Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Açılım için gerçek yüzleşme şart

Psikoterapist Murat Paker, Kürt açılımının toplumsal izdüşümlerini Taraf’a anlattı.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-09-13 19:05:00

Açılım için gerçek yüzleşme şart
Tuğba Tekerek / Taraf

Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi psikoterapist Murat Paker’e göre Kürt açılımı Türkiye’nin Cumhuriyet kurulurken üzerine giydirilmiş tek tip elbiseyi yırtma çabası. Ancak duygusal bagajı çok yüklü bu meselede gerçek bir yüzleşme yaşanmazsa açılım için atılan ip ayağa dolanabilir, ortaya çok karanlık bir tablo çıkabilir.

AKP’deki sığ pragmatizmden endişe ettiğini söyleyen Paker, yıllardır Milli Eğitim’le medyanın tedrisatından geçen Türklerin, Kürtleri kendileriyle eşdeğer görmediklerine dikkat çekiyor. Paker’e göre “Türkler için Kürtler mecburen katlanılan, birkaç hak verilirse susmaları gereken bir grup. Efendilik, illa ki Türklerde ve Türklük’te kalacak.”
Şimdi anlam boşluğuna düşen şehit yakınlarının acılarının azaltılması ve açılımın hazmedilmesi için hakikat komisyonundan yüzleşme merkezine yapılması gereken çok şey var.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, demokratik açılımla ilgili son basın toplantısında bölünme sendromundan bahsetti. Psikolojide neye tekabül eder bu bölünme sendromu?

Psikolojide, psikanalizde gerçek ya da hayali bir tehdit karşısında bireyin psikolojik olarak dağılacağına, artık varlığını sürdüremeyeceğine, ruhsal aygıtının parçalara ayrılacağına dair, yokoluş ya da dağılma kaygısı diyebileceğimiz bir kavram vardır. Bu kavramla birebir örtüştüremeyiz ama Türkiye’de de genel olarak milliyetçiler, Türkiye’nin tekliği, yekpareliği konusunda en ufak bir esnemenin ülkenin parçalanmasına, bölünmesine neden olacağını düşünüyorlar. Buradan da şunu anlıyoruz: bu politik kültür için bu bütünlük o kadar kırılgan, o kadar dayanıksız ki, en ufak bir esneme, bunun tuzla buz olmasına dağılmasına yol açacak diye hissediyorlar.

Neden bu tekliğin hemen parçalanacağını düşünüyoruz? Neden bu konuda bir özgüven eksikliğimiz var?

İçinde pek çok kültürü, dini, etnik kökeni barındıran Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçilirken, epeyce kısa bir zamanda Türklük ve Türkçe üzerinden, diğer etnik kimlikleri/dilleri reddeden bir ulus devlet projesi gündeme getirildi ve bu proje zorla uygulandı. Toplumu Türklük ve Sünni İslam üzerinden tek tipleştirmeye çalışan bu proje başından beri sorunlu bir projeydi. Ama Osmanlı’nın hızlı çöküşünün nedeni olarak bu çeşitlilik görülüyordu ve 1. Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgi de çeşitlilik fobisini ve dağılma kaygısını iyice pekiştirdi. Bu travma, zor zamanlarda kolayca yeniden hatırlanan, mobilizasyon gücü olan bir travma. Tam olarak aşılamamış, sindirilememiş bir travma. Travmatizasyonun en önemli etkilerinden biri, geçmiş, bugün, gelecek farkının ortadan kalkması. Geçmişte olmuş travmatik durum, sanki bugün de oluyor ve hep olacakmış gibi hissedilir. Sevr paranoyasından muzdarip olanların temel derdi de bu.

İnsanlar birey ya da grup olarak neden kendilerinden farklı olana tahammül edemez? Kürtleri onlarca yıl boyunca yok saymanın arkasında yatan psikolojik faktörler ne?

