Selahaddin Özer ağabeyimizi kaybettik...
Şura Yayınları'nın sahibi Selahaddin Özer ağabeyimizi kaybettik. Özer, uzun zamandır kanserden dolayı tedavi gördüğü Çerrahpaşa hastanesinde hayata gözlerini yumdu.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-08-06 13:42:00
Şura Yayınları'nın sahibi Selahaddin Özer'i dün akşam (Çarşamba) kaybettik. Özer, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinde uzun zamandır kanser tedavisi görüyordu. Aile yakınları, Özer'in cenazesinin bugün (Perşembe) Fatih Camii'nden ikindi namazına müteakip kaldırılacağını söyledi. 1950 yılında Adıyaman ilinin Kahta ilçesinin bir köyünde dünyaya gelen Özer, cesurluğu, dürüstlüğü, mertliği ve lafını esirgemeyen bir kişiliği ile tanınıyordu.
Timeturk.com olarak Özer ailesine ve yakınlarına sabırlar diliyoruz...
“Söz ve Adalet” dergisinde Mehmet Yaşar Soyalan’ın geçen yıl Selahaddin Özer ile “yayıncılık ve günümüz Müslümanları” ile ilgili yaptığı röportajı timeturk.com okuyucuları için yeniden düzenledik. Selahaddin Özer ile yapılan bu son röportajda çok çarpıcı açıklamalara tanık olacaksınız. İşte, Özer ile yapılan son röportaj;
Selahaddin Abi, biz seni Şura yayınlarının sahibi olarak tanıyoruz. Selahaddin Özer kimdir kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
1950 yılında Adıyaman ilinin Kahta ilçesinin bir köyünde dünyaya gelmişim. 1956-57 yıllarına geldiğimizde okula gitmem lazım, ancak bizim köyde okul yok. O yılda komşu koyumuzda bir ilkokul açıldı. İlkokul dediğime bakmayın, adı okul. Bildiğiniz bir ahır. Benim gibi 6-7 yaşında çocuklarla birlikte gittik bu ahırı temizleyip sınıfa dönüştürdük. Okulumuz böyle ortaya cıktı. İlkokulu başarı ile bitirdim. Okuma merakım daha da arttı. Çünkü ben daha okula gitmeden önce okuma meraklısıydım. Dedem molla Mahmut ilk hocamdır. İlk Kur’an eğitimimi ondan aldım. Onun koy odasındaki sohbetleri beni okumaya teşvik ediyordu.
Okulu bitirdim ama bende okuma merakı daha da artmıştı. Okumak istiyordum. Babama, “Baba ben okumak istiyorum.” dedim. Babam da “oğlum ben seni nasıl okutayım” dedi. Ekonomik sıkıntılar bir tarafa, fiziki imkânsızlıklar vardı. Çünkü en yakın ortaokul Kahta’daydı. Gidiş geliş yapma imkânı yoktu. Oraya gitmem fiziki olarak imkânsızdı. Köy ile İlçenin arası 30 km idi. Bizim koy ile Kahta arasında Kahta Çayı dediğimiz iki tane akarsu vardı. Bu çaylar üzerinde bir köprü olmadığı gibi doğru dürüst bir yol da yoktu. Irmaklar taştığı için altı ay ilçeye gitme şansımız kalmazdı. Bir yerde altı ay köyde mahsur kalırdık. Köyde kalmak istemiyordum. Çünkü köyde, kendime bir gelecek görmüyordum. Babamla iki yıl bunun mücadelesini yaptım. Ya okurum ya da köyde durmam, giderim diyordum. Bırakır giderim diyordum ama nereye gidecektim.
Hayatı boyunca köyden dışarı çıkmamış birisi nereye gidebilirdi. Üstelik babamın rızasını almadan da köyden ayrılmak istemiyorum. Onu, ancak on üç yaşımda ikna edebildim. 1964 yılının Nisan ayında köyden çıkıp İstanbul’a geldim. Yedi yıl bir elektrikçi dükkânında çalıştım.
Askerliğimi yaptıktan sonra tekrar İstanbul’a döndüm. 1972 yılında İstanbul, Beyazıt Kitapçılar çarşısında (Beyaz saray) elektrik malzemeleri satan bir dükkân açtım. Kitapçıların arasında bir elektrik dükkânı açmak Allah’ın bana bir lütfüydü. Çocukluğumdan kalma okuma merakımı burada gideriyordum. Kendimi kitapların, kitapçıların arasında buldum. Elektrikçilik mesleğini pek sevmiyordum. Elektrikçilikten çok kitapçılık yapıyordum. Komşuların kitaplarını satıyordum.
Bu arada unutmadan sorayım, -maddi bir engel yoksa bizim insanımız genelde askerlik sonrası hemen evlenir.- Siz ne zaman evlendiniz? Kaç çocuğunuz var?
1975 yılında evlendim. Ellerinizi öperler, yedi kızım var.
Kitapçılığa ne zaman başladınız?
1982 yılında elektrikçiliği bırakıp kitapçılığa başladım. Daha çok kitap alım satımı yapıyordum. Yayıncıdan toptan alıp okuyucuya satıyorduk. Perakende ve toptancılık yapıyorduk. Anadolu’daki kitapçılara da kitap veriyorduk. Çünkü o zaman dağıtım şirketleri yok. Kitapçılar İstanbul’a kendileri gelip alıyorlardı. Kitapçıların ilk uğrak yeri de Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısıydı. Böylece kitapçılığa başlamış olduk. İlk zamanlarda henüz yayıncılık işlerine girmemiştik.
Kitapevini tek başınıza mı açtınız yoksa ortağınız veya ortaklarınız var mıydı? Çünkü o yıllarda birkaç arkadaşın bir araya gelip kitapçı dükkânı açma modası vardı.
