Kürt sorununa İbn Haldun modeli
Soruna belki çok daha uzak bir geçmişten, bu toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkları iyi tanıyan bir düşünürün gözüyle bakmak ve çözüm üretmek gerekiyor.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-08-27 14:20:00
Türkiye’de hükümet bir yandan “Alevi Açılımı”, diğer yandan da “Kürt Açılımı” politikalarıyla “çeşitlilik sorunu”na çözüm arıyor. En son İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklamalarda hükümetin “yerli” bir çözüm üretme kararlılığında olduğu anlaşılıyor. Uzun bir süre, başka ülkeler etnik kaynaklı terör sorununu nasıl çözdü sorusuyla vakit geçirmiş olan Türkiye’nin yerli ve otantik bir çözüm arayışına yönelmiş olması sevindirici bir gelişmedir, ancak bu tür bir çözümün referansı ne olacaktır. Henüz bu soruya tatmin edici bir cevap verilmiş değildir. Osmanlı modeli, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran güçlerin geçmişe dönük olumsuz algıları nedeniyle uzlaştırıcı olamıyor. Gerçi bu modelin ne olduğu ve bundan nasıl faydalanılacağı tam olarak netleştirilmiş değildir, ama Osmanlı konusundaki farklı algılamalar, yakın geçmişimizin bize referans olmasını engelliyor. O zaman soruna belki çok daha uzak bir geçmişten, bu toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkları iyi tanıyan bir düşünürün gözüyle bakmak ve çözüm üretmek gerekiyor.
İBN HALDUN MODELİ
Bilindiği gibi İbn Haldun, bugün sadece Müslüman toplumların değil, artık tüm dünyanın da tanıdığı büyük bir tarihçi ve sosyologtur. Onun “Mukaddime” adlı dev eserinde sunduğu kavram, görüş ve modeller bugüne de ışık tutacak önemli bir esin kaynağıdır. Onun önemi, çok sayıda kabile ve milletin bulunduğu Kuzey ve Batı Afrika’da yaşamış ve dolayısıyla çeşitlilik-siyaset ilişkisi konusunda kafa yormuş bir düşünür olmasıdır.
Bir başka husus, onun söz konusu eserde Arap ve Türk sözcükleri yanında sık sık Kürt sözcüğünü telaffuz etmiş olmasıdır. Kürtlerin “kart-kurt” hikâyeleriyle nasıl temelde Türk olduklarının anlatıldığı bir zamanda bu kaynak bana epeyce yardımcı olmuştur. Eğer Kürtler, öteden beri Türklerin bir boyu olarak bilinseydi, İbn Haldun gibi büyük bir tarihçi bunun farkında olacaktı ve onları Türkler ve Araplarla yan yana ayrı bir etnik grup olarak saymayacaktı. Onun Türkler, Araplar, Kürtler ve Berberiler hakkındaki kanaati şudur: Söz konusu gruplar farklı etnik gruplar olsa da, özde bedevi/göçebe topluluklardır ve bu bakımdan birbirlerine çok benzerler. Hemen belirtelim: İbn Haldun sosyolojisi, tümüyle bedevi-medeni toplumlar ikilemi üzerine kurulmuştur.
İbn Haldun’unun devlet ve siyaset konusunda öne sürdüğü en temel önermesi şudur: “Devlet kurmak, asabiyet gerektirir.” Asabiyet, yerli ve yabancı yorumcular tarafından farklı biçimlerde tercüme edilmiştir: Grup hissi, kabile ruhu, cemaat hissi, grup dayanışması, sosyal bağlılık, cemaat ruhu, sosyal dayanışma, dayanışma ve kabilecilik. Nasıl ifade edilirse edilsin, asabiyet; kısaca soya dayalı bir aidiyet çerçevesidir ve bu aidiyeti paylaşan kişilerin dayanışma ruhunu ifade eder. Sözgelimi modern anlamda milliyetçilik de bir asabiyet örneğidir.
İbn Haldun’a göre devlet kurmak asabiyet gerektirdiği gibi bir devlete başkaldırmak da asabiyet gerektirir. Bu anlamda devlet meselesi, farklı aidiyet çerçevelerine mensup grupların üzerinde yoğunlaştığı ve tartıştığı bir meseledir. Geleneksel kabilevî toplumlarda güçlü bir asabiyet sahibi olan bir kabile, diğerleri üzerinde egemenlik kurduğu zaman devlet ortaya çıkmış olur. Devlet, içinde zor ve şiddeti de barındıran bir olgudur. Bu anlamda kabilevî örgütlenmede rızaya dayalı otorite ilişkileri, devlet örgütlenmesinde ise zora dayanan güç ilişkileri hâkimdir. Devletin bir yerde kökleşmesi, üzerinde kurulduğu toplum ve coğrafya ile yakından alakalıdır. Bu çerçevede İbn Haldun, “Mukaddime”de iki modelden bahsetmektedir.
