'Takatimizi hükümetin takatine eklemeli'
“12 Eylül rejimi hâlâ yaşıyor, çünkü egemenler bu düzenin sürmesini istiyorlar” diyen yönetmen Sırrı Süreyya Önder, hükümetin açılımına destek verenlere tavsiyede bulundu.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-23 12:23:00
Murat Aksoy / Yenişafak
“Benim sözüm değil” diyerek başlıyor ve ekliyor: “Her insanın bir hikayesi vardır ve döner döner onu anlatır.” “Ben de öyle yapıyorum” diyor Sırrı Süreyya Önder. 16 yaşında tanıştığı hapishaneye 18 yaşında üniversite öğrencisi olarak girip 26 yaşında çıkıyor. Yönettiği Beynelmilel'de, senaryosunu yazdığı O… Çocukları'nda kendi hikâyesinden izler var. Muhafazakâr seyirciye kızıyor. “Hem kendi sorunlarını anlatan filmleri izlemiyor hem de şikayet ediyorlar” diye.
Sizin hayat hikâyenizde 12 Eylül önemli bir yere sahip. Bunu Beynelmilel'de görüyoruz. 12 Eylül'ün hayatınıza etkisinden başlayalım isterseniz…
Sanatla uğraşan, insan duyarlılığı ile üretim yapanların bir tane hikâyesi vardır. Döner döner onu anlatır. Bu bana ait bir söz değil ama gerçek bir söz. Benim hikâyemi de, içinde yaşadığım şartlar belirledi. Ben Adıyaman'da doğdum. Ailem Adıyaman'ın en fakir ailelerinden biridir. Baba tarafım olduğu gibi sosya-list, 1960'ların Türkiye İşçi Partisi'nin il yöneticilerinden. Anne tarafım da fukara ve dayılarım da yine sosyalist. İki fukara aile. Ya babam sıkıntı içinde ya dayılarım. Ya babam içeride ya dayılarım. Bazen iki taraf birden. İki tarafın birden tutuksuz olduğunu hatırlamıyorum. Babamın ben 8 yaşındayken ölümüne kadar.
Solcu olmanız için yeterince sebep var yani?
Tabii. Bir de bizim zamanımızda can güvenliği sorunu var. Bitaraf olan bertaraf olur ve örgütsüz insan kendini koruyamaz düsturunca sosyalist oldum. Örgütlü siyasal yapılar içinde yer aldım. 16 yaşında karakol ve hapishane ile tanıştım. İki yıl sonra Ankara'da 12 Eylül ile birlikte yeniden içeri alındım. Önce 16 yıl, sonra 12 yıl ceza aldım. 8 yıl yattım ve 26 yaşında çıktım. Böyle bir kişsel hikâyeden başka bir şey çıkmaz doğal olarak. 12 Eylül, yoksulluk, ötekileştirme sürekli anlatacaklarımda var olacak. Aşk hikâyesi de anlatsam bunlar içinde olacak.
30 yaşına girdi 12 Eylül. Neden hesaplaşamıyoruz bu darbe ile?
Niye hasaplaşamamamızın temelinde öncelikle Türkiye'de hâkim sınıfların yapılanması, ikinci olarak onların kullandığı aygıtlar yani medya, kültür, sanata bakmak lazım.
İlkinden başlayalım. Yani burjuvaziden…
Türkiye'deki güdük ve kadük burjuvazinin bu düzenin sürmesinde sonsuz faydası vardır. Kendimizi aldatmayalım. Bu düzen onlara sonsuz imkânlar sundu ve sunmaya devam ediyor. Bu burjuvazi, insanı, emeği yok sayan ve ceberrut devlete sahip çıkmakta ve bunu kapitalizmin ideolojisi olan milliyetçilik üzerinden yapmakta. Bunu bir sömürü kalkanı olarak kullanırlar ve kullanmaya da devam edeceklerdir. Üstelik Türk burjuvazisinin millilikle, milli değerlerle uzaktan bir ilgisi de yoktur. Yani 12 Eylül rejimi öncekle egemenlerin işine yaradığı için tasfiye edilemiyor.