Hayır, ortağım yoktu. Ben yaptığım işleri genelde tek başıma yaptım.
İnsanlara fazla güvenmiyorsunuz galiba. Yaşadığınız tecrübeler veya şahit olduğunuz olaylar mı sizi böyle bir kanaate sevk etti?
Yaşadığım tecrübelerin katkısı olmakla beraber daha çok kendi kişiliğimin etkili olduğunu söyleyebilirim. Ben çok hassas bir yapıya sahibim. Benim için “söz”, “vefa”, “dik durma, ilkeli olmalı” çok önemlidir. Bu özelliğim beni ister istemez birçok işi tek başıma yapmama neden oldu. Genellemek istemiyorum ama bizim insanımızda “sözünde durmama, kaypaklık”, “vefasızlık”, “para ve güç karşısında eğilme” problemi var. Bu durum bizim mahallenin insanlarında da sanıldığından çok daha yaygın.
İhtiyaç sahibi iken herkes çok samimi oluyor. “Dava”, “din”, “iman” önemli oluyor. İnsanlar, “abi”, “baba” diye peşinizden ayrılmıyorlar. Ancak karınları doyup, para ve mevki sahibi olduklarında “Allah’ın selamını” bile sizden esirgiyorlar. Sofranızdan kalkmayan insanlar, sofra sahibi olduklarında, sofralarına, ihtiyaç sahiplerini değil de kendilerine yeni imkânlar sağlayacak “para babalarını, makam ve otorite sahiplerini” buyur ediyorlar.
Mevcut durumları zedelenir diye, size rastlamamak için yollarını değiştiriyorlar. Bu vefasızlığı, bu ilkesizliği, bu menfaatçiliği, bu türden bir tüccar zihniyetini anlayamıyorum.
İnsanlar arası ilişkilerde dürüstlük esas değil. Bu durumlar beni çok rahatsız ediyor, uykularımı kaçırıyor. Değer verdiğiniz, emek verdiğiniz insanların, aklınıza gelmesi mümkün olmayacak davranışları, normal bir davranışmış gibi yaptıklarını görmek insanı dert sahibi yapıyor. Bu nedenle hem kendimi hem de çevremdekileri daha fazla üzmemek için ortaklıklardan uzak durmaya çalıştım. Bu nedenle işlerimi genelde tek başıma yapmaya çalışıyorum. Bu da birçok sıkıntıya neden oluyor.
Bu şikâyet ettiğiniz durumların birçok kişi tarafından dile getirildiğine şahit oluyorum. İnsanların güç ve imkân sahibi olmalarıyla birlikte vefasızlıkları da artıyor herhalde.
Maalesef öyle...
Kitapçılığa başladığınız ilk günden itibaren kitapevinizin ismi, “Şura”mıydı?
Hayır, ilk ismi “Saray”dı. Çevremizdeki arkadaşlar, burası Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı, ancak “Saray Kitabevi” isminde bir kitapevi yok, sen kitapevinin ismini ‘Saray Kitabevi’ koy” dediler. Böylece ilk ismi “Saray” oldu. 1986 yılına kadar böyle devam etti. 1986’da Saray Kitabevinin ismini, “Girişim Yayınları” olarak değiştirdik. İki yıl kadar bu isimle devam etti.
Bu ismin “Girişim Dergisi” ile bir ilişkisi var mıydı?
Evet vardı. Girişim Dergisi çıkıyordu. Biz de kendilerine destek veriyorduk. Arkadaşların ısrarı ile yeni bir ticari yapılanma ile birlikte kitapevinin ismini “Girişim Yayınları” olarak değiştirdik. Bu, Girişim Dergisini çıkaran ekiple birlikte kurduğumuz bir yayıneviydi. Bu grupla ortaklığımız bitince kendi başıma devam ettim. 1988’de kitapevinin ismini Şura Kitabevi yaptık.
Bu ortaklık ticari nedenle mi bitti?
Ticari olarak götüremedik. Yukarıda saydığım ilkesel nedenlerden etkili oldu. Güçlü bir ekiple daha güçlü bir yayıncılık yaparız diye düşünmüştük, olmadı. Sanırsam dört tane kadar da kitap yayınladık.
Derginin çıkmasına sizin de katkınız var mıydı? O ekibin içinde miydiniz?
Hayır. Arkadaşlar benden bağımsız olarak bu işe başlamışlar, yürütüyorlardı. Ancak, yayın evini birlikte kurduk. Tabi yayınevinin bütün işlerini ben takip ediyorum. Bu yayınevi iki yıl kadar sürdü. İlk çıkardığımız kitap, Muhammed el Behiy’in, “Çağdaş İslam Düşüncesi ve Batı” idi. Ciddi bir projelerimiz vardı ama yürütemedik.
Yürümeyişinin nedeni, ekonomik miydi, yoksa başka sebepleri mi vardı. Bir kan uyuşmazlığı mı oldu. Çünkü hatırlıyorum, büyük bir heyecanla başlanıp devam etmeyen
çok sayıda ortaklıklar söz konusuydu.
Arkadaşlarla yapamadık. Fikri anlamda bir sıkıntımız olmadı. Tamamen ticari ve ekonomik nedenlerden dolayı ayrıldık. 1988’de yeni bir isimle “Şura Yayınları” ismiyle yoluma devam ettim.
1986’dan önce Saray Kitabevini devam ettirirken hiç kitap yayınladınız mı?
Evet, birkaç kitap yayınladım. Yayınladığım tüm kitapları hatırlamıyorum ama yayınladığım ilk kitap Raif Cilasun’un “Beklenen Sabah” adlı romanıdır. Allah rahmet eylesin yayıncılık hayatıma Raif Beyin bu kitabıyla başlamıştım.
