Sivil toplum nedir?
Sivil Toplumun kökenini, diğer ülkelerdeki tezahürünü ve kendi toplumsal örgütlenmesini iyi tanıyan Prof. Dr. Atilla Yayla ile Sivil Toplum kavramı ve Türkiye’de ki STK üzerine konuştuk.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-08-28 18:25:00
Her toplumun kendine has sosyal örgütlenme biçimi olması nedeniyle, ülkemizde sivil toplumun oluşumu diğer ülkelerin sivil toplum tecrübelerinden farklı tezahür etmiştir. Bu durum Sivil Topluma dair yaşanan genel problemlerin yanında tarihsel ve siyasal tecrübemiz sebebiyle kendimize has problemlerimizin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toplumun devletle olan ilişkisinde yaşanan bir takım problemlerin çözülebilmesi için örgütlenen bu gönüllü birlikteliklerin ülkemizde başlı başına bir problem alanı oluşturması, üzerinde durulması gereken bir handikaptır. Bu handikap esasında çelişkilerle şekillenmiş olan modernleşme sürecimizin bir sonucudur.
Henüz zihinlerimizde netlik kazanmamış olan Sivil Toplumun tanımlanması hususunda yaşanan sıkıntıları aşabilmek için, Sivil Toplumun kökenini, diğer ülkelerdeki tezahürünü ve kendi toplumsal örgütlenmesini iyi tanıyan aydınlara ihtiyaç vardır. Bu doğrultuda Prof. Dr. Atilla Yayla ile birlikte Sivil Toplum kavramı ve Türkiye’de ki Sivil Toplumlar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Faruk Karaarslan - Sivil toplum kuruluşları (STK) kendilerini kamusal alanda ifade etmekte. Fakat bir de kamusal alan problemi var. Avrupa ve Türkiye’de siyasal alan kamusal alanı işgal etmiş durumda, özellikle ülkemizde; siyasal alan, başörtüsü gibi tamamıyla kişisel bir konuda bile dilediği gibi özel alana müdahale edebilmekte, dilediği gibi özel alana girebilmektedir. Hatta çoğu zaman kamusal alanlar siyasal alan olarak nitelendirilmektedir. Böyle bir ortamda sivil toplum kuruluşlarının var olması ne kadar mümkündür?
Prof Dr. Atilla Yayla - Özellikle kamusal alan ve siyasal alan ile ilgili çok net bir kavrayış ve tanımlama yok. Belki özel alanı anlamak, kamusal ve siyasal alanı anlamaktan biraz daha kolay. Kamusal alan ile siyasal alanda bir çatışma olabilir, özel alan ile kamusal alan arasında geçişler olabilir. O yüzden; bu konuya belki de bu tür bir kavramsal bir çerçeveden yaklaşmak yerine, siyasi otoritenin alanı ne olmalıdır, hangi alanlar siyasi kararlara bırakılmalıdır, hangileri bırakılmamalıdır gibi daha fazla netlik kazanmış, en azından liberal felsefe bakımından netlik kazanmış kavramlarla bakmakta fayda var. Böyle bakıldığında da şunu söyleyebiliriz; siyasal alanda doğal bir büyüme eğilimi vardır. Yani siyasi organda/devlette doğal bir yayılma eğilimi mevcuttur. Bu yayılma eğilimi zamana ve şartlara bağlı olarak bazı insanlara cazip görünebilir. Yani; devletin, iktidarının dağılması, otoritesinin genişleyip elindeki imkân ve araçların yaygınlaşması sivil toplumun lehine sonuçlar verecek bir şey gibi görülebilir. Bu durum geçici olarak bile olsa bazı toplum kesimlerinin lehine sonuç da verebilir. Ama bu sonuç aynı zamanda bizi bir yanılgıya sürükleyebilir. Siyasi olarak devletin alanının sınırlı olmasını yani siyasi alanın sınırlı olmasını, hayatımızda siyasi kararlarla çözülebilecek problemlerin az olmasını ya da siyasete çözülmek üzere havale edeceğimiz problemlerin gerektiğince asgari düzeyde olmasını savunmamız gerekir. Böyle bakıldığında hem bireysel inisiyatifleri hem de bireylerin gönüllü olarak bir araya gelmesi ile ortaya çıkacak STK’ların yapacakları üzerine tabi ki ihtiyaç vardır. Adına STK’lar desek de