keşke hayat o kadar basit olsa… Kendimi bu kadar kolay tanımlayabilmek isterdim. Yazmak bazen benim için yanlış bulduğum şeylere karşı bir mücadele aracı oluyor, bazen tamamen bencilce, zevk için yaptığım bir uğraşa dönüşüyor, kimi zaman hayatın içindeyken yaşadığım olaylar beni yazmaya sevk ediyor kimi zamansa sadece hayallerim ve tutkularım… Bazen kendimden bile sakladığım korkularım, ukdelerim beni yönlendiriyor. İnsanlar kendilerine bir şeyler anlatmaya çalıştığımı sanarken ben aslında onları anlamak için yazıyor olabiliyorum, çünkü onları yazarken dünyaya onların gözünden bakabiliyorum. Yazmamın nedenleri de metodları da tek başına bir söyleşi konusu olur.
Yazdığınız bir metnin içinize sinecek bir kıvama geldiğini nasıl anlarsınız? Yayın öncesinde ölçütlerine güvendiğiniz eleştirmenleriniz var mı?
Romanın değişik aşamalarında fikirlerini aldığım bazı dostlarım var, kimi edebiyat dünyasının içinde kimi değil. Ortak noktaları iyi okur olmaları. Çok değil bunlar, üç beş kişi ama eğer hepsi birden aynı noktaya takılırlarsa, o nokta üzerinde ciddi olarak düşünür, nasıl daha iyi bir hale getirebileceğimi bulmaya çalışırım. Biri takılır diğeri takılmazsa ise herkesin beğenisi kendine diyerek gönlüme göre devam ederim. Ama onlarla romanlarımı ancak belli bir aşamaya geldikten sonra paylaşıyorum, belli bir olgunluğa ulaşmadan önce, çocuğunu üstü başı kirli halde dostlarının önüne çıkarmak istemeyen bir baba gibi oluyorum. Gene de son kararı kendim veririm, hepsinin çok iyi olmuş dediği bir kitapta bile içimde daha iyisini yapabilirim gibi bir his varsa çalışmaya devam ediyorum, ancak benden bundan iyisi çıkmaz dediğimde ve pilim bittiğinde yayın evine teslim etmeye razı oluyorum.
Öykü roman ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kişisel olarak ben roman yazmayı öyküye tercih ediyorum, çünkü zengin kurgular yapmayı, paralel öyküler anlatmayı seviyorum, bu da kısa metinlerle ancak belli bir ölçüde yapılabiliyor. Ama iyi yazılmış bir öykünün de her zaman için tadı başkadır. Öykü bir anda çarpar insanı, roman ise sizi alıp kendi dünyasına götürür, bir süre için orada yaşamanızı sağlar, ikisi de yerine göre hoş.
Son soru romanın karakterlerinden Metin etik imtihanını, körlük olgusunu anlatma imtihanı geçebilecek mi?
Bu roman sadece Mehmet Siyah Kalem hakkında değil, iki genç yazarın rekabeti, aşk ve cinsellik, ama her şeyden önce “bakmak ve görmek” üzerine bir roman. Hayatta hemen her şeyin birden fazla boyutu vardır, ancak tüm detaylarıyla görmek isteyerek bakarsak onu gerçekten görebiliriz. Bir resime baktığımız zaman sadece üstündeki çizgileri değil, onu çizen ressamın emeğini, her detayına gösterdiği özeni, onu çizerken kurduğu hayalleri de görebilirsek, düşman saydığımız birine baktığımızda onun aynı zamanda bizim gibi sevenleri, olduğunu, bir zamanlar bizim gibi hangi yola gideceğini seçmeye çalışan küçük bir çocuk olduğunu, onun geçmişine sahip olsaydık belki şu an onun gibi düşüneceğimizi de görebilirsek, bu şekilde sadece gözümüzle değil aklımız ve hayal gücümüzle de bakmayı öğrenirsek, o zaman sanatı, hayatı ve insanları çok daha doğru görebilir, çok daha doğru anlayabiliriz. Bu romanda bu konu ana tema değildi, sadece ufaktan değindim, ama günün birinde başka bir romanda bu konuyu daha derin işleyeceğim.
Haber Ara