Bu konuda bireysel psikolojiyle birebir eşleştirmeler yapmaktan kaçınıyorum. Ama şunu söyleyebiliriz; eğer bir kişi ya da toplum özgüveni çok sağlam değilse, kuruluş aşamasında, kişilik yapısı, kimlik örgütlenmesi çok sağlam temellere oturmamışsa, yeterince olgunlaşamamışsa, daha çok ona giydirilmiş, dayatılmış bir kimlik söz konusuysa, dışarıdan gelecek eleştirilere, “Sen öyle değilsin de böylesin, şöyle de olabilirsin” tarzı yaklaşımlara, başka türlü varoluş tarzlarına çok daha çekingen, kapalı, kuşkucu şekilde bakar. Çünkü, o kırılgan yapısını birarada tutabilmek için katılaşma ihtiyacı içindedir.

Türkiye özelinde de, en başından beri Türkiye’nin Türklerin olduğu söylendi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” en birinci sloganımız. Bu giydirilmiş bir kimlik. Bunu giydirenler, bu kimliklerin sosyopsikolojik hakikata tam da denk düşmediğini bilerek yaptılar. Bir süre sonra toplumun buna ikna olacağını umarak böyle yaptılar. Kısmen başarılı oldukları da söylenebilir. Bugün etnik kökeni Türk olmayan ama kendisini Türk olarak gören milyonlarca insan var. Ama proje kısmen de başarısız oldu, özellikle Kürtler üzerinde. Kürtler, diğer etnik gruplara göre çok daha kalabalıklardı, belli bir coğrafi bölgede çoğunluklardı, feodal yapı etkiliydi, komşu ülkelerdeki Kürtlerin çok daha fazla hakları vardı vb. Sonuçta Kürtlerin asimilasyonu projesi Türkiye’de iflas etti.

Şimdi “Kürtler var” dediğimiz zaman ilk başta dayatma üzerinden kurduğumuz kimliğimizi, gözden geçirmek zorunda hissedeceğiz kendimizi. “Demek burada bir yanlışlık var, demek ki bazı yalanlar söylenmiş” diye düşüneceğiz. Başka tür bir varoluşu ve birarada durma tarzını tahayyül etmek zorunda kalacağız. Bu radikal bir değişiklik ve tabii bir sürü insanı korkutuyor.

Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’nin Türklerin olduğuna inanmış bir halk bu Kürt açılımını nasıl hazmedecek?

Bu işin en önemli boyutu hazmetme meselesi. Kürt meselesini çözmek isteyen ve bu meselenin ayrıntılarına vakıf değişik kesimlerden birkaç yüz kişi otursalar, 20-30 maddede çok zor olmayan bir şekilde anlaşabilirler. Ama bu planın uygulanabilmesi ve özellikle Türkler açısından hazmedilebilmesi kolay bir iş değil. Yüzleşmeden bir açılım yapmaya çalışırsak işler ayağımıza dolanabilir ve tam tersi sonuçlara yol açabilir. Türklerin çok önemli bir kısmı Kürt meselesinin tam olarak ne demek olduğunu, neden çıktığını, ne tür memnuniyetsizliklerden kaynaklandığını bilmiyor. Önemlice bir kısım dillerini kullanamadıklarını bilmiyor.

Dillerini kullanamadıklarını bilmiyorlar mı?

“Kullanamıyorlar”, derseniz önemli bir kısmı “Nasıl yani konuşuyorlar ya, evde konuşuyorlar, sokakta konuşuyorlar, hatta geçen gün yanımda konuştular” diyecektir, yaklaşım bu düzeyde. Zaman zaman bu dilin sokakta konuşulmasının bile yasaklandığını, dil kullanımının sadece evde konuşmak olmadığını; yayın, eğitim gibi alanlarda özgürlük demek olduğunu bilmiyor.