demesek de toplum aynı zamanda gönüllü birey birliklerinden oluşur. Aileyi belki bunun içinde saymak gerekmeyebilir ama aileyi aşan her türlü beraberlik, birliktelik sivil toplum kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla STK’lara ve siyasi alanın sivil toplumun kendisine bırakmadığı genişçe bir alana çok büyük ihtiyaç var. Türkiye’deki sıkıntı ve kafa karışıklığının temel nedeni budur. Bu kafa karışıklığı son zamanlarda, özellikle son beş yıl içerisinde biraz daha arttı zannediyorum. Çünkü STK diye adlandırdığımız kuruluşlarda değişik bir çizgi izleme oranında –mesela siyasi alanın uzantısı gibi işlev gören- artış olmaya başladı. Devlet yapılanmalarının uzantısı eskiden daha çok kooperatif kavramıyla ifade edilirdi. Siyasi otoriteye başkalarının dövülmesi için veya kendi hayat tarzının, dünya görüşünün başkalarına empoze edilebilmesi için müracaatta bulunan, bu doğrultuda ki taleplerini rahatlıkla ifade eden organizasyonlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlarda kendilerini STK olarak adlandırır hale geldiler. Bu da tabi ki bir kafa karışıklığı doğurdu. Mesela Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile Liberal Düşünce Topluluğunu (LDT) karşılaştırırsak eğer, bunlardan hangisinin gerçek sivil toplum kuruluşu olduğunu rahatça ortaya koyabiliriz. Bu son zamanlarda ki gelişmeler başlarda söylediğim gibi devlet felsefesi ile de alakalı.
F.K - Sosyal bilimlerde bireyin yaşadığı toplumsal ortamda özgür olamayacağına dair güçlü teoriler var. Özellikle yapısalcı anlayış bireyin sistem içerisinde özgür olamayacağını, özgür olma çabalarının da nafile olduğunu vurgulamakta. Bu yaklaşım ile sivil toplum kuruluşlarının aslında burjuva toplumu olduğu iddiaları da oldukça yaygın. Bu önermelerin gerçekliği sizce ne oranda doğru olabilir?
A.Y - Böyle bir soru sorabilmen Türkiye’de eğitim sisteminin Marksist çizgi ile inanılmaz bir bağlantı halinde olmasındandır. Büyük ölçüde bu bakış açısı Gramsci’de görülmektedir. Entelektüel alanda hep neo-liberalizmden, liberallerin tahakkümünden bahsedilmesine rağmen hala sol bir tahakküm vardır aslında. Sivil toplum kavramının kullanılışını ve bu günkü kadar çok sık kullanılmamakla beraber, sivil topluma atfettiğimiz bütün şeyleri, aslında İskoç Aydınlanmasında görebiliriz. Yani bu işin teorisini ilk yapanlar liberal filozoflardır. Klasik liberal filozoflar toplumu kendiliğinden bir oluşum olarak, siyasi otoritenin sınırlı bir alanla iştigal ettiği ama geri kalan toplumsal hizmetlerin toplumun kendisi tarafından karşılandığı bir yapılanma ve bir oluşum olarak görmüşlerdir. Adam Ferguson, David Hume, Adam Smith gibi filozoflara baktığımız zaman bunu rahatlıkla gözlemlememiz mümkündür. Ama ne yazık ki bizim eğitim sistemimize ve kültürel hayatımıza bu gerçekler yansımıyor. STK ile ilgili tartışmalar daha çok 1990’dan sonra yani Sosyalizmin çöküşünden sonra canlandı. Bu durumdan sosyalist yazarlarda etkilendi. Bundan dolayı biz zannediyoruz ki bu sol gelenek içerisinde çok önemli şeyler ifade edilmiştir, ortaya çıkmıştır. Ama gerçekte öyle değil. Asılında, Klasik Liberal gelenek içerisinde en önemli şeyler söylenmiştir. Yani sorun eğitim sistemimizden ve genel kültürel ortamdan kaynaklanıyor.
F.K - Kendisini STK olarak nitelendiren odalar ve borsalar var. Ayrıca birçok STK’nın ekonomik nedenlerden dolayı hükümetlerle ilişkilerinin olduğu bilinmekte, TÜBİTAK ve MÜSİAD örneğinde göründüğü gibi. Böyle bir ortamda STK’ların temel niteliği olan hükümetten bağımsız olması ne kadar mümkün olabilir?
