Bir Said-i Nursi hikayesi
Dem… yaşadığı hayatın karmaşası içinde Said-i Nursi’nin izini sürerken, her an hakikatin başka başka halleriyle yüzleşen bir yolcunun hikâyesi...
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-04 02:01:00
Asım Öz / TIMETURK
Yeni romanınız Dem yayımlandı. Bu sizin dördüncü biyografik roman denemeniz. Gezgin ve Anka daha önce yayımlanmıştı. Anlatır mısınız biyografik romana bir yazarın hazırlanış sürecini?
Özellikle belirtmeliyim ki, Dem, biyografik bir roman değil. Önceki üç romanım da öyle değil. Gezgin, Cam ve Elmas ile Anka, üç büyük bilgenin, İbn Arabi’nin, Harakani’nin ve Niyazi Mısri’nin dünyasına nüfuz etme çabaları idi. Üçü de, ikincil kahramanlarının öyküsüydü. Birinde bir görüntü yönetmeninin örselenmiş, yaralanmış dünyasını o bilgenin irfanı içinden onarma çabası söz konusu oldu, diğerinde yine benzer bir hal yaşayan insanların hikayesi söz konusu idi.
Günümüz Türkçe edebiyatında belki fazla denenmeyen biyografik romanı deniyorsunuz Gezgin’le . Kitap büyük ilgiyle karşılaşıyor. Asıl çıkış noktanız neydi biyografik roman yazarken?
‘Biyografik roman’ nitelemenize yine bir itiraz şerhi düşmek durumundayım. Gezgin, İbn Arabi’nin kendi eserlerinden yapılmış bir alıntılar ve göndermeler derlemesi idi. İlgiyle karşılanması, hayatının gizeminden, güzel hallerine duyulan sevgi ve hayranlıktan kaynaklanıyor olabilir. Yoksa bizim kırık dökük ifadelerimizden değil.
Biyografik (yaşamöyküsel) roman yazmak kolay bir iş değil… Öyle ya, siz böyle yazıyorsunuz ama o kişiyi sevenler bunu yeterli bulacak mı acaba? Ya da sizin baktığınız açıdan bakmanız, o kişiyi anlatmaya yeter mi? Anlatacağınız kişi, yaşamını böyle yazmanızı ister miydi acaba, türünden sorularla nasıl yüzleşirsiniz?
Yine ‘biyografik roman’a bir itirazda bulunarak başlayayım. Bendenizin Yakaza adlı romanım özyaşamöyküseldi. Kendi hayatımdan bazı kesitleri konu alıyordu. Ama onda da çokça uydurma vardı. Bazı soyutlamalar, sembolleştirmeler vardı. Söz ettiğiniz anlatılara gelince…Özellikle Hayam anlatısı Şey’de, Cam ve Elmas’ta, Anka’da ve son olarak da Dem’de, bendeniz daha çok kendi yaşamım içinden bir kurgu oluşturmaya çalıştım. Arz ettiğim gibi, o bilgelerin dünyasına nasıl nüfuz edebilirim diye çırpındım. Onlardan bir sır, bir hikmet alabilir miyim, yaralarıma şifa olacak bir dermanı nasıl bulabilirim? Tabi kurgusal boyutu da var biliyorsunuz anlatıların. Birebir yaşamımdan çok, anılarımdan, tecrübelerimden devşirerek kurdum. Bilgelerin eserlerine, hayatlarına nüfuza çalışırken de tamamen bir niyaz içerisinde olmaya çalışıyorum. Yoksa onları anlatmak zaten çok güç, hatta benim gibi günahkarlar için imkansız.
Peki yeni romanınız Dem için de aynı tanımı devam ettirebilir miyiz?
Dem’de, büyük oranda kendi hayatımdan, özellikle de çocukluk ve ilkgençlik dönemimden malzeme girdi. Malatya’da geçen günler…Ailem, babam, annem, dedelerim, anneannem, babaannem, dayılarım, teyzelerim, mahalle arkadaşlarım…Babam sinema işletmecisi idi. Büyük dayım kabadayı idi, Dev-Yol’cularla ilişkisi vardı. Ağbim sonradan Dev-Genç’e, oradan Menzil’e uğradı. Bendeniz böylesi bir aile ortamında çocukluğumu idrak ettim. Lise ikinci sınıfta Risale-i Nur’larla tanıştım. Dem, daha çok bu sürecin hikayesi olarak belirdi. Ama Bediüzzaman hazretlerinin hayatından çok malzeme taşımaya çalıştım. Risale-i Nurları okurken hissettiklerimi, yaşadıklarımı anlattım.