Ayrıca daha spesifik dönemlerde ne tür baskılarla karşılaşıldığını, ne tür katliamlar yapıldığını mesela Diyarbakır Cezaevi’nde neler olduğunu bilmiyor insanlar. Onlarca yıl Türkiye’deki bir sürü kuşak Milli Eğitim’le ana akım medyanın tedrisatından geçti. Bu insanların Kürtler ve Kürtçe konusunda zihinsel ve duygusal şekillenmesi hiçbir şekilde, bir eşdeğerlilik ilişkisi içermiyor. Daha önce Kürtlerin varlığı reddediliyordu, şimdi de mecburen katlanılan, birkaç hak verilirse susmaları gereken bir grup olarak düşünülüyor. Efendilik, illa ki Türklerde ve Türklük’te kalacak.

Kürtler, bazı Türkler için sadece varlıkları inkâr edilen insanlar değil. Aynı zamanda, PKK kimliğinde silahla savaşıp, Türkleri öldürmüş insanlar.

Evet. 1984’ten itibaren PKK’yla olan silahlı çatışma dönemi neticesinde bu genel meselenin üzerine yeni, çok daha karmaşık bir katman eklendi. Zaten 84’e kadar Türkiye’deki Kürtlere yönelik genel bir bilgisizlik, duyarsızlık, inkâr ve baskı vardı. Sonra Kürtlerden silahlı kalkışma oldu, 30-40 bin insan öldü. Ölen insanların çoğu Kürt ama önemlice bir kısmı da Türk, 10 bine yakın asker polis öldü. Dolayısıyla duygusal bagajı çok büyümüş durumda bu işin.

Demokratik açılım sürecine en çok tepki gösterenlerden biri de şehit yakınları. Onlar nasıl ikna edilecek?

İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar yaptıkları şeyi anlamlandırma ihtiyacı içindeler. Bir aile oğlunu savaşta kaybediyorsa bunu açıklaması lazım kendine. Türkiye’deki yaygın açıklama, “Vatanı korumak için oğlun şehit oldu.”
Bu insanlara şimdi “Kürtlerin şöyle şöyle hakları var” dediğinizde, bu insanlar size soracaklar “O zaman benim oğlum niye öldü?” Haklılar da... Dolayısıyla her demokratik reform bu uğurda bedeller ödemiş insanlar açısından “O zaman biz bu bedelleri niye ödedik?” sorusunu ortaya çıkartıyor. Bu çok büyük bir zorluk. Bunu yüzde 100 aşmamız da mümkün değil. Bu süreçte olabildiğince az insanın olabildiğince az üzülmesine çalışmaktan başka yapacak bir şey yok. Aynı zorluk onbinlerce evladını kaybetmiş Kürtler için de geçerli. Yılların inkârına dayandığı için daha zor olduğundan Türklerin hazmetmesinden daha çok bahsediyoruz haliyle ama, bunca bedel ödedikten sonra Kürtlerin de göstermelik ve yüzeysel birkaç reformu hazmetmeleri çok zor.

İnsanların olabildiğince az üzülmesi nasıl sağlanır?

Anlam bunalımına girecek insanlara yeni bir anlamlandırma çerçevesi gerekecek. İki soruya cevap verilebilmesi lazım. Birincisi, “Madem bize söylenen eski anlamlar geçerli değil, o zaman yeni anlamlandırma çerçevemiz ne olacak?” İkincisi “Bu eski, yalan yanlış çerçevenin sorumluları kimdi?”

Dolayısıyla Kürt meselesinde ve genel demokratikleşme meselelerinde ilk aşamanın bir yüzleşme aşaması olması lazım ki insanlar yeni anlamlar kurabilsinler eski anlamların ne kadar yanlış ve yalan olduğunu anlayabilsinler, bu yanlışlıklardan kimlerin sorumlu olduklarını anlayabilsinler ve öfkelerini o eski sorumlulara yöneltebilsinler.

Yüzleşme somut olarak nasıl olacak?