Şura Yayınlarına gelirsek…
Girişim yayınları yürümeyince bu yayın işini yeni bir isimle tek başıma yapmaya karar verdim. 2000 yılına kadar da devam ettim.
Şura ismini özellikle mi koydunuz? Bu ismin sizin için özel bir anlamı var mıydı?
Şura, benim tercih ettiğim bir isim değildi. Arkadaşlarla onlarca isim belirlemiş, bu isimler üzerinde konuşuyorduk. Şura da burudaki isimlerden biriydi. O anda çok sevdiğim Mehmet Tevfik Ekiz diye bir kardeşimiz geldi. Beyan Yayınlarında çalışıyordu. “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. “Yayınevine isim arıyoruz.” dedik. Bunun üzerine “Bu yayınevinin ismi babası ben olabilir miyim?” dedi. “olur.” dedik. İsimlerin yazılı olduğu listeyi eline aldı, onlara bir göz attıktan sonra “Şura” olsun dedi. Böylece isim belirlemiş olduk. Benim için özel bir anlamı yok, tamamen tesadüf.
Şura yayınları çok sayıda kitap çıkardı. İlk kitabın ismini hatırlıyor musunuz?
Şura yayınlarının ilk kitabı, Bekir Tank’ın “Cihadı Kuşanan Topraklar” isimli çalışmasıydı. Afganistan’daki Rus işgaline karşı verilen mücadeleyi anlatıyordu. Yazar, fiili olarak oradaki cihada katılmış, sanırım, orada on ay kadarda kalmıştı.
Yayıncılık konusunda bir ilke ve hedefiniz var mıydı? Neleri hedeflemiştiniz, hedeflerinizin ne kadarını gerçekleştirdiniz?
Yayıncılıkta elbette ilkelerimiz vardı. Önümüze gelen her kitabı basmadık. Kitapların toplumsal bir yanı ve toplumu aydınlatan bir özelliği olsun istedik. Benim idealim, çok önemsediğim birkaç insanın bütün kitaplarını basmaktı. Bunların başında da günümüz Müslümanlarının problemleri üzerinde kafa yoran ve çözüm önerileri getiren Mısır ulemasından Muhammed Gazali geliyordu. Bu âlimin düşüncelerini önemsiyordum. Gazali’nin bütün kitaplarını basmak için kolları sıvadık. Bir ekip kurduk, Editörlüğünü de Ramazan Yıldırım’a vermiştim. Bu külliyatın yayınlanmasındaki en önemli şartım, bu işin,
Ramazan Hoca’nın editörlüğünde olmasıydı. Bütün kitaplarını basamadık, yayınevinin ömrü yetmedi. Sanırım beş altı kitabını yayınladık.
Neden Muhammed Gazali? Sizi cezbeden, size orijinal gelen yonu nedir?
Muhammed Gazali’nin Nebevi Sünnet kitabını okuduğumda çok etkilenmiştim. Bu, onun okuduğum ilk kitabıydı. Unun üzerine Türkçe’deki bütün makalelerini ve kitaplarını aramaya başladım. Bulduklarımı okudum. Bunun sonunda “benim aradığım düşünce, anlayış bu” dedim ve külliyatını basmaya karar verdim. Tamamını olmasa da önemli kitaplarını bastık. Ayrıca Ali Şeriati’nin külliyatını basmaya planladık, onun da beş kadar kitabını yayınladık. Hac, Sanat, Ali isimleri kitapları ilk aklıma gelenler…
Türkiye’deki yayıncılığı yakından takip eden bir insan olarak, yayın hayatını üç döneme ayırıyorum. 1980 öncesi yayıncılık. 1982-1995 arası yayıncılık ve 1995 sonrası yayıncılık. Yıllarını bu işe vakfetmiş, eski bir yayıncı olarak, bu üç dönemi kısaca değerlendirebilir misiniz?
1980’den önce bizim mahallede çok fazla yayıncı yoktu, bazı klasik ve geleneksel kitaplar dışında yayınlanmış kitaplar bulmak da zordu. Gazali’nin İhya’sı dâhil, bütün kitapları basılmıştı. Elmalılı’nın, Ömer Nasuhi Bilmen’in vs tefsirleri, Sahihi Buhari, Muslim gibi hadis kitapları, ilmihaller ve bir iki tane meal vardı. Belli başlı birkaç yayınevi, birkaç kitap. Ancak, bol bol, dua mecmuaları, namaz hocaları, Yasini şerifler, elifba kitapları ve Kur’an/Mushaf basılırdı.
Tabi bir de sınırlı sayıda Milli Eğitim Bakanlığının ve Diyanet’in yayınladığı kitaplar vardı. Bir de Hilal yayınları vardı.
Evet, Şamil gibi bir iki yayınevi daha vardı ancak, basılan kitaplar çok sınırlı sayıdaydı. Ancak, basılan kitapların tirajı bugünün rakamlarıyla karşılaştığında çok büyüktü. Yirmi bin otuz bin belki de daha fazla adet basılırdı bir kitap basıldığında. Bugün biliyorsunuz, bir kitap bin adet basılıyor, üç beş yılda ancak satılıyor.
