Metin Aktaş’la Son Derviş romanı üzerine
Yazar Hüseyin Yılmaz, Son Derviş adlı bir roman kaleme alan Metin Aktaş'la bir röportaj gerçekleştirdi..
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-07 00:47:00
Metin Aktaş, romancı doğmuş bir insan... Dünyanın herhangi bir ülkesinde olsa adına enstitüler kurulurdu. Ama Türkiye’de suçlu muamelesi görüyor. Ne muamelesi, düpedüz bir Jan Valjan hayatına mahkum edilmiş. Birinci sınıf bir suçlu: Bir câni, bir hırsızdan daha tehlikeli bir suçlu... Bu büyük romancı ile Bediüzzaman Said-i Nursi’nin hayatını esas alan yeni romanı “Son Derviş” üzerine konuştuk. Aktaş’la yaptığımız dikkate şâyân mülâkatı takdirle karşılayacağınızı ümid ediyoruz.
Metin Bey Metin Aktaş’ı sizden dinlesek… Kısa hayat hikâyesini özet bir çerçeveyle okuyuculara Aktaş’ı nasıl anlatırsınız?
1956 yılında Tunceli ili ovacık kasabası Çayüstü köyünde doğdum. Köyümüz bir dağın yamacında sık meşe ormanları içerisindeydi. Bu ormanlarda yüzlerce tür yaban hayvanı yaşardı. Doğayla iç içe büyüdüm. Bu yüzden doğaya ve doğada insanla birlikte yaşayan canlı türlerini çok severim. Köyümüzde okul yoktu; o yıllar Ovacıkta birkaç köyün dışında hiçbir köyde okul yoktu. Halam gelip beni biraz da zorla köyüne götürüp okula yazmasaydı belki de hayatım başka olacaktı. Bu yüzden halama ve onun eşine yaşadıkça minnettarlık duyacağım. İlkokuldan sonra girdiğim sınavda altı yıllık Tunceli yatılı lisesini kazandım. İki sene Tunceli’de okuduktan sonra Hakkâri lisesine sürgün edildim. Hakkâri Lisesi benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. İlk defa o zaman farklı inançlardan, kültürlerden, etnik kimliklerden arkadaşlarım oldu. 1973 -1974 yıllarında Hakkâri üç bin nüfusu olan küçük bir köydü. Çok güzeldi. Ama Hakkâri’de kan davaları, aşiret kavgaları çok yaşanırdı. Bazen bu kavgalar günlerce sürerdi. O genç yaşımda arkadaşlarımla bu kavgaları sonlandırmak için çok uğraştık, ama başarılı olamadık. Sonradan tekrar bir kan davası sonucu öldürülen dostum Av Cumhur Keskin’in çıkardığı yerel Halkın Sesi gazetesinde yazılar yazdım, insanlarla söyleyişiler yaptım. Bu yazılarımdan dolayı birçok kez hem yerel yöneticiler, hem de kan davası ve aşiret kavgalarından nemalanan kesimlerin hışmına uğradım. Ve benim gazetedeki Faaliyetlerimden rahatsız olan çevreler beni İzmir Urla lisesine sürgün edince öğrenim hayatımı sonlandırdım. 1980 12 Eylül darbesinden sonra gözetim altına alındım. O yıllar Diyarbakır cezaevini artamayan Tunceli Seğenk işkence merkezinde iki aydan fazla kaldım. Burada yaşadıklarım ve tanık olduklarım gerçektende çok korkunçtu. Anlatıp sizi üzmek istemem. Daha sonraları da haksız yere defalarca gözaltına alındım, günlerce gözetim altında kaldım kısa sürelide olsa hapis yattım.
Günlük yaşamımı sürdürürken yaşadığım köyde yazmayı sürdürdüm. İlk romanım Munzur Efsanesi’ni 1986 yılında köyde yaşarken yazdım. Olağanüstü şartlarda yazmanın sıkıntılarını tahmin etmeniz mümkün değil. Yazdığım her sahifeyi saklıyordum. Çünkü sık sık aramalar yapılıyor, evim didik didik aranıyordu. O yıllarda ne yazdığınız önemli değildi, yazmış olmanız suçtu. Acı Fırat Asi Fırat, Hamal, Gerçek Ve İşkence romanlarımı köyde bu zor şarlar altında yaşarken yazdım. Bu romanlarımı okuyan insanlar romanlarda bu kokuyu, korkuyu hissederler.