Yüzleşme dediğimiz, bugün ya da geçmişte yapılmış ve acıya, eziyete yol açmış herhangi bir davranışın, neden ve kimler tarafından yapılmış olduğuna dair bütünlüklü, ayrıntılı bir açıklamanın yapılmış olması. Sıradan bir Türk vatandaşa sorsanız “Kürt meselesi nedir kardeşim?” size vereceği cevap “Yabancı devletler bunları kışkırttılar, gül gibi geçiniyorduk, daha önce böyle bir sorun yoktu”. Bu cevabın değiştirilmesi lazım, bu cevap değiştirilmeden insanların herhangi bir reform çabasını hazmetmeleri desteklemeleri mümkün değil.

Hükümet bu konuda ne yapabilir?

Kürt meselesi nereden, nasıl çıkmış bir meseledir, Osmanlı döneminden bu yana özellikle Cumhuriyetin kuruluş döneminde bu konuda ne tür hatalar yapıldı, nelere yol açtı, bunların çok ayrıntılı olarak topluma anlatılması lazım. Meclis’in bu konuda çok ciddi bir araştırma komisyonu kurdurup, bir tür hakikat komisyonu oluşturup, böyle bir rapor ortaya çıkarması lazım. Meclis kararı olarak “Şöyle şöyle şeyler yapılmıştır ve yanlış yapılmıştır, sorumluları şunlardır, mağdurlarından özür diliyoruz”, denmesi lazım. Bu Kürt meselesinin genel tarihsel boyutu.

Bir de daha yakın zamanlardaki daha spesifik örnekler var. Bunlardan en önemlisi Diyarbakır Cezaevi... Türkiye’de 1980-84 döneminde orada neler olduğu pek bilinmiyor. Bugün sıradan bir Türk vatandaşa Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaları önce yer zaman vermeden anlatsak ve sonra desek ki “Biliyor musun bunlar Diyarbakır Cezaevi’nde oldu” hiçbir şekilde inanmaz.

Diyarbakır Cezaevi’nde ne olduğunu anlamak birkaç açıdan önemli. Birincisi, ülkemizde böyle karanlık bir sayfa yaşanmış, bilmeye hakkımız var. İkincisi, PKK’yla olan savaşın 20-30 yıllık tablonun arkasında yatan çok önemli bir nokta. Kürtlerin halet-i ruhiyesini anlamak için biraz fikir edinmemiz, bir miktar empati kurabilmemiz için çok çok önemli... Böyle spesifik bir konuda da mutlaka bir meclis araştırma komisyonu kurulması, neler oldu neler bitti, sorumluların ortaya çıkarılması gerekir. Bunlar somut yüzleşme adımları. Olanların ortaya çıkarılması ve bu bilgilerin olabildiğince toplumsallaştırılması gerekiyor.

Bir gün “Türkiye’de kaçak işçi olarak çalışan Ermenileri göndeririz” diyen Başbakan ertesi hafta gayrimüslim azınlıkları kastederek, “bu ülke zenginliklerini kaybetmiştir” diyebiliyor. Demokratikleşme adımları atılırken Erdoğan’ın zaman zaman gözlenen bu gel-git’li tavrı neden kaynaklanıyor?

Sığ bir pragmatizmden kaynaklanıyor. Bir şey öneriyor olmak istiyor ama gelen tepkilere göre ilk önerdiği yerle tamamen çelişen yerlere savrulabilen özellikleri de barındırıyor. AKP’nin ana eğilimi, toplumda da güçlü bir eğilim: “Bıktık artık, çok ayağımıza dolanıyor, çok cana mal oluyor, ekonomik bir sürü kayba neden oluyor”. Meseleyi derinlemesine düşünüp, her yönüyle hesaplamaktan çok “Nasıl minimum çabayla en hızlı bir şekilde çözüp şu kanlı sürecini ortadan kaldırırız, dolayısıyla ticaret hacmimiz artar, komşularla ilişkilerimizi geliştiririz, ABD’nin AB’nin baskılarından kurtuluruz. İşimize bakarız” diye yaklaşıyorlar. Halbuki bu kadar kolaycılığa gelebilecek bir mesele değil bu.
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara