Dolar

32,2580

Euro

35,0693

Altın

2.467,33

Bist

10.319,96

'Elimde hep kalem kağıt vardı'

Öykücü Aliye Akan’ı Birnokta dergisinde yayımlanan öyküleri nden tanıyoruz.. Aliye Alkan’la ikinci öykü kitabı "Birimiz Ölene Kadar" üzerine konuştuk.

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-08-31 16:29:00

'Elimde hep kalem kağıt vardı'
Asım Öz / TIMETURK

Öncelikle 'başlama noktası'na dönelim. Yazmak çabanız, girişiminiz nasıl başladı? Öykü yazmaya ne zaman başladınız?

Önce, küçük gibi görünen ya da kimilerinin önemsemediği, ama benim için çok önemli olan bir noktayı söylemeliyim: Ben yazdıklarıma öykü değil hikaye demeyi tercih ediyorum. Bu tercihin belki de uzun uzun anlatılması gereken, çok geniş ve köklü bir dayanağı var bende.

‘Kalem ve kağıtla arası iyi olmak’ diye bir şey varsa başlangıç noktası için bunu söyleyebilirim. Elimde hep kalem kağıt vardı. Hikayeye gelene kadarki yazı yolculuğum çok karmaşık ve belki de bir türe dahil edilemeyecek metinlerle dolu. ‘Yazar’ olmak gibi ya da yazdığımı yayımlayıp kitaplaştırmak gibi bir hayalim hiç olmamıştı doğrusu. Odaklandığım nokta filmdi, senaryoydu. Üniversite tercihim de bu yönde oldu ve güzel sanatlar sinema bölümüne girdim. Yazdığım, yazacağım, hatta okuduğum her şey sinema içindi bana göre. Senaryoların hikayelerini yazarken, hikayeyle ne kadar yakın olduğumu fark ettim. Ve böylece birbirini besleyen iki ana kanal olarak senaryo ve hikaye kah iç içe kah yan yana akmaya başladı. Ama şu gün hikayenin daha baskın olduğunu söylemeliyim.

Peki neden deneme, roman değil de hikaye?

Çünkü, ustam bana ‘Sen hikaye yazmalısın’ dedi. Bu hayatım boyunca hikayeden başka hiçbir şey yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette. Sözgelimi şiirle kuvvetli bir bağım var, hatta kütüphanemde hikayeden çok şiir kitabı var. Şiir yazmaya kalkışabilirdim belki, ama şiir yazmak şiiri sevmekle olmuyor. Bana hikaye yolunu gösteren, edebiyat dünyasını kötü bir şairden kurtardı belki de. Hikaye, diğer türlerden çok ayrı bir yerde duruyor benim için, şiire daha yakın bir yeri var. Bilmiyorum, bu soruya hemen her yerde aynı cevabı veriyorum: Belki de şiir yazamadığım için hikaye yazıyorum.

Hikaye imgeleminizi belirleyen(ler) nelerdir/nelerden oluşur?

Her şeyden. Evet, abartısız ve kolaycılığa kaçmadan söylüyorum, her şeyden… Gördüğüm, göremediğim, duyduğum, duyamadığım, kokladığım, tattığım, hissettiğim her şeyden.

Ya yazarlarınız? Kimlerdir? Bu süreçte neler okuyordunuz, hikayeci olarak sizi kimler etkilemişti?

Okuduklarım ve izlediklerim diye iki başlık açalım burada. Çünkü sinema benim kalemimi oynatan en kuvvetli etken.

Dünya edebiyatından Borges, Rilke, Kafka, Salinger, Marquez, Dostoyevski;

Türk edebiyatından Nuri Pakdil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rasim Özdenören, Sabahattin Ali, Cahit Zarifoğlu, Yaşar Kaplan, Adalet Ağaoğlu, Nazan Bekiroğlu, Sait Faik ve Safiye Erol hemen sayabileceğim isimler. Ve özellikle son on yıldır, bir edebi eser olarak düşünüldüğünde tadı ve değerinin yanında, hayatı algılamada ve anlamlandırmada yardımcı olarak yola işaretler koyan Mesnevi’yi okurum, Pir-i Aşk’tan himmet dilenerek...

Sinema alanında ilk anacağım isim ise Andrey Tarkovski… Theo Angelopoulos, Mecid Mecidi, Krzysztof Kieslowski ve Carlos Saura önemli şeylere işaret eden önemli yönetmenler…

Peki, hikaye yolculuğunuzda Bir Nokta dergisinin yeri nedir?