Örneğin bir yayıncının, Gazali’nin İhya’sını elli bin takım bastığını bilirim. Bu kitap dört cilt ve yaklaşık üç bin sayfa civarında. Aynı şekilde Hikmet Neşriyat vardı. Seyyid Kutub’un Fizilal-il Kur’an isimli tefsirini basıyordu. Bu tefsir de o zaman otuz bin takım, elli bin takım olarak basılırdı. Eser yayınları Elmalılı’nın tefsirini yayınlıyordu. Bu da çok satan bir kitaptı. Aynı şekilde Şamil Yayınevi Asım Köksal’ın İslam tarihini basıyordu. Buna rağmen biz kitapçı olarak, bu kitaplardan otuz takım, elli takım satın almak istediğinizde, yüzünüze bile bakmazlardı, birçok sıkıntı ile karşılaşırdınız. Parasını aylar öncesinden yatırarak sıraya girerdiniz.
Yine de istediğiniz sayıda kitabı alamazdınız. Anadolu’ya senetle %30 ile verirken bize peşin para ile %20 ile vermezlerdi. Çünkü Anadolu’daki adam bin takım, beş bin takım alırdı. Bu tur kitaplar Anadolu’ya tırlarla taşınırdı. Seksen öncesi yayıncılık farklı bir şeydi. Kitap sayısı çok az olduğu için olan kitaplar da, özellikle ciltli kitaplar çok satıyordu. Çünkü o yıllarda bir kütüphane oluşturma modası vardı.
Peki, bunlar okunur muydu?
Bilemiyorum, ama bende okunmadığı kanaati hâkim. Sonraki yıllarda yaşadığım, şahit olduğum bazı olaylar bende bu ve diğer kitapların okunmadığı yönünde bir kanaat oluşturdu. Okuyanların sayısı bugünkü gibi yine çok azdı diye düşünüyorum. Yetmişli yıllarda başlayıp seksenli yıllarda devam eden bu kütüphane oluşturma furyası Özellikle şehirlerde, kasabalarda çok yaygındı. Bugünkü vitrinler yerine o zaman evleri kütüphaneler süslüyordu. Bunun için de özellikle de ciltleri süslü kitapları tercih ederlerdi. Tabi bir de Kütüphane, insana okumuşluk, bilmişlik havası verirdi. Böyle bir duyguyu da tatmin ederdi aynı zamanda. Benim başıma çok geldi. Müşteri metre ile gelirdi, “Bana şu kadar metre kitap ver” derdi. Metre ile kitap alınırdı.
Bir keresinde dayanamadım. “Şu kadar kitap alıyorsun sonra bunları metre ile ölçüyorsun. Niçin metre ile kitap alıyorsun?” diye sordum. Bana; “Ben bunları okumak için değil, kütüphane için alıyorum.” dedi. Hatta bir keresinde daha ilginç bir durumla karşılaştım. Bir gün, emekli bir hâkim geldi. Vitrinde Ömer Nasuhi Bilmen’in sekiz ciltlik Hukuku İslamiye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu adlı kitabı vardı. Cildi gösterişli olduğu için onu özellikle vitrine koymuştum, dikkat çeksin diye. Kitabın fiyatını sordu, söyledim. Bana ilginç bir şey söyledi. “Bana bu kitabın cildini çıkarıp hazırlarsan, ben bunu aynı paraya alırım dedi.
Yani içini, kitap kısmını istemiyor.
Evet, ben önce anlamazlıktan geldim. “Anlamadım beyefendi.” dedim. Bana, “Sadece cildini istiyorum, istediğiniz parayı da vereceğim” dedi. Ben “metin kısmı ile birlikte aynı paraya veriyorum” deyince, “Bana içi lazım değil.” dedi. “Peki, ne yapacaksınız bunu, niçin iç kısmını istemiyorsunuz?” diye sorduğumda, “Ben kitap okumam, cildi çok güzel görünüyor, tam da kütüphanemin ölçüsüne uygun” dedi. O zaman kitabın vitrinde bir aksesuar olarak kullanması çok yaygında. Bugün tabi başka şeyler kullanılıyor aksesuar olarak.
Bu kitapların içeriği ve baskı kalitesi nasıldı?
Ciltler güzeldi ama bugünkü baskı kalitesi ile kıyaslandığında, kâğıt, baskı ve dizginin kalitesi çok düşüktü. İçerik ise, genellikle belli konular üzerineydi. İlmihal, fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf, menkıbe, dua mecmuaları, güllü Yasinler, evlilik ve aile hayatı ile ilgili kitaplardı genellikle. Fikir ve düşünce kitaplarının sayısı çok azdı. Bu tür kitaplar seksen sonrasında yoğunlaştı.
Seksen sonrasına gelirsek…
Bizim mahallenin asıl yayıncılığı 1980 sonrasında başladı. Bu dönemin en önemli belirleyicisi İran İslam Devrimiydi. Tüm ülkelerdeki Müslümanları etkilediği gibi Türkiye’deki Müslümanlar da etkilendi. Her gün bir iki tane yayınevi kuruluyordu. Aynı zamanda birçok dergi de yayın hayatına başladı. Göreceli bir özgürlük vardı. Herkes her şeyi konuşuyor, her şeyi yazıyordu. Devrimle ve devrimcilikle ilgili çok sayıda kitap yayınlandı.
Tabi tüm bunlar ciddi bir dağıtım sorununu ortaya çıkardı. Seksen öncesinden kalma Anda, Serhat, Derya gibi bazı dağıtım şirketleri vardı ama sanırım bunlarla ilgili problemler yaşanıyordu. Dağıtım konusunu kısaca değerlendirir misiniz?
Seksen sonrasında dağıtım en önemli sorundu. Bazı dağıtım şirketleri vardı ama hem dağıtım ağları sınırlıydı hem de bizim kitapları dağıtmak istemiyorlardı. Benim yayınladığım kitapları da dağıtmıyorlardı. Örneğin çıkan kitaplarla ilgili kataloglar hazırlanırdı, ancak bu kataloglara bizim kitapları almazlardı. 1992 yılına kadar benim yayınladığım kitapları bu kataloga koymadılar. Gerekçeleri de “Benim Ali Şeriati’nin kitaplarını yayınlıyor olmam”dı. Büyük yayıncılar bunu kendi imkânlarıyla bir nebze aşmaya çalışıyorlardı ama bizim gibi küçük yayıncılar ciddi sıkıntılar yaşamaya başlamıştı.