Dem’i yazmaya başlama, sürdürme seyriniz nasıl oldu; nasıl gelişti?
Bediüzzaman hazretlerine ilişkin bir anlatı yazmak istiyordum öteden beri. Birkaç kez girişimim de olmuştu. Başlamış, sürdürememiştim. Dem, bir-birbuçuk ay kadar önce birden başladı. Küçük dayımın ölüm haberini aldığım gün. Turgut Uyar’ın dizeleri o günlerde dilimdeydi : ‘
‘kıyımız uzak ve kuytuda ellerimiz sanki yok
ellerimiz yok ama senin ellerini bir tutsam’
Böylesi bir niyazla başladı. Bediüzzaman hazretlerinin o engin dünyasına girme çabasıyla sürdü ve bitti.
Dem, düşlerin, düş kırıklıklarının, insana özgü gelgitlerin, arayışların, seçimlerin sergilenmesi sanki. 'Derin' çıkmazlar, 'umut' arayışları. . . Neden Dem?
Dem, malum, Farsça bir kelime. Nefes. Soluk. Ağız. Nazar. An, vakit, saat. Koku.
Kibir, gurur. Âli, yüksek. Körük gibi anlamları var. Romanın adı olarak ‘soluk’ anlamı öne çıkıyor sanıyorum. Bendeniz yıllardır Risale okuyorum. İçerde bazı şeyler demlenmiş mi bilmiyorum. Hikayeyi anlatırken bunu yoklamaya da çalıştım.
Peki, başkaca kaynaklarınız nelerdi; hem toparlarken, hem de roman biçiminde yazarken önünüzde/yanınızda duranlar?
Doğrusunu isterseniz yazarken yanımda kaynak yoktu. Ama bazı alıntı bölümleri var oraları kitaptan yazdım lakin ezberlemiş olduğumu da fark ettim. Tabi çok okuyunca bazı ezberler oluşmuş. Bunun dışında özellikle talebelerinin anılarında kaynağa başvurdum.
Karşınızda nasıl bir hayat/ insan vardı?
Yeryüzünde şairane ikamet eden bir adam. Kamil bir insan. Efendimiz’in (as) yetkin bir varisi. Hakikat’in taşıyıcısı. Her hali hikmetli. Müşfik. Bütün mahlukata karşı merhametli. Son derece adil. Sabırlı. Bir karınca sabrıyla yıllar içerisinde davasını dokuyan bir adam. Kendisine zulmedenlere beddua bile etmeyen bir kamil. Kelimenin tam manasıyla aşık, arif ve alim. Tabi imanı nisbetinde ağır bir sınavı olmuş. Hayatı sürgünlerle, hapislerle, tecritlerle geçmiş. Ama yılmamış. Gandhi gibi, davası dışındakilere karşı mutlak kayıtsızlık ilkesiyle hareket etmiş.
Bu tür çalışmaların getirdiği birçok zorluk vardır. Hele, konu edinilen kişi çok bilinen biri ise... Kuşkusuz bunun olumlanacak yanları da vardır. Gene de şunu sormak istiyorum kurgu ile belgesel gerçeklik arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz?
Bendeniz içimden geldiği gibi yazıyorum. Önünü sonunu pek düşünmüyorum. Kalbimden nasıl geliyorsa öyle. O yüzden belirli bir denge kurayım filan diye de düşünmem.
Bir insanın/alimin yetiştiği ortama bakışınızda, dönemin tanıklığını da yansıttığınız gözleniyor.. Onun ardındaki hayatlardan bir hayata yöneldiğinizde, alimin içsesi ile bizi baş başa bırakıyorsunuz. Peki; bunu toparlayan/biriktiren/ayrıştırıp bütünleyen Sadık Yalsızuçanlar bu anlatıya beraber serpilip gelişiyor. Romanın yazarı nereden nereye geldi?
Bizim bir yere geldiğimiz yok aslında. Bendeniz de sizin gibi O’nun eserlerini okurken kendimi arınmış hissediyorum. Zaten o ruh hali beni çok ilgilendiriyordu. Onun hikayesini anlatmak istiyordum. Tabi ne kadar yapabildim bilmiyorum. Ama yazarken farklı bir iklime girdiğimi hissediyordum.
Siz bu biyografik romanda aynı zamanda otobiyografik ögelere de yer veriyorsunuz. Enis Batur Suya Seng’te yer alan bir notunda, yazı dünyamızın günlük ya da yaşamöyküsü açısından güdük olduğunu, ama diğer taraftan da anı ve hatırat yönünden de zengin olduğunu vurguluyor. Bu, yazarın kişisel dünyasını ifşa etmek istememesinden kaynaklanıyor muhakkak. Peki bunun sebebi ne olabilir?
Esasen insan konuştukça yalnızlığı artıyor. Bunu keşfetmiş olanlar açısından bu bir usanç veya korku nedeni haline gelebiliyor. Bir de mahremiyatını kim açmak ister ki! Yazmak biraz da gizleri teşhir etmektir. Bu ise, dediğim gibi kaygı ve korku içeren bir şey.
Romanda herkes bir biçimde yollarda, değil mi? Çıkılan yolculuklar, arayışlar, sıkıntılar, baskılar... Her varış bir var etmeyle, yeniden var olmayla sonuçlanabilir mi? Ya da nedir yolculukların, arayışların, sıkıntıların, kazanmaların, kaybetmelerin romana böyle yansımasının anlamı?
Yolda mıyız, doğru yolda mıyız hiçbir zaman emin olamayız. Olmamalıyız. Dem ve diğerleri benim açımdan yola girme çabası idi. Veya bir yol bulma gayreti. Acaba yolu bulabilir miyim, yola girebilir miyim, yolda olma umudu taşıyabilir miyim, hep bu isteği duyarak yazıyorum.
Said-i Nursi’nin II. Abdülhamid’e bakışında nasıl bir değişim oluyor?
Önceleri ‘mecbur kaldığı istibdat’ diyor. Yıllar sonra bir Risalesinin dipnotunda, ‘gelecekte görülecek şedit istibdadı, seneler önce yanlış hissettiğinden, tenkid oklarını o sultan-ı mazluma atmış…’ türünden bir itirafta bulunuyor.
Paşa ile diyaloglarında oldukça cesur bir portre ile karşılaşıyoruz. Genel olarak hayatına baktığımızda da bunu görüyor muyuz?
Dem’de birkaç tablo var. Rusya esaretindeyken Nikolay Nikolayeviç karşısında ayağa kalkmayışı, 31 Mart yargılanması esnasında, ‘sen de şeriat istemişsin’ cümlesine karşılık verirken, ‘başımdaki saçlarım adedince başım bulunsa her gün birini Şeraite fedaya hazırım’ demesi ve beraatinden sonra, ‘zalimler için yaşasın cehennem!’ diye bağırarak sokakta yürümesi, ömrü boyunca hep ‘Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez’ ilkesini koruma konusundaki özeni biliniyor. Akif’in, ‘kırılır fakat eğilmeye gelmez boyunum’ dizesi sanki onun için söylenmiştir.
Menderes’le ilişkileri nasıl? Bu çerçevede Soğuk savaş yıllarında İslam dünyasının genel eğilimi olarak gördüğümüz Amerika’yı Sovyetler karşısında daha yakın gören bir hali var gibi. Kore savaşı ile ilgili yaklaşımlarını da bunun bir parçası olarak görebiliriz sanırım. Ne dersiniz?
Bediüzzaman, biliyorsunuz, ‘şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ diyen biri. Siyasilerle ve bürokratlarla ilişkilerinde hep, dini hassasiyetleriyle ilgili taleplerde bulunuyor. ‘Ayasofya’yı ibadete açın, kız mektebi haline getirilmiş olan Meşihat Dairesi’ni eski haline getirin, Risale-i Nurları mekteplerde okutturun’ türünden talepler bunlar.
Menderes’i de böylesi bir duyarlıkla sürekli uyarıyor, olumlu icraatlarını tebrik ediyor, olumsuz olanları eleştiriyor. Menderes’e, bir yerde ‘kahraman’ diyor. Özellikle ezan vb. uygulamalarını alkışlıyor. Fakat o dönemde de biliyorsunuz tazyikler, tarassutlar, sürgünler devam ediyor. İki kutuplu dünya algısına dayalı bir pragmatik tutum gözlenmiyor.
Eski ve Yeni Said arasındaki ayrım siyasetle doğrudan içli dışlı olma(ma)k noktasında yapılan bir ayrım mı?
O da var ama esas itibariyle, bütün büyük bilgelerin yaşadığı türden bir ruhi değişim söz konusu. Gazzali’de, Hz. Mevlana’da gözlediğimiz gibi. Dış dünyaya kapanıyor, iç kendine açılıyor. Keşifler, fetihler oluyor. Böylece dış dünyayı daha doğru, daha geniş bir perspektiften görme imkanı buluyor.