Bir nokta dergisi olmasaydı ben hikaye yazmayacaktım. Belki yazacaktım, ama yayımlamayacaktım. Bilmem yeri konusunda bir fikir verir mi bu? Bir nokta benim için çok önemli. Öylesine çıkan bir dergi değil. Hiçbir kurum kuruluş ya da cemaate ait değil. ‘Yazmayı dert edinmiş insanların boncuk boncuk döktüğü terlerle çıkan bir dergi. Ben davası olmayan ve şöhrete ‘afet’ diyen, kutsal değerler toplamına yaslı bir dergi. Her şeyden öte ve önce bir takım dergisi. Ülkede ve dünyada ve hatta kainatta olan biten şeylere karşı aynı duyarlığı taşıyan ve yaşayan insanların oluşturduğu bir takım bu. Buna çok değer veriyorum, bu bir arada oluş hiç bir illetle malul olmadığı için çok anlamlı, çok sağlam. Yazan herkesin yazmaya bir bahanesi vardır herhalde, benim bahanem Bir nokta dergisi.

Bir kadın yazar olarak "ortaya" çıkmaktan korktun mu hiç?

Hayır, korkulacak bir şey yok. Ne yazdığımı, ne yazmadığımı, neden yazdığımı hem edebiyat açısından hem de dünyaya ve ötesine baktığım nokta açısından rahatça izah edebilirim. Ama yazarlık bir yana, başörtülü bir kadın olmanın “ağır acılı sular”ında çok kulaç attım.

Genç bir yazar olarak kendi kuşağınla barışık mısın?

Bu barışıklık, okumak ya da edebiyat alanında olan biteni takip etmek anlamında ise elbette barışığım. Ama birebir tanışıklık neredeyse yok gibi. Bu sanırım, benim kalabalıklar arasında olmak istemeyişimden kaynaklanıyor.

Son yıllarda hikaye yazarlarının pek çoğunda romana kayma görülüyor. Bunun sebebi sizce nedir?

Bilemiyorum, belki anlatacakları şeyler hikayeye sığmıyor ve daha geniş bir alana taşıyorlar. Ama hikaye, romanın kapısını açan bir anahtar değil bence. Dilleri çok farklı. Ama yazabilen yazabildiği her türde yazsın, bunda bir sakınca yok, hatta kazanç bile olduğu söylenebilir. Yani hikayenin diline tamamen hakim bir yazarın roman yazması o romanı diğerlerinden ayrıcalıklı kılan bir unsur bile olabilir pek ala! Değişmeyen bir roman okuru kitlesi var ülkemizde, ancak aynı şeyi hikaye okuru için söyleyemeyiz sanıyorum. Romana meyleden hikayeciler, okura ulaşmak için bir de bu yolu deniyorlar belki de. Neticede, tür ne olursa olsun yazmak dil işçiliğidir. Bu işçilik ustaca yapılıyorsa sorun yok.

Peki siz bu karnavala katılmayı düşünüyor musunuz?

Hayır. Yani uzun vadede böyle bir planım yok. Hikaye benim için, kullandığım dil için biçilmiş kaftan bence. Hikaye dışında zaten senaryo çalışmalarım var. Bu ikisini hakkıyla yapabilirsem başka ne isterim? Kendimi hikayeyle ifade etmekten mutmainsem ki öyleyim, başka arayışlar içine girmeye gerek görmüyorum. Herkes en iyi yaptığı şey neyse onu yapsın.

İlk hikaye kitabınızdan bugüne ne gibi değişikler yaşadınız, düşünsel olarak örneğin?

Geçen her yeni gün, hatta her yeni an bir şeyler kazanıyor insan. Hem düşsel hem de düşünsel alanınız gittikçe genişliyor. Yaşamak, şahit olmak demektir aynı zamanda. Etrafınızda olan biten her şeye, yaşadığınız çağa tanıklık ediyorsunuz her şeyden önce. Bu tanıklık, değişmez gerçeklerin sizdeki değişmezliğini kuvvetlendiriyor, çiğ olan yanlarınızı pişiriyor, sivri köşelerinizi yontuyorsa anlamlı oluyor. Bizim kişiliğimizi belirleyen ana doğru, mutlak gerçeklik olan Tanrı’ya inanmadır. Bu inanış büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Bu sorumluluk ekseninden sapmamaya ve başka yönlere kaymamaya çabalıyorum. Yazarak dua etmeye, kul olmaya çalışıyorum.