A.Y - Bu kuruluşların pozisyonları farklı. TÜSİAD bir dernek konumunda. Her ne kadar TÜSİAD’a bağlı bazı iş adamları devlet ile çok iş yapıyorlarsa da, TÜSİAD bir STK’dır. Odalar ve borsalar birliğinden farklı. Yani TÜSİAD ve MÜSİAD bir kanun ile kurulmuş ve kendisine özel haklar verilmiş kuruluşlar değildir. Odalar ve borsalar birliği ise özel bir kanunla kurulmuşlardır. Dolayısıyla kurulan odalar ve borsaların sivil toplum olma vasıfları TÜSİAD ve MÜSİAD’a göre daha azdır. TÜSİAD ve MÜSİAD gönüllülük esasıyla kurulmuştur. Bunların içerisinde devlet ile iş yapan iş adamları mevcuttur. Bu her iki kesimde de olabilir. STK’ların özgürlüğü korunması konusunda; eğer bu kurumlar iyi bir çizgi izlerlerse başarılı olunması mümkündür. Ama bu çizgi genel olarak özgürlükçü bir çizgi olmalıdır. Bu yolu izleyebilmek içinde özgürlük bilgisine sahip olmak, özgürlük felsefesinden haberdar olmak ve özgürlük ilkesinin açılımlarının bütün sonuçlarına peşinen razı olmak gerekmektedir. Çünkü özgürlük zaten hoşumuza gitmeyecek, bizi rahatsız edici sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçları gördüğümüz zaman ‘bu konuda özgürlük olmaz’, ‘bunu istemiyoruz’ dersek özgürlük ilkesi iflas etmiş olur. Bu ilkeden vazgeçmiş oluruz. Özgürlük ilkesine bağlı kalmak, açılımlarına razı olmak ve özgürlük anlayışını benimsemek şartıyla STK’ların özgürlüğün gelişmesi için yararlı olacağı söylenebilir elbette. Ama terside olabilir. Türkiye’de bunların tam tersini yapan kuruluşlar da var elbette
F.K - Amerika’da Non-Govermental Organizetion (NGO) diye anılan ve kavramsal olarak da sivil bir oluşum olduğunu hissettiren Hükümet-Dışı Organizasyonlar ile bizim ülkemizde ki STK’ların benzer ve farklı yönleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
A.Y - NGO terimi iyi bir terim. Çünkü orada ‘goverment’ hükümeti ifade ediyor aynı zamanda devlet anlamına da geliyor. NGO ise hükümetin/devletin dışında olan kuruluşlar anlamına geliyor. Yani onun tarafından görevlendirilmemiş, onun ajanı olmayan, onun uzantısı olmayan kuruluşları daha iyi ifade ediyor. STK-sivil toplum, STK-siyasi toplum ilişkisi, sivil toplum-devlet ilişkisi çok tartışmalı bir konudur. Mesela Hegel’e bakarsak başka bir şey, Marx’a bakarsak başka bir şey görüyoruz. Tabi ki Amerikan sivil toplum geleneği, sivil toplum olmak bakımından ve sivil toplum kuruluşlarının genel özellikleri bakımından çok daha kuvvetlidir. Bu şekilde gerek kültürel ortamdan dolayı, gerek yaşama şartlarından dolayı, gerekse de onların tarihi tecrübelerinden dolayı, Amerika’da çok daha fazla sivil inisiyatif vardır. Bunlar kelimenin gerçek anlamı ile sivil inisiyatiftirler ve devletle hiçbir bağlantıları yoktur. Kaynaklarını kendileri temin ederler. Temsil ettikleri kesimin menfaatlerini, hayat tarzlarını, inançlarını bunun gibi özelliklerini korumaya çalışırlar. Amerikan sivil toplum geleneği büyük ihtimalle dünyadaki en kuvvetli sivil toplum geleneğidir. Amerikan sivil toplum geleneğinden öğrenilecek çok şeyler vardır. Ama anti-Amerikancılık bu bakımdan da bizim gözümüzü köreltiyor. Amerika’nın saldırganlık politikasından dolayı Amerika’ya gösterilen ciddi itirazlar var. Amerikan dış politikası, Amerika devleti ile Amerikan sivil toplum geleneği arasında ayrım yapmamızı zorlaştırıyor. Bundan dolayı biz Amerikan kültürünü kötülerken aslında çok iyi şeyleri de, eleştirilmesi gerekilen şeylerin yanında kötülüyoruz ve eleştirmekten ziyade örnek alınması, ders alınması gereken birçok şeyi de gözden kaçırmış oluyoruz. Amerikan STK’ları, sivil toplum geleneği bunlardan birisi.