Birleşik Dağıtım böyle bir ihtiyacın sonucu olarak mı kuruldu?
Evet,
Siz de içinde miydiniz?
Hayır, ben, Birleşik Dağıtımın sadece Beyaz Saray’daki temsilcisiydim. Benim dışımda kuruldu. Arkadaşlar önce “Bir Yayıncılık” adında bir yayınevi kurmuşlardı. Daha sonra bunu Birleşik Dağıtıma dönüştürdüler. Bu dağıtım, bana göre bizim yayıncılık adına seksen sonrasında yaptığımız en iyi şeydi. Büyük bir fonksiyon icra etti. Bir dönem büyük hizmetler yaptı. Ancak daha sonra yayıcıların üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmemelerinden, biraz da aç gözlülüklerinden ve kendilerinden başkasını düşünmemelerinden dolayı Birleşik Dağıtım battı. Yani ben de dâhil biz yayıncılar bu dağıtım şirketinin kıymetini o zaman anlayamadık.
Dağıtım şirketinin sahiplerinin, yöneticilerinin de yanlışları vardı ama bana göre asıl suçlu yayıncılardı. Dağıtım Şirketi bir depo gibi kullanıyorlardı. Çok satan kitapları dağıtıma vermiyor, satmayan kitaplarını dağıtımın önüne yığıyorlardı. Bir de, Anadolu’ya dağıtıma verdiğinden daha ucuza kitap veriyorlardı. Dağıtım, tüm bu işlerinden dolayı yayıncıdan %5 pirim alıyordu. Bu hiçbir gideri karşılamıyordu. Ben bu oranın %10’na çıkarılmasını ve dağıtıma verdiğimiz fiyatla kitapçılara kitap vermememiz gerektiğini söyledim ama hiçbir yayıncı buna razı olmadı. Böylece elbirliği ile bu dağıtım şirketini batırmış olduk. Kimse yaşaması için gayret göstermedi.
Burada sanırım İslam algılamamızın da katkısı söz konusudur. “Gemisini kurtaran kaptan” mantığı içerisinde herkes sadece kendi çıkarını düşünüyordu. Bencilliğin, benmerkezciliğin, benden sonrası tufan anlayışının insanların böyle davranmalarında etkisi vardır diye düşünüyorum.
Aynen katılıyorum. Bir örnek vereyim. Büyük kitapevlerini kastetmiyorum, yeni kurulmuş bir yayınevi de olsa, eğer çıkardığı bir kitap “tutmuş” ise, onu kendisi pazarlar, dağıtıma vermez. Satılmayan kitaplarını doldurur. Ben “bindiğimiz dalı kesiyoruz, bu dağıtım kapandığı zaman hepimiz sıkıntı çekeceğiz” dediysem de kimseye dinletemedim. Satılmayan kitabını %45 ile veriyor ama satılan kitap için ise%30 diyor. Dağıtımın aldığı %5’i bile çok görüyorlardı. “Hepsini ben kazanayım” diyorlardı. Aslında ticareti de bilmiyorlardı. Ticari ahlak yoktu.
Sanırım biz de, bir de ortak iş yapma kültürü oluşmamış. Bu sıkıntıların temelinde biraz bu eksiklik olsa gerek.
Evet, örnek benim. Eğer ben ortak iş yapmayı becerebilseydim, bugün Şura Yayınları devam ediyor olacaktı.
Günümüzle kıyasladığımızda baskı tirajları oldukça yüksekti sanırım. Çok sayıda tercüme kitap basılıyordu. Siyasi ve sosyal içerikli kitaplar çoğalmıştı. Seksen sonrasının yayıncığını kısaca değerlendirir misiniz?
Seksen sonrasında basılan kitapların büyük çoğunluğu tercüme ağırlıklıydı. Toplumun ihtiyacını karşılayacak yeteri kadar telif çalışmalar yoktu. Yayıncı da mecburen tercümeye yöneliyordu. Sanki bazı şeyler yeni keşfedilmişti. Basılan kitaplar beş ile on bin arasında basılıyordu. Ancak, yayınevlerinin sayısı arttıkça kalite de duştu. Yayıncılar, önüne geleni basmaya başladılar. Bazen aynı kitap, farklı yayınevlerinden farklı isimlerle yayınlandı.
Sanırım bu piyasada bir denetim mekanizması da yok.
Hiçbir denetim mekanizması yok, ne tercümeleri, ne de kitapların baskı kalitesi ve içeriğini denetleyen bir mekanizma var. Duşunun, bir kitap, bazen farklı isimlerle dört beş yayınevi tarafından çevrilebiliyor. Ne okuyucudan, ne yayıncıdan bir tepki geliyor. Gelse de bir bağlayıcılığı yok. Böyle acayip bir on yıllık bir süreç yaşadık. Sonunda dergicilik dâhil, yayıncılık bu hale geldi.
1994 yerel seçimlerine kadar bu durum devam etti her halde.
Hayır, benim için fikri yayıncılıkta milat, 1991’dir. Fikri yayıncılık 1991 yılına kadar devam etti. Bu yılda duraklamaya geçti.
Niçin 1991 yılı?
Bence bu yılda yaşanan bazı olaylar ciddi ve ilk kırılmanın işaretlerini verdi. Benim âcizane bir iki tespitim var. Birincisi, Refah Partisi’nin İstanbul’da yerel seçimlerde bazı belediyeleri kazanmasıdır. Sanırım üç veya dört ilce belediye başkanlığını kazandı. Genel seçimlerde de yüksek bir oy almıştı. Bizim mahalle bu seçimlerle birlikte kendi dünyasının dışına açıldı. Güç ve imkân ile tanıştı. İkincisi birinci körfez savaşıdır. Bu savaş neredeyse canlı yayınla dünyaya aktarıldı. Görsel medya on plana cıktı. Kitap okumada bir duraklama yaşandı. Aynı şey kültür ve fikir dergilerinin de başına geldi. İnsanların yönelimlerinde değişim ve dönüşümler ortaya çıkmaya başladı.
Sanki bir zihin kayması oldu, insanların önceliklerinde değişimler meydana gelmeye başladı.
Evet, biz önceleri, “Bu geçici bir durumdur, savaş geçer, durum düzelir, her şey eski mecrasına döner.” dedik, ancak öyle olmadı. 1994 seçimlerinde Refah Partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanması ise bu duraklamaya son noktayı koydu. İnsanlar adeta aradıklarını bulmuştu. “Yıllardır bunun için çalışıp çabalıyorduk, peşinde olduğumuz şey buydu. Aradığımızı bulduk, iktidarı elde ettik, artık okumaya düşünmeye gerek yok” dercesine kitapla ilişkilerini kestiler. Tabi bu anlayışın bir de evveliyatı var. Rahmetli Özal ile başlayan dünyevileşme süreci vardı. Bence bu süreç meyvelerini bizim mahallede ancak 1991’de, özellikle de 1994 yılında vermeye başlamıştı. Biz önce bu dünyevileşmeye tepki gösterdik, karşı cıktık, ancak buna on yıl direnebildik. Artık bizim de partimiz iktidar olunca iş tamamlandı.
Herhalde biraz da iktidar ve gücü elinde bulundurmanın, dolayısıyla tüketimin tadını aldık.
Evet. Mahallenin çocukları bir yerlere gelmeye başladılar. Bilgiye birikime dolayısıyla okumaya ihtiyaçları kalmamıştı. Niçin okuyacaklardı ki, zaten ulaşacakları yere ulaşmışlardı.
Masanın diğer tarafına geçince algılama şekli, düşünce bicimi değişti.
Aynen öyle oldu. Masanın arkasına geçince amaç değişti. Bilgi, düşünce bunun içindi. Şimdi okuma zamanı değildi. Oraya da ulaşılmıştı. Artık orada sürekli kalmanın planları yapılmaya başlandı. O zaman hayat algılarından başlayarak, düşüncelerini, davranışlarını, alışkanlıklarını değiştirdiler. Eskiden bir lokmanın hesabını soranlar, hediyelere alışmışlardı. Bu hediyeler bana niçin geliyor diye sormadılar. Örneğin daha önce yayınevinden çıkmayan arkadaşlar, anasından babasından, hanımından, çocuklarından çok kitapçılara takılan arkadaşlar, bizi yolda görünce yollarını değiştirir olmuşlardı. Bir örnek vereyim, bir arkadaş, “Abi senin sohbetine doyamıyorum” diyerek dükkândan çıkmazdı. Pazar günü hariç her gün birlikteydik. Kovmamıza rağmen gitmezlerdi. Han bekçisi, “Handa sizden başka kimse kalmadı bir saattir sizi bekliyorum.” diye sık sık bizi uyarırdı. O arkadaş bir masa sahibi oldu. Yıllarca yüzünü görmedim. Böyle örnekler çok.
Peki, bu arkadaşların hayatlarında ne gibi değişiklikler oldu?
Bize takıldıkları zaman ekonomik sıkıntı içindelerdi. Masa sahibi olunca veya bir işletme kurup iş güç sahibi olunca, standartlar değişti. O standarda göre yaşamaya başlayınca alışkanlıklar da değişti, yeni alışkanlıklar oluştu. Bu nedenle mahalleyi değiştirdiler. Ev araba, yazlık sahibi oldular. Paylaşmanın değil, harcama ve tüketimin tadına vardılar. Ona göre bir hayat kurdular. Daha çoğuna sahip olma hırsı onları alıp götürdü. Tabi insan üzülüyor.
Seksen sonrasında düşünce grupları çoğaldıkça kitap ve kitapevi sayısında da artış oldu. Her grup kendi yayınevini, kendi kitapevini açtı. Bu Anadolu’da da yansımasını buldu. Bazen tersi oldu. Anadolu’daki bazı gruplar İstanbul’da kendilerine temsilcilikler açtılar vs. Sanırım, işin bir de Anadolu’daki kitapevi ayağı vardı. Seksen sonrasında İstanbul’da onlarca yeni yayınevi kurulurken Anadolu’da da çok sayıda kitapevi açıldı. Bu tur kitapevleri seksen öncesinde de vardı ama seksen sonrasında pıtrak gibi çoğaldı. Küçük bir kasabada bile birkaç kitapevi vardı. Her fikir hareketi kendi kitapevini acıyordu. Fikri tartışmalar birlik beraberliği değil ayrışmayı getiriyordu. Az önce “Ticari ahlak yoktu. Bunu işletmelerine yansıtamadılar.” Diye bir ibare kullandınız. Bu ticari ahlak yoksunluğuna bir de ticaret geleneğinin olmayışı eklenince, “sonradan görmüşlük” diyeceğimiz bir tavrı ortaya çıkardı. Zaten denetimsizlik başlı başına problemdi. Kitapevlerinin ve Dağıtım şirketlerinin sıkıntıya girmesinde bu kitapevlerinin de sorumluluğu yok muydu? İsterseniz önce, “Ticari ahlak yoktu. Bunu işletmelerine yansıtamadılar” sözlerinizi biraz açarak başlayalım.