1994 yılında köyümüz askerler tarafından yakılıp boşaltılınca Elazığ kentine yerleştim. Hala Elazığ kentinde oturuyorum.
Bu güne kadar on romanım yayınlandı: Munzur Efsanesi, Acı Fırat Asi Fırat, Hamal Dersimli Bektaşi, Gerçek ve İşkence, Sürgün, Cennetin Ölümü, Nişancı, Dicle, Harput’ta ki Hayalet, Cefr. Romanlarımda toplumun alt kesimi olarak adlandırılan yoksul insanların ve ülkemizde yaşanmış tarihsel trajedileri konu edindim.
Tahsil hayatınızı yarıda bırakmanız hangi sebeplere dayanıyordu? Bu gün dönüp baktığınızda bu sebeplerin aşılabileceğini düşünüyor musunuz? Yarım kalan tahsil meselesinde neler düşünüyorsunuz?
Tahsil hayatımı lisede sonlandırmamın sıkıntılarını hep yaşadım. Hep okumak isterdim. Çünkü bizim gibi yoksul insanların kabuğunu kırmasının okumadan başka yolu yoktur. Okulu bırakmamın nedeni ben değildim. Ben asi bir gençtim; zulme, haksızlığa asla tahammül etmez, doğru bildiğimi her şart altında söylerdim. Ve bir yaşam bu karakterimin sıkıntısını çektim. Hâla da çekiyorum. Yarıda bıraktığım öğrenim hayatımın üzerimde yarattığı boşluğu doldurmak için çok okudum. Uzun yıllar olağanüstü koşularda yaşadığım köyde kitap bulup okumak zor ve tehlikeli bir serüvendi ama ben bütün bedelleri göğüsleyerek insan zekâsının alamayacağı yöntemlerle kitabı köye ulaştırıp okumayı becerdim. O yıllar kentten köye gidip çıkarken yüzlerce yerde didik didik aranırdık. En tehlikeli şey de kitap taşımaktı. Şimdi dönüp o yıllarda yaşadıklarımızı düşününce nasıl bir çılgınlık yaptığımı düşünerek korkuyorum. Bazen askerlerin köye girişini görmek için yüz yıllık ulu ceviz ağaçlarının tepesine çıkıp kitap okuduğumu, kitap okuduğum için başıma gelebilecek kötü şeyleri düşünerek bekçi gibi beni bekleyen annemi, babamı, köylülerimi düşününce yüreğim acıyla burkulur.
Roman yazıyorsunuz? Son Derviş romanından önce on kadar romanınız yayınlanmış farklı yayınevlerinde… Neden roman? Ne zaman, nasıl bir kararla? Roman yazmanın serencamını özetlemeni rica etsek…
Neden roman yazıyorum? Beni roman yazmaya iten neden ne? Bu soruları hep kendime sorarım. Ben roman yazarken kendi içime, ruhumun derinliklerine ruhanî bir yolculuğa çıkarım. Romanı iç huzuru bulmak için yazarım. İçimdeki o varlıkların sesine, emirlerine uymasam huzursuz olurum, uykularım kaçar. Benim çocukluğum eşleri, çocukları, kardeşleri, anneleri, babaları, dostları, komşuları 1938 Dersim kıyımında öldürülmüş kadınların şinşivanları, ağıtları arasında geçti.(Benim köyümün insanlarının yüzde sekseni bu kıyımda öldürülmüştü) Bu kadınların ikisi benim nenemdi. Aradan uzun yıllar geçti bu kadınların hepisi öldü ama hala o yürek parçalayan sesleri ruhumda yankılanır, görüntüleri gözlerimin önünde canlanır. Yazarken onların dayanılmaz ağıtlarından, seslerinden kurtulmak istiyorum. Ama galiba yaşadıkça çocukluğum bir karabasan gibi beni izleyecek, geleceğimi hep kontrol etmeyi sürdürecektir. Yazmalıyım, durmadan yazmalıyım. İnsanların acıları, sefaletleri, gözyaşları son buluncaya kadar yazmalıyım. Bana böyle emrediyor hayatımı kontrollerine almış o kadınlar. Yaz, diyorlar. Yaz ki, insanlar genç yaşta dul kalmasın, çoluk çocuğu öldürülmesin; evleri, köyleri yakılıp yıkılmasın. Zorla yaşadıkları topraklardan sürülmesin. Şimdi neden Said-i Nursî’nin hayatını romanlaştırdığımı anlıyor musun sevgili dostum? Çünkü onunla çok fazla sayıda ortak noktamız var; Said-i Nursî hayatı boyunca, acılar yok olsun, insanlar öldürülmesin farklılıklarıyla barış içerisinde bir arada mutlu yaşasın diye çalıştı. Ve bir hayatı bu ulvî amaca adadı. İşte bu sebepten dolayı yazdım Said-i Nursî’yi. O ruhumu istilâ etmiş o kadınların seslerini susturmak; zulmü, haksızlığı ebedî yok etmeye çalıştı. Belki bütünüyle başaramadı, ama çalıştı. Ben hiç kimse beğensin diye yazmadım. Ruhumu istila etmiş o kadınların seslerinden kurtulmak için yazıyorum. Çocukluğumdan kurtulmak için yazıyorum.