F.K - Biz biliyoruz ki Amerika’daki tüm kitlesel hareketler yasalarla belirlenmiştir. Birçok konuya dair Amerika’da yasalar düzenlenmiştir. Böyle bir durumda Amerika’daki sivil toplumlar ne ölçüde devletten bağımsız olabilir.
A.Y - Böyle kuruluşlar da olabilir tabiî ki ama Amerika’da devlet her şeye rağmen Ortadoğu’daki birçok devletten küçüktür. Amerikan tarihinde Amerikan halkının kendi problemlerini kendilerinin çözme yolunda bir eğilimi vardır. Ve Amerika’da tamamıyla sivil inisiyatif ile spontane bir şekilde organizasyonlar ortaya çıkmaktadır. Hükümetten bir şeyler istemek yerine kendi problemlerini çözebileceklerini iddia ediyorlar ve nitekim çözüyorlar. Ama Amerika’da da bir değişiklik ve yozlaşma var. Bu değişiklik ve yozlaşma, refah devleti anlayışı yüzünden kaynaklanmaktadır. Devletin her işe karışmaya başlaması yüzünden Amerika’da menfaat önceleyen, rant elde etmeye çalışan, oluşumlar ortaya çıkmakta. Bunlar, kendilerine bir şekilde kaynak aktartmaya çalışıyorlar. Bu, rantın olduğu her yerde kaçınılmaz bir durumdur. Ama bütün bunlara rağmen sadece Amerikan geleneği değil, genel olarak Anglo-Sakson geleneği sivil toplum kavrayışı bakımından kıta Avrupa’sına göre çok daha kuvvetli bir geleneğe sahiptir.
F.K - Türkiye’de İslamî kesimde STK’ların yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
A.Y - Türkiye’de ki bu bahsettiğiniz kesime İslamî kesim demek pek doğru olmayabilir. Dindar muhafazakâr kesim demek daha uygun. Tabi ki dindar muhafazakâr kesim taban olarak çok geniş bir kesim. Aynı zamanda insan gücü olarak ve maddi manevi bakımdan da git gide zenginleşen bir kesim. Şüphesiz bu insanları harekete geçiren temel motivasyon, dini nitelikli motivasyonlardır. Örgütlenme anlayışı bakımından iki şey yapabilir. Biricisi; Bu insanlar, kendi dini inanışlarına hizmet etmek için gruplar oluşturabilirler, ikincisi ise; insanlara yardım etmek için dini kuruluşlar (hayır kuruluşları) oluşturabilirler. Nitekim her ikisini de yapıyorlar. Tabi ki bu sevindirici bir durum. Çünkü dini oluşumlar sivil toplumun en önemli parçalarından biridir. Ama öbür taraftan dindar-muhafazakâr kesimde çok kuvvetli bir devletçi eğilimde var. Yani devlet eli ile İslam’ın topluma empoze edilmesinden rahatsız olmayacak gibi görünüyorlar. Hal bu ki devlete böyle bir yetki tanırsanız o yetkiyi sizin istemediğiniz bir istikamette de kullanabilir. O bakımdan demin dediğimiz şeylere dönecek olursak; İslamî kesimin de haklar konusuna sadece İslamî kaideler çerçevesinden bakmak yerine, genel özgürlük bilgisinin edinmeleri çerçevesinden yaklaşımlar sergilemesi gerekmektedir. Yani, her kesimin özgürlüğünü kendilerinin özgürlüğü derecesinde savunmayı öğrenmeleri gerekmektedir. Türkiye’de ki dindar muhafazakâr kesimler bunu yapabilirlerse özgürlüğün gelişmesinde çok büyük katkılarda bulunurlar. Yapamazlarsa ve sadece kendi bakış açılarından dünyaya bakmaya kalkışırlarsa bir gelişme gösteremezler, hatta özgürlükçü de olamazlar. Yani önemli olan sadece kendi mensup olduğun kesimin özgürlüğünü değil, ötekinin farklılıklarının da özgürce olabileceğini savunmaktır. Eğer