FARKLI MODELLER
İlk model, heterojen toplumda devlet modelidir. Ona göre “Çok sayıda kabileler ve çeşit çeşit cemaatların bulunduğu topraklarda, sağlıklı bir devletin kurulması az vakidir.” Çünkü böyle bir toplumda görüş ve taleplerde ihtilaflar fazladır. Devleti kuran asabiyet, farklı gruplarla anlaşmak ve onları egemenlik konusunda ikna etmek zorundadır. Eğer söz konusu gruplarla mücadele içine girerse, bu farklı kabile ve soyların başkaldırmasına sebep olur ve devlet, içinden çıkılmaz bir kargaşaya sürüklenir. İbn Haldun’a göre Kuzey Afrika’ya Arapların gelmesi, burada yaşayan çok sayıdaki Berberî kabile ve soylarla çatışmaya yol açmış ve toplumsal barışın tesis edilmesi uzun yılları gerektirmiştir. Bir rivayete göre Berberîler oniki kez başkaldırmışlardır. Hz. Ömer bu bölge hakkında “İfrikiyye (Kuzey Afrika), gönülleri farklılaştırır” şeklinde bir söz sarf etmiştir. İbn Haldun’a göre bu sözün anlamı şudur: “Berberilerin yaşadıkları yörelerde çok sayıda kabile ve boy bulunması, bunların aynı inanç ve yönetime boyun eğmelerine müsaade etmez.”
İkinci model ise çeşitliliğin görece az olduğu homojen toplumda devlet modelidir. İbn Haldun’a göre asabiyetten hâli (uzak) olan topraklarda, yukarıdakinin tersi bir durum vardır. Buralarda devleti kurmak ve yerleştirmek daha kolaydır. Farklı gruplar ve çıkarlar söz konusu olmadığı için çatışma ve kargaşa riski ya yoktur ya da çok azdır. Devlet, çok fazla asabiyet gücüne dayanmadan ya da direnişle karşılaşmadan kendini kabul ettirir. Bu tür görece homojen topraklarda/toplumlarda halk ve devlet arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kabile, boy ve mahalli önderler gibi aracı kişi ve kurumlar yoktur. İbn Haldun, kendi çağında Mısır, Suriye ve Endülüs’ün bu konumda olduğunu söyler. Söz konusu bölgelerde farklı kabile ve asabiyetler olmadığı için sultan doğrudan halkla yüz yüze ilişkiler kurmakta ve fazla güç ya da direniş olmaksızın kendi hâkimiyetini pekiştirmektedir.
TÜRKİYE’DE ÇEŞİTLİLİK
İbn Haldun’unun yaklaşımları ışığında Türkiye’deki çeşitlilik sorununa baktığımızda, bu coğrafya hem toprakları hem de insan kaynakları açısından “çok-milletli” olan Osmanlı İmparatorluğu’nun varisidir ve bu anlamda Kuzey Afrika modeline benzemektedir. Bu nedenle bu ülkede ortak bir aidiyet oluşturmak ve egemenlik kurmak kolay olmamıştır. Önce Osmanlılık aidiyeti çerçevesinde farklı milletler bir arada tutulmaya çalışılmış, fakat milliyetçilik cereyanı çok güçlü ve dış baskılar fazla olduğu için Osmanlı Devleti parçalanmaktan kurtarılamamıştır. Ardından gelen Türkiye Cumhuriyeti ise, çağının ruhuna uyarak bir Türk devleti olarak kurulmuştur.
1924 Anayasası, çoğulculuk ve farklı kimlikler konusunda bugünkünden daha gerçekçi ve çağdaştır. Söz konusu Anayasanın 1945 yılına kadar geçerli olan 88. maddesi, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaş olmak itibariyle Türk ıtlak olunur” demektedir. Bu madde, Türkiye ahalisinin farklı din ve ırklardan oluştuğunu kabul ettiği gibi, bu kesimlerin sadece “vatandaşlık bakımından Türk” olarak ifade edilebileceğini kabul etmektedir. Yani “Türkiye Türklerindir” sloganını değil, Türk vatandaşlığına sahip farklı din ve ırkların ülkesi olarak bir “Türkiyelilik” fikrini ilan etmektedir. Şu gerçeği kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de devlet yapısı giderek ulusallaştığı (yani Türkleştiği) ve farklı unsurları yok saydığı için bu inkâr politikası grupların direnişine ve başkaldırısına sebep olmuştur.