Ve neden Said-i Nursî? Bugün dünyaya yayılmış milyonlarca talebesi olan, adına dünyanın muhtelif yerlerinde enstitüler kurulan, hatta bazı üniversitelerde eserleri ders kitabı olarak okutulan ama Türkiye’de devletin hasım ve tehlikeli olarak addettiği bu insanı neden yazma ihtiyacı duydunuz? Zaten hakkında yazılmış çok sayıda roman ve kitap var, çoğunu da onu sizden daha iyi bilen, tanıyan, belki sizden daha çok seven insanlar tarafından kaleme alınmış. Sizi harekete geçiren neydi? Ve ne söylemek istediniz, ne bekliyorsunuz?
Yeryüzündeki hayatın milyonlarca yıllık bir geçmişi var. İnsanlar milyonlarca yıl yaşadıkları bu gezegende hayatı devam ettirmeyi başardı. Son iki yüz yılda milyonlarca yıldır devam eden hayatı yok etmek üzeredir insanlar. İnsanoğlu hiç bu kadar vahşileşmemişti. Ormanlar yok edildi, milyonlarca yıldır var olan nehirler, göller kurutuldu, denizler kirletildi, milyonlarca canlı türü yok oldu. Nükler silahlar yeryüzündeki yaşamı yok edecek kapasiteye ulaştı. Tarih boyunca yaşam hiç bu kadar tehlikeyi girmemişti. Bu ruhsuz, acımasız gidişi durdumak için geriye dönüp doğayla barışık yaşamış insanların hayatlarını yeniden gözden geçirmemiz, içerisinde yaşadığımız bize hayat veren doğayla barışık bir yaşam kurmamız lazım. İnsanî ruhtan yoksun teknoloji, bizim ve bizimle birlikte dünyada yaşayan bütün canlıların yaşamını tehdit ediyor. Bu tehlikeden kurtuluşun yolu; bileme, teknolojiye insanî bir ruh kazandırmak. Said-i Nursî’nin bu alandaki çabaları gerçekten takdire şayân.
İnsanî ruhtan yoksun bir teknolojinin insanlığı ve hayatı nereye sürükleyeceğini kestirmek çok zor. Dünya parsellendi, sonra sınırlar konuldu, sonra da sınırlara tank, top yerleştirildi; sonra insanlar kendilerini dünyanın sahipleri olduğunu söyleyerek sahipler arasında kanlı savaşlar başlattılar. Oysa bu dağlar, bu taşlar, bu ovalar, bu ormanlar hiç birimizin değil. Biz kendimizin olduğunu düşünürüz. Hiç düşündünüz mü bizim şu an üzerinde yaşadığımız topraklarda kaç milyon insan yaşadı? Bu dünya hiç birimizin değil. Biz öldükten sonra da var olacak. Biz yaşadığımız zamanda, üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde güzel bir hayat kurarsak mutlu yaşarız. Hayatı birbirimize zehir edersek mutsuz yaşar ve ölürüz. Hiç düşündünüz mü, bu gün doğmuş çoçuk bile yüzyıl sonra dünyada olmayacak. Ne demek istediğimi anladınız mı? İşte Said-i Nursî bu ruhanî derinliğe ulaşmış alim bir insandı. Onun hayatını yazmamın asıl nedeni bu. Okyanusa farklı yataklardan, farklı topraklardan aksak da sonuçta aynı okyanusa dökülüyoruz.