Aygıtlar dediğinizde Louis Althusser'in devletin ideolojik aygıtları geliyor akla…
Aynen, 12 Eylül medyayı, kültürü, sanatı ideolojik bir aygıt olarak kullanmıştır. 12 Eylül, toplumun üzerinden geçerken, bu aygıtlar döşek dermiş, üzerine yorgan örtmüştür. Herkesin bu konuda suç ortaklığı vardır. Bununla hesaplaşmak demek bu suç ortaklığının teşhir edilmesi demektir. Bir örnek vereyim. Dönemin Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek, yaşça büyük olmasına rağmen kamuya açık bir toplantıda Kenan Evren'in elini öpmüştür. El öpen sadece Burhan Felek değildir. Bugün demokrasi havarisi kesilen bir sürü küçük adam o dönem onun gibi davranmıştır. İşte bu aygıtlarda, özellikle medya bu hesaplaşmayı yapmıyor, yapamıyor.
Fakat bugün medyayı yönetenlerin bazıları, önemli köşe yazarları solculukları ile övünür sıkça. İkilem var burada sanki. Ne dersiniz?
Yok. Böyle bir hot-zot sistemi olmasa bunlar o kurumlarda çaycı bile olamazlar. Onlar açısından bu sistemi desteklemek bir varoluş sorunsalıdır.
MUHAFAZAKÂR SİNEMA YÜKSELECEK
Sinemaya soldan bakanlar yaşadıkları sorunlara ilişkin filmler yapıyorlar. Aynı şeyi sağda göremiyoruz. Mesela başörtüsü sorunu konusunu gündeme taşıyan filmler yok. Neye bağlıyorsunuz bunu?
Ben rahmetli Yücel Çakmaklı ile ve bu kesimden diğer arkadaşlarla bu konuyu konuştum. Manzara şu: Eğer ayrım yapacaksak -ki, çok anlamlı değil- sağ görüşlü izleyiciler kendi dertlerini anlatan filmlere gitmiyorlar. Bu filmleri ödüllendirmiyorlar. Yani bir vefasızlık var. Yapılan işler yetersiz olabilir, daha iyisini isteyebilirsiniz ama bunun yolu bu filmleri izlemektir. Filme gitme-yerek, daha iyi film yapılmasına katkıda bulunmuş olmazsınız. Giderek destek verin ama eleştirmeye de devam edin. Daha iyi filmlerin yapılmasına katkı verin. Bugün sağ kesimde Nihal Bengisu Karaca, Ali Murat Güven gibi çok nitelikli sinema eleştirmenleri var. Övgüde cömert, eleştiride cimri davranarak daha iyi işlerin yapılması için çabalıyorlar ama gene başlarına gelmedik kalmıyor. Seyirci açısından bu durumun tek bir izahı var: Riyakârlık. Hem yakınıyor hem de gitmi-yor. Ama şunu da biliyorum ki, bu konuda ciddi bir genç kuşak geliyor ve bunlar bu sorunu aşacak ve iyi film yapacaklar.
Sadece seyirci mi?
Şu da var tabii. Bizde dört solcu bir araya gelse bir film çeker imece usulu. Kimin neyi varsa koyar ortaya. Ancak sağ kesimde ne yazık ki bu dayanışma yok.
TV dizileri son yıllarda yükselişte. Bunlar sinemanın rakibi midir?
Bu diziler önce sektör çalışanlarına zarar veriyor. Bu dizilerin setinde sendika yok, asgari insanca çalışma koşulları yok. Dört beş günde tamamlanan dizi için asgari süre üç-dört haftadır. Bu dizilerde insanlar bölüm başı çalıştığı için, çalışma saati önemsizleşiyor, bölüm tamamlana kadar saat sınırı olmaksızın çalışıyorlar. Bakın görüyoruz, geçen bir dizi setinde arkadaşımız rahatsızlandı. Sette bir ambulans, bir doktor yok. Buralarda ağır bir hak ihlali var önce buradan başlamak lazım. Sanılmasın ki, dizilere itirazım var. Onlar da gerekli. Ama çalışma koşıllarının ve şartlarının iyileşti-rilmesi şartı ile. Ve nitelikli diziler sinemaya katkı sunar, zarar vermez. Son olarak şunu söyleyeyim: Benim için esas olan şudur: ne yapıyorsan yap, burnunun ucu ile yapma, tam yap. İçinde ol, yüreğini ortaya koy. Ben öyle yapıyorum. Sistem içinde sahici kalmaya çalışıyorum. Sanat hayatın zekasıdır. Bundan mümkün olduğunca vererek ve alarak nasiplenelim diyorum.
Benim tercihim politik sinema
Sinema aşkına gelelim biraz. Bir film yaptınız, ödüller aldınız. Bir de seneryonuz var. Nedir sinemadaki derdiniz?
Beynelmilel ile başlayayım. Birkaç tane derdi vardır bu filmin. Önce, kışla benim sevdiğim tabir ile darkışla mantığının hayatı dost-düşman kuvvetler olarak ayırması ve sonraki cümleleri, hayatı bunun üzerine kurmasını anlatır. Oysa toplum, çok kopleks, çok karmaşık bir yapıdır. Bu darkışla mantığını bu topluma dayattığınızda görün başa neler gelirin hikâyesidir Beynelmilel. Özetle de erdemsiz bir gücün ne kadar kıyıcı olduğunu anlatır. Diktatörlüğün aptallığı ya da aptallığın diktatörlüğünü deşifre eder.
O… Çocukları…
Bu filmin sadece senaryosunu yazdım. Ama çekmek istediğim film bu değildi. Yapımcı ile düştüğümüz ihtilaf sonucu istediğim senaryoyu çekemedik açıkçası. Ama bu filmde diktatörlüklerin en çok çocukları ve kadınları ezdiğini anlatmaya çalıştım. Film tam derdini anlamadı ama tasarlama amacım buydu.
Yeni projeleriniz neler?
Maraş katliamını anlatmayı düşünüyorum. Senaryosu aşağı yukarı bitti. İkincisi Berlin Duvarı'nın dibine önce bostan sonra ev yapan Yozgatlı göçmenin hikayesini anlatacağım. Göçmenlik ve ev sahibi olma halleri konu edilecek. Gazeteciliğini çok beğendiğim Belma Akçura'nın yazdığı bir kitap var: “Devletin Kürt Filmi”, buradaki hikâyeyi filme çekeceğiz. Bir de bir Kürt köyünde Türkçe ezan zorunluluğunu anlatan bir film olacak. Bunları imkanlar nisbetinde gerçekleştirmeye çalışacağım.
Türk Sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben şunu anlamakta zorlanıyorum. Geçenlerde bu sezon 70 film gösterime girecek diye haber çıktı. Öyle bir yazıldı ki, sanki bu suçmuş gibi. Bence değil 70 keşke 700 film olsa. Bundan niye rahatsızlık duyalım ki. Üstelik hem sinema salonları çoğalmalı hem de ulaşılabilir olmalı. Şimdi bütün salonlar büyük alışveriş merkezlerine toplanıyor. Sinema halktan uzaklaşıyor. Bilet fiyatları yükseliyor. Yoksullar artık sinemaya ulaşımıyor. Bunlar sinemaya zarar veren şeyler aslında.
YILMAZ ERDOĞAN HAK ETTİĞİ YERDE DEĞİL
Peki izleyici nerede duyor burada. Yurt dışında bol ödül alan filmler, nedense Türkiye'de fazla rağbet görmüyor. Popüler filmlerin izleyicisi daha fazla…
Şuradan başlayalım. Sinemada popüler işler yapılmalıdır. Müşterisi vardır, sektör çalışanları için hatta sektörün belli bir büyüküğe ulaşması için de zorunludur. Vahim olan bunlara olumlu ya da olumsuz fazladan bir mana atfetmektir. Bu tür filmler ne yerin dibine batırılmalı ne de namus meselesi yapılmalıdır. Gereklidir, o kadar. Bunun yanında Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu gibi ustaların kendileri için çizdikleri yol çok meşakkatli bir yolculuktur. Çünkü gişeyi düşünmeden yola çıkmak her babayiğidin harcı değil. Bu açıdan bu ustalar övgü ile anılmayı haketmektedirler. Ve ben bir çırak olarak bunların ustalığını teslim ediyorum. Ben sinemaya daha politik bir yerden bakmayı tercih ediyorum. Ve benim için de en son önemli olan gişe kaygısıdır.