kendi özgürlüğümüze değer veriyorsak başka insanların özgülüğünü savunmaya hazır olmamız ve onların özgürlüğünü savunarak bunu göstermemiz gerekir. Çünkü kendisinin özgürlüğü ihlal edilen insan zaten feryat edecektir. Yani insanların kendi özgürlüğüne müdahale ettiğinde feryat etmesinde bir erdem yoktur. Asıl erdemli davranış sizin gibi olmayanların, bizim dâhil olduğumuz kesme ait olmayanların, özgürlüğü ihlal edildiğinde isyan edebilmektir. Erdemli davranış böyle bir durumda itiraz edebilmektir. Bundan dolayı da LDT diğer kuruluşlardan farklı bir düşünsel ve eylemsel yapıdadır. LDT dindar muhafazakâr kesimin de hakkı ihlal edilse, Kemalistlerin hakkı da ihlal edilse, kürdün hakkı da ihlal edilse itiraz edebilmektedir. Hıristiyan’ın hakkı da ihlal edilse bu konuda itiraz edebilmektedir. Mesela dindar muhafazakâr kesimin en büyük problemlerinden birisi, misyoner kesimin faaliyetlerine bakış açısıdır. Özellikle Hıristiyan misyonerlerine bakış açısı konusunda dindar muhafazakâr kesim ile laiklerle/laikçilerle hem fikirdirler. İki kesim içinde bu insanların faaliyetleri yanlıştır ve olmaması gereken faaliyetlerdir. Hâlbuki özgürlüğe inanıyorsak, bu aynı zaman da bir insanın dine inanma ve dinini istediği gibi yayma özgürlüğünü de kapsar. Adam Hıristiyan ise dinin yaşayacak ve dinini yayacaktır. Onunla mücadele edilebilir mi? Elbette mücadele edilebilir. Başka bir dini anlatarak ve onu yaymaya çalışarak yapılmasını istemediğimiz misyonerliğinin önüne geçilebilir ancak. Yoksa özgürlük alanını daraltarak, kitap basmasını, gazete yayınlamasını engelleyerek, yaşama hakkını elinden alarak değil. Bu bakımdan İslamî kesimde de gözle görülür problemler var.
F.K - LDT’nin STK’lar arasındaki yerini nasıl tanımlıyorsunuz?
A.Y - STK deyince genellikle toplumsal hayatla ilgili çok somut işlerin peşinde koşan organizasyonlar aklımıza geliyor. Bunların en başlarında şüphesiz çeşitli amaçlarla insanların bir araya gelip dernek oluşturması var. Bunlardan ilk akla gelenler; hayvanları koruması için bilmem ne derneğinin oluşturulması, fakir ailelere kışın kömür temin etmek üzere bir dernek oluşturulması ve yahut da ekonomik durumu çok iyi olmayanlara yardım faaliyetlerinde bulunulması gibi. Biliyorsunuz ki Türkiye’nin geleneğinde de sivil faaliyetler, bu tür yardımlaşma ve dayanışmalarla eş görülmektedir. Türkiye’de sivil faaliyetler denince genelde akla hayırseverlik faaliyetleri gelmektedir. Son zamanlarda bunlara bir de okul açma faaliyetleri eklendi. Okul açma faaliyetleri ile ayakta duran STK’lar var. Bundan dolayı bizim alanımız ilginç bir alan. Bizim alanımızda çok fazla STK yok. Biz sadece belli bir fikrin temsilcisi olan, bu fikri Türkiye’de yaymaya/tanıtmaya çalışan, bu fikre açılım getirmeye uğraşan, Türkiye’nin problemlerine bu fikir dünyasından yeni yaklaşımlar geliştirmeyi amaçlayan bir kuruluşuz. Tabi ki böyle bir kuruluşun STK olarak adlandırılması çok anlamlı olmayabilir. Ondan dolayı LDT bir STK değildir. Ondan ziyade bir entelektüel harekettir. Ama STK yanı da vardır elbette. Sonuç itibari ile LDT bir entelektüel oluşumdur, bir STK değildir.