Ben Son Derviş romanımda bu güzel erdemli ahlaka sahip insan Said-i Nursî’yi anlattım. Şüphesiz Said-i Nursî gibi toplumun çok farklı kesimlerine mal olmuş alim insanlarda herkes kendinden bir şeyler bulur, herkes onu kendine benzetmeye çalışır. Bu romanda ben bu farklıklarla uğraşmadım. Bu benim işim değil. Ben gülen, ağlayan, üzülen birlikte yaşadıkları insanların, canlıların yaşamlarına duyarlı olan insan Said-i Nursî’yi anlattım. Said-i Nursî sadece dua eden, dua eden ve yine dua eden bir insan değildi. O hem dua eden hem de yaşadığı çağda toplumun sorunlarına duyarlı bir insandı. Yaşamı zulme, haksızlığa karşı mücadeleyle geçmiştir. Onun bu özelliği hiç anlatılmadı. Bu anlamda Son Derviş romanı ilktir. Göreceksiniz ki insanlar insan Said-i Nursî’yi sevecektir.
Siz alevisiniz Said-i Nursî Şafiî ve Sünni.. Aranızdaki köprünün malzememsi ne? Bu iki cenahı hangi ortak paydada bir araya getirdiniz? Bundan sonra ne bekliyorsunuz? Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama riskinden korkmadınız mı? Yani Alevilerin sizi bir nevi ihanetle suçlamalarından, Sünnilerin de Beddüzamanı yazmak kala kala bir Aleviye mi kaldı gibisi bir reddin içerisinde olmalarından korkmadınız mı?
Aleviler uzun yıllar baskıyla asimle edilmek istendi. Varlıkları kabul edilmedi. Bu onları içine kapattı. Kemalistler bundan iyi yaralandı. Radikal sağı öcü olarak gösterip Alevileri kontrolünde tutmayı başardı. Ülkemizde sağ Alevilerin varlığını tanımaya başlayınca Kemalistleri bir telaş sardı. Asimilasyon doğru değil. Asimilasyon halkları, inançları birleştirmez ayrıştırır ama entegrasyon farklı kültürlerde, inançlarda, etnik kimliklerde insanların bir arda yaşama kanallarını yaratır. Devlet, kültürler, etnik kimlikler, inançlar üzerindeki asimilasyoncu politikasını bırakmalı, entegrasyonun kanallarını açmalıdır. Farklı kültürlerden, etnik kimliklerden, inançlardan farklılıklarıyla barış içerisinde yaşama kanalları yaratıldığında entegrasyon süreci hızlanır.
Sorunuza gelince, Aleviler şu anda kimlik arayışında. Her düşünce, her hareket Alevileri kendine çekmeye çalışıyor. Bu konuda yoğun bir mücadele yaşanıyor Aleviler arasında. Alevilerin içerisinde hatırı sayılır bir kesim Aleviliği bir mezhep değil de bir toplumsal proje olarak görüyor. Hatta Aleviliğin bir din olduğunu söyleyenler bile var. Ama bütün bu söylentiler doğru değil. Politize olmamış hangi Alevi’ye sorarsanız sorun, Alevilerin İmamı Cafer-i Sadık mezhebinden olduğunu söyler. Doğru olan da bu. Zamanla her şey rayına oturacak. Ben Alevilerle, Sünnilerin hayatın her alanında ortak bir yaşam kurmalarından yanayım. Bu ülkenin geleceği geçmişin husumetleri üzerinde kurulamaz. C.H.P,’de görev alan Alevilerin Alevi olduğu ama AK partide görev alan Alevilerin Alevi olmadığı düşüncesi gerçekten gülünç. Alevilik bir ulus, bir sınıf değil; Alevilik farklı etnik kimliklerde farklı sosyal sınıflarda oluşmuş bir kitledir. Dolayısıyla aleviler içerisinde her düşünceden, sınıftan insanlar vardır. Alevi kökenli bir yazar olarak bu düşüncedeyim. Bu düşüncelerim geçmişi geleceğin kurulmasının önünde bir engel haline dönüştürmeye çalışan kesimleri rahatsız ediyor. Ama Alevilerin büyük bir çoğunluğunun benim gibi düşündüğünü biliyorum. Son Derviş romanı okucuya ulaştığında bu kesimlerin tepkilerini merak ediyorum.