Vizontele ve Vizontele Tuba mesela. Hem toplumsal değişimi resmeden hem de derdi olan yapımlar olarak, gişede de başarı elde ettiler. Yılmaz Erdoğan faktörü mü?
Yılmaz Erdoğan ne yazık ki, Türk Sineması'nda hak ettiği yeri elde edemedi. Yıllar önce Güneş gazetesi çıktığı zaman medya piyasasını sarstı. Hem gazeteciliğe bakış hem de çalışanların hakları açısından bir çığır açtı Güneş gazetesi. Yılmaz Erdoğan bence sinemada öyle bir etki yaratmıştır. Beşiktaş Kültür Merkezi'nin (BKM) film yapmaya başlaması sektör emekçilerinin ilk defa hem çalışma koşulları hem de ücretler açısından olumlu değişimin yaşanmasına yol açmıştır. BKM sinemadan kazandığını yine sinemaya yatırmaktadır. Daha önemlisi gişe kaygısı duymadan güvendikleri seneryolara yatırım yapmışlardır ki, benim Beynelmilel böyle bir filmdir. Hiç deneyimim olmamasına rağmen, güvendiler bana. Bunda Yılmaz Erdoğan'ın katkısı büyüktür. Ve şu anda proje aşamsında olan Berlin Duvarı dibine yerleşen Yozgatlı göçmenin hikâyesini Yılmaz Erdoğan'a vereceğim. Yönetmeni o olacak.
Takatimizi hükümetin takatine eklemeliyiz
Siyaset konuşalım biraz. Hükümetin sürdürdüğü demokratik açılım konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben hükümetin bu açılımını destekliyorum. Niye desteklediğimi açmam gerekiyor. Bu işler niyet ve takat meselesidir. Ve AK Parti'nin yıllarca süren bu imha, inkâr politikasının bu topluma cefadan başka bir şey vermediğini gördüğünü düşünüyorum. Bu konuda samimi buluyorum ve niyetleri olduğuna inanıyorum. Ama takatları bu sorunu çözmeye yeter mi onu göreceğiz. İşte tam da bu yüzden ben takatimi, çözüm isteyenlerin takatlarini onların takatlarının yanına bir takviye olarak eklememiz tutarlık hesabı olanların bir boyun borcudur.
Muhalefin yaklaşımları konusunda…
Onlar ancak ilkokul öğrencisi seviyesinde itirazler ileri sürüyorlar. Ortada bir proje yokmuş. Olması gerkmiyor ki, zaten bu sürecin adı, ortaya bir şey koyma sürecidir. Ki düşünün daha birkaç yıl önce bu konuda hak, hukuk bağlamında bişey söylediğinizde içeri girerdiniz. Şu anda bu meselenin konuşulabilmesine uygun şartların yaratılabilmesi süreci bile başlı başına samimi bir desteği, yalpalamadan, gerek şart ileri sürmeden samimi bir desteği hak ediyor. Dediğim gibi ortada samimi niyet var, takatlarinin yetmesi için bizimde takatimizi onlarıne eklememiz gerekiyor. Tabii burada siyasetin en sağında yer alması gereken CHP'nin kendini hâlâ sosyal demokrat olarak sunabilmesi de başka bir vaka.
Övünüyorlar solculukları ile…
Bırakın canım. Bugüne kadar içşi sınıfı için, yoksullar için ne yapmış ki bu parti? En çok faili meçhul bunların iktidar olduğu dönemde oldu. Hayata dönüş denen o insanlık vahşeti, kendine demokrat sol diyen bir Adalet Bakanı tarafından yapıldı. Daha sayayım mı? Türkiye'nin bu konuda bir elektroşok tedavisine ihtiyacı var. Bu kavramların yeniden tanımlanmasına.
Yeni Şafak
SON VİDEO HABER
Haber Ara