Eşref Edip ve Nurettin Topçu ile ilişkileri görüşmeleri de var Said-i Nursi’nin biraz bundan söz eder misiniz?
Eşref Edip zaten dostu, arkadaşı. Topçu, sanırım Denizli’de iken üç beş ay yanına gidip geliyor. Badıllı’nın Mufassal Tarihçe-i Hayat’ında iki sayfa bir not var. Topçu’ya ilişkin. Topçu merhum ziyaretine gittiğinde Risale dersi yapıyor, nasihatlerde bulunuyor, tavsiyeler yapıyor. Topçu, okulundaki bazı ateist öğretmenlerden söz edince, ‘onları bana getir’ diyor.
Said Nursi’nin yaşam öyküsünde sizi etkileyen en çok hangi durumlar oldu, öğrenebilir miyiz?
Özellikle esirken Kosturma’da, Volga nehrinin kıyısında geçirdiği zamanlar, Erek dağında talebeleriyle geçirdiği anlar ve Afyon hapsindeki günleri. Afyon hapsi hayatının en ağır dönemidir. Oradan da ‘öldürmeyen yara güçlendirir’ önermesini doğrular biçimde daha da güçlenerek çıkmıştır. Bediüzzaman daha çok Celal tecellisiyle sınav vermiş. Bu yüzden maruz kaldığı zulüm çok ağır olmuş. Necip Fazıl’ın ifadesiyle ‘Çin işkencesine’ maruz kalmış.
Aşktan umuda, sevinçten acıya, doğumdan ölüme kadar, toplumsal-siyasal gelişmelerin girdabında deviniriz. İnsan-toplum bağını göz ardı etmeyen, bu dünya hakkında söyleyecek bir sözü, eskilerin deyimiyle 'meselesi' olan romanlara siyasal roman da deniliyor. Bu noktada romanın türünün bir ara tür olarak belirdiğini de düşünüyorum. Ne dersiniz?
Bendeniz türlerin keskin sınırları olduğunu hiç düşünmedim. Dediğim gibi içimden geldiği gibi yazmaya çalıştım. Bu öyküdür, bu hikayedir, bu romandır, bu değildir türünden lafların pek anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Bu, gönüldendir, samimidir, içtendir, bu dil olarak zengindir veya değildir türünden ayrım ve eleştirilerin daha anlamlı olduğu kanaatindeyim.
Yoğun bir iç sese kapılıp, kimi zaman Heidegger’e, Wittgeinstein’a ve adını bilmediğimiz şairlere, kimi zaman alabildiğine acımasız olan dış gerçeklere kapı aralayarak dünyanın ölüm dününde bugününde geziniyoruz. Romanda risalelerden başka metinlere uzanan derin psikolojik sıkıntılar siyasal gelişmelerle içiçe ele alınmış. Ve sonunda herkes biraz yenik, biraz mağdur. Dem için, sorunlu ve sorumlu bir roman diyebilir miyiz?
Bilmiyorum. Esasen Dem’i sadece yazdım ve bıraktım. Ne denir, nasıl oldu, nasıl olabilirdi, inanın hiç düşünmedim. Eğer samimi ise, zamana dayanıklı malzemeleri varsa, dili güzelse eh bir anlam ifade edebilecektir.
Romanın katmanlı bir okumaya elverişli olduğunu söylemek olası, sadece siyasal-ideolojik katmanda okumakla yetinecek olanların tepkilerini hesaba katmış olmalısınız.
Böylesi bir şeyi inanın yazarken hiç düşünmedim. Ama kurgusal olarak iç içe olduğu açık. Özellikle Risale okumalarıyla ilgili bölümlerde söz ettiğiniz gibi bir kaç katmanlı okuma imkanı var.
Gezgin’den bu yana dilin kullanımı ve başka yönlerden de farklılaştığınızı düşünüyor musunuz?
Belli bir farklılaşma zaten beklenmelidir. Her gün insan yenileniyor. Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın, denir ya. Hayat zaten bir yenilenme ve yenileme süreci. Gezgin kısmen menkıbe diline yakındı. Cam ve Elmas, daha çok günceye benziyordu. Yakaza da öyleydi. Anka ve Dem, birbirine benziyor. İç içe, paralel hikayeler var.
Son olarak elinizdeki çalışmalardan söz etmenizi istiyorum.
Bir Fethi Gemuhluoğlu kitabı var. Bir de Cem adında bir uzun hikaye.
SON VİDEO HABER
Haber Ara