Ve geliyoruz ilki gibi yine Bir Nokta Kitaplığı tarafından yayımlanan Birimiz Ölene Kadar’a. İsminden yola çıkalım. Klasik kurala uyarak, hikayeler içinden bir ismi seçmişsiniz başlık olarak. Neden bu isim? İsimden hareketle bu hikayenin ithaf edildiği Süreya Berfe şiiri ile ünsiyetinize gelelim. Nasıl bir yakınlık bu?

Sayın Süreyya Berfe’nin son kitabı Çıkrık’ı okurken rastladığım ve çok sevdiğim bir dizedir ‘birimiz ölene kadar’. Bu ismi taşıyan hikayeyi bana bu dize yazdırdı. İthaf, bir teşekkür aslında. Süreyya Bey’den kitaba bu ismi vermek için müsaade istedim, sağ olsunlar, memnuniyetle karşıladılar ve isim böyle konuldu. Süreyya Berfe, şiirlerini öteden beri çok severek okuduğum bir şair. İnsan kırılmasını resmettiği ve bence bir çağ eleştirisi olan Sen Basmasın adlı şiiriyle tanışmıştım ilk olarak. Çok sevdiğim, tekrar tekrar okumaktan büyük zevk aldığım bir şiirdir. Ve sonrasında diğer eserlerinin de vefalı bir okuru olduğumu söyleyebilirim. Kendisi de şiiri gibi ince, yalın ve içli bir insan. Şiirinde bulduğunuzu şairinde de bulabilmek her zaman mümkün olmuyor. Süreyya Berfe, her anlamda şiiriyle örtüşen kıymetli bir şairdir. Eğer hikayelerde, Süreyya Berfe şiiri ile bir yakınlık hissedildiği söylenirse bunu iltifat sayarım.

Hikayelerinizin özelliği hem zekice hem şiirsel tamlamalarınız, cümleleriniz... Bunu hikayelerinizdeki şiirselleşme olarak düşünebilir miyiz ?

İmge yoğun metinler şiirin dili ile buluşuyorlar. Hikaye ve şiir arasında bir yakınlığın var olduğundan hareket edersek, böylesi anlatımların işin doğasında var olduğunu görürüz. Ama ‘şiirsel’ tanımı bunu ne kadar karşılıyor, belki bunu sorgulamak gerek. Yani okuduğunuz bir hikayedir bu doğru, ama şiirsel bir hikaye değil de içinde şiir saklayan bir hikayedir belki.

İç ülkenin ayrıntılı katmanları da oldukça yoğun hikayelerinizde. . . Hızlı zamanlarda yavaşlık özlemini de ya da imkanını, durmanın öğrenilebilirliğini düşünmeyi de eklemeliyiz belki buna. . .

Bedeni hareket ettiren ruhtur. Ben de genellikle bedenin yaptıklarıyla değil onları yaptıranla ilgileniyorum. Yani şöyle diyelim: Görülebilen fiillerin içindeki görünmez fiilleri yazmaya çalışıyorum. İnsan, içi ne kadarsa o kadardır. İç ülkesinin büyüklüğü nispetinde, yaşar, sever, üzülür vs. Kendi iç ülkemin sınırlarını büyütmeye çalışırken, yazarak yaptığım sorgulamalar böyle yoğun ve belki de okunması zor hikayelere dönüşüyor. Hıza gelince, bu çağda gerçekten insan hıza kurban ediyor her şeyi. ‘Hızlı yaşıyorlar’, hızla tüketiyorlar. Ve bu hız içinde, kaybettiği şeyleri göremiyor. Belki de umurunda değil, görmek istemiyor. İnsanın, bu çılgın hız seli içinde durmayı, bakmayı ve görmeyi başarabildiği an, kendi içinde her şeyin değişmeye başladığı an olacaktır. Ve evet, durmak öğrenilebilir bir şeydir.

Bu bir anlamda yoğun bir gözlem ve ayrıntı birikimini de getiriyor. Hikayenizin çıkış noktasında bu yoğunluk var. Ne dersiniz?

Doğru. Yazının çıkış noktasında görüntü var desek de yanlış olmaz benim için. Bu anlamda çok şanslı sayıyorum kendimi. Çünkü, eğer yazı ile görüntünün farklı diller olduğunu var sayarsak, ben bu iki dili birbirine çevirmekte zorlanmıyorum. Gördüğüm, şahit olduğum ya da düşlediğim ‘an’lar hikayelere dönüşüyor.