Bence bu tur kitapevlerini işleten arkadaşların en önemli eksiklikleri İslam’ı bilmiyor olmalarıdır. Elbette bildiklerini iddia ediyorlardı ama bence bilmiyorlardı. Örneğin, yıllarca kendisine kitap verdiğim bir arkadaştan borcumu istediğimde, “Ne yapalım olmadı, veremeyeceğim, hakkını helal et” dedi. Ben kendisine şunu söyledim. Ben bu işe başladığımda Allah’a şöyle bir söz verdim. “Eğer günü geldiğinde imkânsızlığından dolayı bir kimse bana olan borcunu ödeyemiyorsa benden helallik dilemesine gerek yok. Peşinen haklarımdan feragat ediyorum, tüm hakkımı helal ediyorum. Ama imkânı olup da vermeyene ben hakkımı helal etmiyorum, haram, zıkkım olsun” dedim. Bunun üzerine adam bana şunu söyledi. “Sen bilirsin.” Bu adamın imkânı var. Kışlığı var, yazlığı var, arabası var. Bunlardan iki tanesi hacca gitmeye karar vermişler, helallik diliyorlar. Durumları benden iyi. Ancak borçlarını ödeyerek helallik dilemek akıllarına gelmiyor.
Onlara “niçin hacca gidiyorsunuz ki, Allah’ı razı etmek için. Önce beni razı etmeniz gerekmez mi? Benim borcumu ödemeden, Allah’ı nasıl razı edeceksiniz? Benim inandığım Allah, böyle bir Allah. Sizin inandığınız Allah, başkaysa bilmem. Sizin haccınız benim ayaklarımın altında.” dedim. “Yahu olsun, sen yine de helal et” dedi birisi. Sonra “Eğer duygusal bir anıma gelip, helal etsem bile, bu saatten sonra geçersizdir.” dedim. “Sen bilirsin” dedi. Birisi de hacca gitmiş oradan arıyor. Bir yayıncı arkadaşı aracı yapmış, onun aracılığıyla benden helallik diliyor. “Ka’be’nin karşısındayım. Selahaddin ağabeye olan borcum aklımdan çıkmıyor, bana hakkını helal etsin” diyor. Yayıncı arkadaş, “Kusura bakma ben elciyim, elciye zeval yoktur” diyor. Ben “Estağfurullah, elbette elciye zeval olmaz, ona git söyle, hakkımı helal etmiyorum, haram, zehir, zıkkım olsun” dedim. Madem hacca gidecek durumun vardı, niçin borcunu ödemeden gidiyorsun? Önce borcunu öde. Adamlar için borç ödemek önemli değil ki. Şimdi bu arkadaşların her biri, bana on üç yıl öncesinin on bin mark olan borcunu ödemeden hacca gittiler, hacı olup geldiler. Bu İslam anlayışında bir sakatlık yok mu? Anadolu’da bunlar gibi birçok arkadaş var. Benim Anadolu’daki kitapçılardaki alacağımla rahatlıkla İstanbul’dan üç veya dört ev almak mümkündü. Ama adamlar “sen bilirsin” dediler…
Buna benzer o kadar çok şey yaşadım ki, Doğu’nun ücra bir köşesindeki bir kitapevine her ay düzenli kitaplar gönderiyorum. Sadece kendi yayınladığım kitaplardan değil, birçok yayınevinin kitabını parasını ödeyerek ona gönderiyorum. Baştan bir sözleşme yaptık. İlk ödemeyi, altı ay sonra dört aylık çek olarak ödeyecekti. Ben ona düzenli olarak kitap gönderdim. Kitapları benim adıma satacak. %30’nu kendisi alacak, %70’ni bana gönderecekti. Bu arkadaşa sadece 1990 yılında o zamanın parasıyla on milyarlık kitap göndermişim. Beş kuruş ödeme alamadım. Aradan 18 sene geçti, bir helalleşme bile dilemedi. Bu arkadaş bugün bile Müslümanlığı kimseye bırakmıyor.
Yine bu yıllardı, Adıyaman’a gitmiştim. Kitap evlerini geziyordum. Bir derginin sorumlusu bir arkadaşım, “Bizim derginin hesaplanıra da bak” demişti. Bu dergi her aya düzenli olarak bu kitap evine on adet dergi göndermişti. Dergilerin hesabını çıkarmasını istedim. “Abi hesap yok” dedi. “Niye?” diye sordum. “Dergi satılmadı” dedi. “Satılmayanları paketle götüreceğim.” dedim. “Dergileri sizin hayrınıza dağıttık.” “Sana satılmayan dergileri dağıtabilirsin diye bir şey söylediler mi?! diye sordum. “Hayır.” dedi. “Biz seni hayır memuru mu tayin ettik kardeşim.” dedim. Adamın yüzü bile kızarmadı. Benim başıma gelen bu durum birçok yayıncının başına geldi.
Birleşik Dağıtımın batmasında bu tur kitapevlerinin de büyük katkısı oldu. Birçoğu borcunu ya hiç ödemedi, ya da iş işten geçtikten, kalan parayı murdar ettikten sonra ödemeye çalıştı. Tüm bunların nedeni, genel ahlaktan, İslam ahlakından yoksun oluşumuzla ilgili. Yoksa o dağıtım şirketi kolay kolay batmazdı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir daha böyle bir dağıtım şirketini kurmak bana göre mümkün değil. Dağıtımın ortadan kalkması ile birlikte, tek başına Anadolu’ya kitap gönderme imkânı olmayan küçük yayınevlerinin ve Anadolu’daki yüzlerce kitapevinin kapanmasına neden oldu.