Sünnilerin tepkisine gelince, Aleviler gibi Alevilerle Sünnilerin entegrasyonundan rahatsız olan çevrelerin romana nasıl tepki vereceğini hissedebiliyorum. Ama iyi şeyler olacağını düşünüyorum. Hiç kimse uzun zaman zarfında farklı ırklardan, kültürlerden, inançlardan insanların bir arda yaşamasını yok edemez. Global dünya önüne geçilmez bir şekilde farklı uluslardan, kültürlerden, inançlardan insanları iç içe serpiştirerek harmanlıyor. Bu gidişi anlayan, bu gidişe uyum sağlayacak bir insan yaratmayı başarmazsak hem biz sıkıntı çekeriz, hem de birlikte yaşadığımız insanlar. Bu gün yaşadıklarımız bu.
Alevi câmiası umumumiyelet Halk partili, Kemalist, Marksist, veya sosyalisttir… Halbu k,i Said-i Nursî bütün bunların karşısında kuvvetli bir hasım olarak bilinir. Öyledir de. M. Kemal ve icraatlarıyla barışık olmadığı âlemce malumdur. Saflarında yer aldığın câmianın yıldırımlarını nasıl bir paratonerle def etmeyi düşünüyorsunuz?
Uçların sivri olduğu ülkelerde ara tonlar pek hoş karşılanmaz. Çünkü biz iyinin içerisine kötünün, kötünün içerisinde iyinin, güzelin içerisinde çirkinin, çirkinin içerisinde güzelin var olabileceğini kabul etmeyiz. Biz ya tarafız, ya karşıyız, ya severiz, ya nefret ederiz. Hayata böyle baktığımız için de toplumumuzun yarattığı değerleri de bu gözle değerlendiririz. Sol önemli sağ düşünürlerin varlığını, topluma, ülkeye sunduğu katkıları kabul etmez; sağ da solun. Oysa gerek ülkemizde, gerek dünyada hem sağ düşüncede hem de sol düşüncede insanlar toplamların üzerinde derin etkiler, izler bırakmışlardır. Ben hayata böyle bakarım. Sürü halinde ilerleyen toplulukların içerisinde başımızı kaldırıp nereye gittiğimize bakmak zorundayız. Birileri benim yazdıklarımı beğenmeyecek diye ben sürünün gidişatı hakkındaki düşüncelerimi anlatmaktan vazgeçmem. Bu benim karakterimdir. Düşüncelerine katılırız katılmayız; Said-i Nursî yakın yüz yıllık geçmişimizin üzerinde derin izler bırakmış önemli bir âlimdir. Sol ve Aleviler bu güne kadar ülkemizin yarattığı bu âlimi tanımamışlarsa bu onlar için eksikliktir. Tanıdıklarında bir kayıpları da olmaz.
Kitabınızda bâriz bir şekilde Osmanlı düşmanlığı hissediliyor, üstelik bu düşmanlığı Ermenilere yapılan zulüm gibi çok tartışmalı bir çerçevede aksettiriyorsunuz. Gerçi kitapta Rus istilası altındaki vilayet ve topraklarımızda Ermenilerin de kısa da olsa mukabil zulümlerine yer vermişsiniz ama çok beriki ile muvazeneye gelmiyor… Bu hususta ne demek istersiniz? Bir yığın tenkitle karşılaşmanız kaçınılmaz gibi görünüyor tarihçiler söylediklerinizin reddiyle aksini ortaya koyacaklar, koyuyorlar da… Bu cüretkârca adımın sebebi ne? Kitap daha kabul edilebilinir bir hikayeye yüklenemez miydi?