HALDUNCU ÇÖZÜM: ETNİSİTE ÖTESİ AİDİYET
İbn Haldun, heterojen toplumlar için nasıl bir çözüm önermektedir? Hemen cevaplayalım. O farklı grupları bir siyasal çatı altında tutmak için etnisite ya da asabiyeti aşan bir aidiyet çerçevesi önermektedir. Bu bağlamda onun “soy/nesep asabiyet” ile “sebep asabiyeti” arasında yaptığı ayrım önemlidir. İlkinde soy/nesep birleştirici bir aidiyet çerçevesi iken, ikincisi herhangi bir “sebep”le bir araya gelen insanların oluşturduğu soy ve etnisite ötesi bir aidiyet çerçevesidir. Bu ikinci tür aidiyete geleneksel kabilevî toplumlarda daha az rastlamaktayız. Sebep asabiyeti, daha çok şehir toplumlarına özgü bir olgudur. Şehirleşen toplumlarda soy asabiyeti çözülmekte ve bunun yerine insanlar, meslekleri ya da çıkarları temelinde yeni bir örgütlenme temeli geliştirmektedirler.
İbn Haldun modelini somutlaştırırsak, ona göre geleneksel toplumlarda din, etnisite üssü bir çerçevedir ve farklı kabile ve soylardan insan gruplarını bir araya getirmiştir. Çünkü “Dinî renk, asabiyet sahipleri arasındaki mevcut olan rekabeti ve hasedi ortadan kaldırır ve yönleri sadece Hakk’a çevirir. Bunun neticesinde, durumları hakkında kendileri için ileriyi görme hali hâsıl oldu mu, artık önlerinde hiçbir şey duramaz, çünkü hedef birdir, aynı şeyi herkes müsavi surette istemekte ve onun için canlarını da feda etmektedir.” Nitekim Kuzey Afrika’da da Araplar, etnik hâkimiyetlerini din eksenine kaydırarak, tedrici olarak Müslümanlaşan Berberilerle bir noktada buluşmuşlardır. Bu ortak nokta, geçmişten günümüze söz konusu bölgede Araplarla Berberîlerin barış içinde bir arada yaşamalarını mümkün kılmıştır.
MODELİN TÜRKİYE İÇİN ANLAMI
İbn Haldun’unun kendi dönemi için tespit ettiği çözüm, sebep asabiyetinin bir türevi olan dinî aidiyete dayalı bir çözümdür. Fakat onun “sebep asabiyeti”ne dayalı modeli bununla sınırlı olmak zorunda değildir. Burada önemli olan, İbn Haldun’unun herkesin üzerinde uzlaşacağı bir örgütlenme temeline işaret etmesidir. Bu temel, geleneksel toplumlarda din ekseni olmuştur. Din, etnik kimliği aşan ve farklı etnik gruplara mensup olan insanları bir çatı altında toparlayan bütünleştirici bir etkendir. Ama bugünkü Türkiye toplumunda İslam, Müslüman olan farklı etnisiteler için birleştirici olsa da, bu ülkede gayri-Müslim grupların yaşadığı da bir gerçektir. O zaman din yerine daha kuşatıcı bir temel bulmak gerekiyor. Bu temel, pekâlâ “Türkiyelilik” fikri olabilir. Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan farklı halklar (hangi etnik ve dini gruptan olursa olsun) “Türkiyeli” olmak gibi ortak bir kimliğe sahiptirler. Kaldı ki Türkler ve Kürtler söz konusu olduğunda bizi birleştiren tek etken bu değildir. Türkler ve Kürtler, etnik anlamda farklı olsalar da geçmişten beri ortak bir aidiyet olarak İslam etrafında buluşmuşlar ve bir arada yaşaya gelmişlerdir. İslam, onları bir araya getiren en önemli harçtır. Bu toplumların harcı İslamla karılmıştır. Dahası bu iki unsur arasında ortaklıklar bununla da sınırlı değildir. Bugüne değin Anadolu’da yaşadıkları ortak bir tarih ve birlikte yaşama deneyimi vardır. Bu ortak tarih ve birlikte yaşama deneyimi, onları evlilikler yoluyla biyolojik ve kültürel bir karışıma da sevk etmiştir.