F.K - LDT Liberal Partiden ayrı bir sivil oluşum mudur?
A.Y - LDT’nin siyasi partilerle bir bağı yok. Liberal Demokrat Parti (LDP) de dahil olmak üzere. Zaten LDT da günlük siyaset ile ilgilenmiyor. Ama siyaseti etkilemeye çalışıyor. Özellikle siyaseti, değerler bazında ve kültürel bazda etkilemeye çalışıyor. İlk hedefi siyasetin fikirlere dayalı olarak yapılması, ikinci hedefi de Türkiye’de ki siyasetçilerin en azından bir kısmının liberal fikirleri seslendirmesi, liberal düşünceleri benimsemesi, temsil etmeye çalışması gibi unsurlardan oluşuyor. Dolayısıyla LDT’nin bir fikir hareketi olarak herhangi bir siyasi parti ile organik bir bağı yoktur. Ama bizden entelektüel bir talep olursa her partiye yardımcı olabiliriz.
F.K - STK’lar genel itibari ile sivilin özgürlüklerini savunması gereken oluşumlar olarak değerlendiriliyor. LDT’nin işlevinin de bu doğrultuda olması dolayısıyla LDT’yi de bir STK olarak değerlendirebilir miyiz?
A.Y - Bu konuda farklı bir nokta var. Mesela diyelim ki dini alanda faaliyet gösteren bir STK hem vatandaşlarının dini ihtiyaçlarını karşılamada bir fonksiyon üstlenir, hem de devletin o alanı işgal etmesini engeller. Ama burada korumaya çalıştığı kesim öz itibari ile kendisinin temsil ettiği dünya görüşü ve kendi inancına bağlı olanlardır. LDT’nin farklı bir konumu var. LDT mensupları sadece kendi hayat alanlarını korumak için çaba sarf etmiyorlar. Şüphesiz işin bu tarafı da var, ama herkesin hayat alanının korunmasını temin edilecek bir çerçevenin teşhir edilmesi için çalışıyorlar. Bu bakımdan da LDT diğer STK’lara benzemeyen bir topluluktur. Başka bir örnek verecek olursak, mesela; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile LDT’yi karşılaştıralım. Onlar şunu diyorlar; çağdaş yaşam diye bir yaşam vardır, herkes bunu benimsemelidir herkesin bunu benimsemesi, kendiliğinden olursa iyi olur. Ama kendinden benimsemiyorlarsa gerekirse devlet insanları çağdaşlaştırmayı ya da çağdaş yaşamcılaştırmayı görev telakki etmelidir ve bunun için de gerekeni yapmalıdır. Mesela okulların müfredatını buna göre belirlemelidir, kılık kıyafete buna göre müdahale etmelidir. LDT ne diyor? Toplumdaki hayat tarzlarından birinin diğerine otomatik bir üstünlüğü yoktur. Herkesin hayat tarzı kendisini bağlar ve herkes kendi etmeye değer gördüğü hayat tarzını tercih eder. Devlet bu hayat tarzları arasında bir taraf olmamalıdır. Devletin yapması gereken şey; bir hayat tarzını engellemek veya teşvik etmek değildir. Bu hayat tarzlarından biri, bir diğerini bastırmaya kalkarsa onu engellemektir. Bir yaşam tarzı diğerini tahakküm altına almaya kalkarsa bunu engellemektir. Görüldüğü gibi LDT ile ÇYDD arasındaki temel felsefi farklılık çok açık. Bundan dolayı LDT, ÇYDD gibi bir kuruluş değildir.
F.K - Bu anlamda ÇYDD’yi ne kadar STK olarak adlandırabiliriz?
A.Y - O kuruluşu bir STK olarak adlandırmamız, yukarda bahsettiklerimizden dolayı sıkıntılı. Ama ÇYDD ile STK’lar benzer oluşumlar olarak düşünülür. ÇYDD, dernek olarak gönüllü inisiyatifle kurulmuş bir kuruluştur. Bir de kooperatif yapılanma içerisinde bazı kuruluşlar var mesela; barolar veya odalar gibi. Bu tür kuruluşlarda kendilerine STK diyorlar. Bunların da STK olup olmadığı şüpheli. Bunlar özel bir kanunla kurulmuşlar ve kamu otoritesini kullanma yetkisine sahip kuruluşlardır. ÇYDD’yi incelersek bu bakımdan barolar ve odalardan daha iyi durumdalar. Ama tuhaf bir şekilde ÇYDD odalardan ayrılırken, gönüllü inisiyatifleri ile kurulmalarına rağmen, kendi ideolojilerinin topluma empoze edilmesinin bir taraftarı olarak faaliyetler yürütmektedir.