Hikayelerin çoğunda kişilerin adı yok neden? Biraz hikayede kişi, hikaye kişileriniz üzerinde duralım...

Belki bir mahremiyet, belki gizem tutkusu, belki de hakkıyla somutlaştıramama kaygısı. Çünkü hemen hemen, adı olmayan bütün karakterler varlıkla yokluk arasında varlığını ve varlığın gizemini sorgulayan karakterler. Belki de cinsiyetsiz, cins üstü karakterler. Kadın ya da erkek başlığı değil, ‘insan’ üst başlığında konuşulması, izah edilmesi gereken kimi şeyler var hayatta.

Bir de şunun üzerinde durabiliriz. Bu ülkede kuş dili ile konuşmaya zorlanıp buna alıştırıldık. Söyleyeceğiniz şeyi, ‘başka türlü’ söylemek, ‘adsız’ söylemek kaygısının alışkanlığa dönmesidir belki.

Kendinizi bir "aktarıcı" olarak niteliyorsunuz. Yazarak mı, tasarlayarak mı?

Bu nitelemeyi nerede yaptığımı hatırlayamıyorum ama yazarak tasarlamak ve tasarlayarak yazmak bir arada duruyor diyebilirim.

Üsküdar ve İstanbul’un hikaye evreninizdeki yerinden hareketle yaşadığınız mekanın hikayelerini yazdığınız yönünde bir kanaate sahip olmamız indirgemecilik olarak algılan(a) maz sanırım. Yazı serüveni adına, yazarın iklimi, doğduğu coğrafya mıdır, yoksa edebiyatın iklimi midir?

Bir şeyler bizi belirler, bir şeylerden etkileniriz kimi zaman. Kimi zaman da içimizin bilinmez ülkesinin türküsünü söyleriz. Yaşadığımız ev, sokak, şehir bedenimizin vatanıdır ve önemlidir. Ruhunuzun vatanı ise bir gün döneceğimiz sabah alacasıdır. “Bir şûlesi var ki şem-i cânın / Fanusuna sığmaz asumanın”, bu da böyle bir şey. Yazarın, ya da genel anlamda sanatkarın asıl yapması gereken şey, içinde ve dışında yaşadığı bütün iklimleri, eseriyle, o asla değişmeyen tek iklime dönüştürmektir; insanlara o iklimin varlığını ve sonsuzluğunu hatırlatmaktır. O değişmezi işaret etmeyen, onu hatırlatmayan bir eserin çıktığı elin ‘sanatkarlığını’ tekrar sorgulamak gerek.

Yaşadığınız hayattan aldığınız bilgileri nasıl bir dönüştürme sürecinden sonra hikaye haline getiriyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz, bir hikaye sizde nasıl oluşuyor?

Bunu ben de bilmiyorum. Olan oluyor.

Kitabınızda üç yazı farklı duruyor. Gördüm O’nu, Bırakma Tut!,Nedâmet. . Bu metinleri hangi düşünce ile hikayeler arasına dahil ettiniz? Bilinçli bir tercih mi yoksa sadece 'öyle içinizden geldiği' için mi ?

Hikayelerimin bahçesinde bulunmasını istediğim üç tropikal ağaçtı onlar. O bahçede onun için bulundurdum. Üç niyaz ağacı, üç seher vakti…

Genel olarak klasik hikaye yazım tekniklerinin dışına çıkıyorsunuz; Birimiz Ölene Kadar’da. Şunu sormak istiyorum: Türsel geçişkenlikler noktasında neler söylersiniz?

Türler, birbirinden çalan değil, birbirini besleyen şeyler bence. Bunu tüm sanat dalları için söyleyebiliriz. Mesela müziğin resmi, edebiyatı ya da sinemayı beslemediğini ve içinde yer almadığını kim nasıl iddia edebilir? Edebi türler de tıpkı böyle, birbiri içinde kendilerine yakışan yerde ve içinde bulunduğu türün rengine boyanarak yer alabilirler. Hikaye bana bu anlamda çok geniş bir imkan sağlıyor, içinde her şeye yer var.

Her yeni hikaye bir öncekini eskitiyor mu?

Hayır. Ama önce yazılanlar, sonra yazılanları / yazılacakları yenileyip tazeliyor diyebiliriz.

Yeni çalışmalarınız, yeni hikayeler... Neler var sırada?

Nefes alıp verdikçe, yazarak dua etmeye devam… Bir nokta dergisi oldukça –Allah var etsin- hikayeleri orada yayımlamaya da devam. Niyet hayır, akıbet hayır…

Haber Ara