Osmanlı düşmanlığı tabiri, biraz ağır. Çünkü Osmanlı farklı uluslardan, ırklardan, kültürlerden inançlardan, sosyal sınıflardan insanlardan oluşmuş büyük bir devlet. Osmanlı devletini yöneten yöneticilerin kötü yönetimlerini eleştirmek top yekün Osmanlıya karşı olmak değildir. Nihayet Said-i Nursî’de eserlerinde bazı adaletsiz padişahların zulmünden bahs ediyor, zulmü bırakmaları için onları uyarıyor. Bir ülkeyi, bir topluluğu, yekpare bir bütün görmek doğru değil. Bir insan bu 12 Eylül darbesine karşı olduğunda bu ülkeye karşı mı olmuş olur?! Her ülkede iyi insanlar, iyi yöneticiler; kötü insanlar, kötü yöneticiler olmuştur, olacaktır. O ülkedeki kötü yöneticilerin yaptıklarına karşı çıkmak topyekûn o ülkeye karşı çıkmak değildir. Bu farkı anlamak lazım. Bu farkı anlayamazsak yanlış sonuçlara varırız. Suç ve ceza bireyseldir. Birinin işlediği suçtan suç işlememiş insanı sorumlu tutamayız.
Ermeni sorununa gelince. Kemalist iktidar bize uydurma bir tarih öğretti. Zalimler melek, melekler zalim olarak gösterildi bize. Osmanlı devletini birinci emperyalist savaşa sokarak milyonlarca yurttaşımızın ölümüne, kentlerimizin yakılıp yıkılmasına sebep olan İttihatçılar bize ulusal kahraman olarak gösterildi, hâlâ da öyle gösteriliyor. Birinci emperyalist paylaşım savaşında Osmanlıda yaşanan bütün acıların sebebi Osmanlıyı Almanların saflarında savaşa süren İttihatçılardır. Binlerce yıl birlikte iç içe yaşamış halkları biri birine kırdıran bu zihniyettir. Said-i Nursî’nin sevdiğim niteliklerinden biri de bu ırkçı zihniyete karşı verdiği mücadeledir. Diyarbakır’da Ziya Gökalp’la karşılaştığında ona söylediği “Bin tane kızıl elmayı bir kuru soğana değişmem!” sözü onun düşüncesinin insanî derinliğini, karakterini gösterir. Bu gün yaşadığımız bölgede birçok devlet inancı egemen ulusun diğer halkları ezme, yok etme aracı olarak kullanıyor. Kürtlerin hali ortada. Bölgenin en eski Müslüman halklarından biri olan Kürtlerin varlığı bu gün Fars, Arap ve Türk devletleri tarafından tanınmıyor. Kürtler yüz yıllardır baskı altındadır. Said-i Nursî bu gerçeği görmüş ve Kürtlerin varlığını kabul etmeyen bu iktidarlara karşı mücadele etmiş bir âlimdir. Onun altına insanları çağırdığı İslam şemsiyesi bir ulusun diğer ulusların haklarını yok ettiği bir şemsiye değil, bütün ulusların farklılıklarıyla özgürce barış içerisinde yaşadıkları bir şemsiyedir. Said-i Nursî böyle düşündüğü için ırkçıların hışmına uğramıştır. Said-i Nursî ülkemizde İttihatçıların sonra da Kemalistlerin ülkemizde yaşayan kavimleri zorla, baskıyla eritip tek ulus yaratma çalışmalarına karşı çıkmış, İslam şemsiyesi altında ülkemizde yaşayan bütün kavimlerin farklılıklarıyla özgürce bir arada yaşamasını savunmuştur. Said-i Nursî’nin bu insanî çabalarının önemi şimdi anlaşılmaya başlanıyor.
Son olarak eksik bıraktığım hususları tamamlamak isterseniz ne söylemek istersiniz?
Düşünceler gelip geçicidir. Asıl olan insanın vicdanıdır. İnsanlık bu güne kadar soyunu sürdürmeyi vicdanı sayesinde becermiştir. Hangi düşünceden, inançtan olursak olalım vicdanımızın sesine kulak vermeyi unutmayalım. Son Derviş romanının bir tartışma başlatacağı düşüncene katılıyorum. Tartışmadan korkmamak lazım. Medeni ölçülerde sürecek bir tartışma bizi yetkinleştirir, birbirimizi tanımamızı sağlar. Farklı düşüncelerde, inançlarda etnik kimliklerde olabiliriz ama ortak öğemiz var: Biz insanız. Farklılıklarımızla bir arada yaşamanın kanallarını yaratabiliriz. Başkada bir şansımız yok.
Hüseyin Yılmaz'ın köşesindeki konuyla ilgili yazısı
Bir Alevinin Kaleminden Said-i Nursi
SON VİDEO HABER
Haber Ara