F.K - LDT farklı kesimlerin, farklı yaşam biçimlerini korumalıyız onları baskı altına almamalıyız derken gayri ahlaki eğilimleri olan kişilerin ya da kesimlerin yaşam biçimlerini de koruma taraftarımı yoksa bu kesimlerin farklı bir durumumu var?
A.Y - Burada önemli olan gayri ahlaki kavramının tanımlanmasıdır. Bütün ülkelerin hukuk sistemlerinde genel ahlak kurallarının korunması gibi düzenlemeler vardır. Ama bu düzenlemeler hukuk sisteminin belki de retoriği kuvvetli olan midesi kuvvetli olmayan taraflarıdır. Bu gün gayri ahlaki dediğimiz zaman belirli bir bakış açısından bakıyoruz. Bizim gayri ahlaki dediğimiz şey bir başkası için gayri ahlaki olmayabilir. Bundan dolayı böyle durumlarda toplumda derin tartışmalar doğar. Eğer; devlete ahlakı koruma gibi bir görev verirsek, devlet o zaman mevcut ahlaki durumlardan birilerini tercih edecek, diğerlerine baskı yapıyor olacak demektir. Ayrıca ahlak biliyorsunuz kendiliğinden oluşan kurallar bütünlüğü demektir. Korunması için devlet otoritesine ihtiyaç yoktur. Ancak istisnai hallerde ahlak kuralları ile hukuk kuralları çakışır. Mesela hırsızlık hem ahlaki olarak yanlıştır hem de hukuki olarak suçtur. Ama onun dışında insanların çeşitli konularla ilgili tercihleri değişebilir. Devleti bir ahlak aygıtı haline dönüştürmek son derece tehlikeli ve yanlış olur. Devlet farklı ahlak biçimleri karşısında nötr olmalıdır. Ama bir kesimin başka bir kesme zorla kendi ahlak anlayışını empoze etme çabasına da engel olmalıdır.
F.K - Son dönem hükümet politikalarını STK’lar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
A.Y - Hükümetlerde doğal olarak büyüme eğilimi vardır. Yani daha çok otoriteye sahip olmak, daha çok kaynak kullanmak ve her türlü toplumsal probleme çözüm için müdahale etmek gibi. Bu bir kuraldır adeta, hangi hükümet hangi görüşe tabi olursa olsun bu değişmez. AKP de bu bakımdan yanlış şeyler yapıyor. Belki mevzuatta bazı iyileştirmeler var. Mesela; derneklerin rahatlatılması, derneklerin kurulması için devletin daha pasif hale gelmesi gibi şeyler yaptı. Ama başka alanlarda da kötülükler yapıyor. Mesela; belediyeler adeta bir hayır kuruluşu gibi çalışıyor. Vergi referansı edilen kuruluşların hayır kuruluşu gibi çalışması doğru değildir. Hayır faaliyetlerini sivil vatandaşlar gönüllü inisiyatifleri ile dernekler, vakıflar kurup yürütebilirler. Dolayısıyla; AKP iyi niyetle bile olsa sivil alanı işgal etmiştir. O bakımdan AKP’nin hem mevzuat düzeninde yaptığı değişikliklerde, hem sahadaki çalışmalarında iyi ve kötü olarak adlandırabilecek girişimleri var. Ama hükümetlerden sivil toplumun geliştirmesi için adım atmalarını, STK’ların sınırlarını genişletmelerini beklemek yerine toplumda bireylerin gönüllü birliktelikler halinde inisiyatif alıp devlete karşı ‘bu işe burnunu sokma’, ‘şu işe burnunu sokma’, ‘bunu biz yaparız’, ‘seni ilgilendirmez’ gibi duruşlar sergilemesi lazım. Sadece AKP den kaynaklanan bir problemle karşı karşıya değiliz genel devlet yapılanması, genel siyasi atmosferle, kültürle ilgili bir problem ile karşı karşıyayız.
SON VİDEO HABER
Haber Ara