Elbette Kürt sorununun çözümü sadece bu ülkede yaşayan insanları bir başlık ya da etiket altında toplamak gibi nominal (isimsel) bir mesele değildir, bundan daha önemli olan bu çerçevenin (Türkiyelilik fikrinin) içeriğinin nasıl doldurulacağıdır. Bence bu aidiyet çerçevesi mutlaka ortak bir toplum tasarımı, devlet yapısı ve gelecek perspektifini içermelidir. Kürt sorunuyla sınırlı olarak çeşitlilik sorununa baktığımızda bu model, dörtlü bir sütun üzerine temellendirilebilir:
1) Türkiye ahalisinin farklı etnik ve dini gruplardan oluşan bir çeşitlilik arz ettiği (yeniden) kabul edilmelidir (Çeşitlilik İlkesi).
2) Devlet yapısı, çeşitlilik içinde birlik esasına göre düzenlenmelidir. Bu kapsamda resmi Türkçe dilinin yanında Kürtçe dilinin (resmi ve gayri resmi) eğitimi, anadilde yayın hakkı, mekânların otantik isimlerinin iade edilmesi vs. gibi kültürel haklar tanınmalıdır (Kültürel Haklar İlkesi).
3) Kültürel haklar ilkesi devletin yeniden yapılandırılması çerçevesinde yönetsel bir boyut kazanarak demokratik bir açılımla desteklenmeli ve adem-i merkeziyetçiliği esas alan bir yerinden yönetim şekli bulunmalıdır (Yeniden Yapılanma İlkesi).
4) Ayrıca bölgeler ve sınıflar arası adaletin ve refahın sağlandığı, gelir paylaşımında etnik ya da başka temellerde bir ayrımcılığın olmadığı, insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devleti tam olarak hayata geçirilmelidir (Tam Adalet İlkesi).
Söz konusu ilkelerin uygulama alanına sokulabilmesi için temelli bir anayasa değişikliği yapılması gerektiği açıktır. İlk ilkeye göre mevcut anayasadaki “Türk” kelimesi, “Türkiye” sözcüğüyle değiştirilmeli ve Türkiye’nin çokkültürlü (çok-etnisiteli ve çok-dinli/mezhepli anlamda) bir toplum olduğu kabul edilmelidir. İkinci ilke, birincisinin açılımıdır. Bu ilke gereğince anadilini öğrenme hakkı başta olmak üzere herkesin kendi din ve kültürünü öğrenme ve geliştirme hakkı bulunduğu belirtilmelidir. Kanaatime göre burada tartışamayacağımız nedenlerle- Türkçe ortak resmi dil olarak muhafaza edilmeli, Türkçe dışındaki dillerin öğretimi resmi müfredata “seçmeli ders”ler konularak çözümlenmelidir.
Üçüncü ilke, yerinden yönetimi geliştiren ve demokrasiyi tabana yaymaya yönelik olup, bunun hangi somut yönetim modeliyle gerçekleştirileceği tali bir tartışma konusudur. Bu ilke, sadece Güney-Doğu ile sınırlı değil, tüm Türkiye’yi kuşatacak şekilde yaşama geçirilmelidir. Sonuncu ilke, eşit muamele ya da ayrımcılık yapmamazlık (non-discrimination) şeklinde adaletin sadece hukuksal bir içeriğe değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik bir içeriğe de sahip olduğu varsayımına dayanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki Kürt sorunu sadece etnik ve kültürel bir sorun değildir, aynı zamanda bölgeler arası eşitsizliğin sebep olduğu sosyo-ekonomik temelli bir sorundur. Bu sorunun aşılması için özendirici ve teşvik edici politikalara ilave olarak bazı alanlarda olumlu ayrımcılık politikası da uygulanabilir. Doğal olarak olumlu ayrımcılık politikası, geçmişe dayalı yapısal ayrımcılık olgusunu telafi edici bir önlem olarak geçici olarak uygulanması gereken bir politikadır.
Son olarak belirtilmesi gereken nokta şudur: Özelde Kürt açılımı genelde çeşitlilik sorunu iyi yönetilmesi gereken bir meseledir. Şu an izlediğimiz kadarıyla DTP’nin tavrı, Kürt sorununu çözecek bir proje üretme yerine Kürt sorununun muhatabının kim olduğu meselesine kilitlenmiştir. Bu tavır, korkarım Kürt siyasetinin aktörlerini sorununun çözümünde bir paydaş değil engel haline getirebilir.
(Balıkesir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.)
SON VİDEO HABER
Haber Ara