Ben yayıncılığın bu hale gelmesiyle Cemaatleşmenin yaygınlaşması arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum. 1995’li yıllara kadar cemaatlerin bugünkü ekonomik ve siyasi ağırlığı söz konusu değildi. Düşünceler daha özgürce savunulabiliyordu. Farklı ideolojik gruplar vardı, bunların birbiri üzerinde fazla bir yaptırımları yoktu. Her grubun bir kitapevi olmasına rağmen, bu kitapevlerinde çıkan bütün kitaplar bulunabiliyordu. Dünyevileşmenin, hayata bakışının, İslam algısının değişmesi buna paralel Cemaatlerin egemenliklerini arttırması ile birlikte, bağımsız kitapevleri veya küçük gruplara ait kitapevleri kapanmış, sadece bu cemaatlere ait kitabevleri ayakta duruyor. Hatta bu kitapevlerinin hem sayıları arttı hem de hacim ve imkân acısından büyüdüler. Ancak bu kitapevlerinde cemaat liderinin onayından geçmeyen kitaplar satılmadığı için Anadolu’daki insanın bugün yeni çıkan kitaplardan haberi olmuyor. Hâlbuki bu cemaatlere ait yayınevlerince basılan kitaplar elli bin yüz bin basıyor, elli altmış baskı yapıyor. Acaba bugün kitabın yok olmasında, bu manzaranın veya cemaatlerin kitaba soğuk bakan yapılarının da etkisi yok mudur?
Belki de tersi oldu. Bence, bu kitapevlerinin yanlış işlemesi ve bu kitapevlerinin çevresindeki gruplar, yukarıda saydığımız yanlışları yaptıkları, İslami hassasiyetleri yok olduğu için, yapması gerekenleri yapmadıkları, tutarlı bir davranış ortaya koyamadıkları için, bu cemaatler bu kadar büyüdüler. Bugün bu cemaatlere ait kitapevleri daha profesyonel çalışıyor. Aldığı kitabın parasını ödüyor. Kimseye borç takmıyor. Doğru, her kitabı almıyor, seçiyor ama, en azından kimseyi kazıklamıyorlar. Tabi Anadolu’daki kitapçıları biraz da biz azdırdık. Adamlara senetsiz sepetsiz milyarca liralık kitap veriyorduk. Bunların hepsi güvene dayalıydı.
Adamlar yıllarca paralarını ödemediler, biz “yarın obur gün öderler” diye göndermeye devam ettik.. “Müslüman adam yalan söylemez” diyorduk. Tabi biraz da dava arkadaşlığı, fikirdaşlık vardı. “Bizi dolandırmazlar.” diyorduk. Ama dolandırdılar. İşin böyle bir boyutu da var. Bugün Anadolu’da kitap sayısı azaldı ama kalanlar da sanki yaşananlardan ders almış gibi. Daha dürüst veya daha profesyonel çalışıyorlar. Aynı şey yayınevleri için de geçerli.
Yayınevi sayısı azaldı ama var olan yayınevleri de daha kaliteli iş çıkarıyor. Eskiden hesapsız kitapsız kitap basılıyordu. Şimdi öyle değil. Satacak, kaliteli kitaplar basıyorlar. Baskı kaliteleri de artı. Çünkü her yönüyle kaliteli bir kitap basmadığınız zaman o kitap elinizde kalıyor. Bu durum özellikle cemaat dışındaki kitapevleri için geçerli. Ayakta kalmaları, profesyonel olmalarına bağlı.
Fikri yayıncılık yapan insanların her dönemde ekonomik sıkıntısı oldu. Dün de bugün de. Ancak doğru, kaliteli iş yaparlarsa ayakta durabiliyorlar. Gerçi bugün durumları biraz daha zor. Bir de benim takip etmekte zorlandığım bir yayıncılık turu var. Dünyevileşen insanın taleplerini karşılamaya yönelik yayın yapıyorlar. Rehber kitaplar adı altında piyasada yer edindiler. Tabi bu benim anlamadığım bir konu.
Yayıncılık yaptığınız dönemde yazar yayıncı ilişkisi nasıldı. Veya böyle bir ilişki var mıydı? Yazarlar mı gelip sizi bulurdu siz mi yazarları bulurdunuz? Bir yazar piyasası var mıydı?
Aslında tam olarak böyle bir ortamın olduğunu söyleyemem. Biz genellikle tercüme eserler basardık. Yayınlayacağımız eserleri kendimiz bulur tercüme ettirirdik. 1995 öncesinde telif eser sayısı da fazla yoktu. Bildiğiniz gibi belli başlı yazarlar vardı. Zaten onların kendi yayınevleri veya anlaşmalı olduğu yayınevleri olduğu için bize düşmezdi. Zaman zaman, yeni orijinal dosyalar çıkıyordu ama olanlar da bizim gibi küçük yayınevlerine ulaşmıyordu. Nadiren bize de dosyalar geliyordu ama elenerek geldiği için yayınlanacak seviyede olmuyorlardı.
Basılan eserlere baktığımızda, kitapların büyük bir kısmının tercüme eserler olduğunu görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir? Sanki Düşünce ve fikir üretiminde fakir bir ülke gibiyiz.
Evet, bir telif eser problemi var. Genel olarak baktığımızda da fazla bir telif eser verdiğimizi söyleyemeyiz. Bir fikir kısırlığı, dolayısıyla bir üretim kısırlığı yaşadığımız doğru.
Özellikle 1990’li ve 2000’li yılarda yeni üniversitelerin, yeni fakültelerin açılması ile birlikte, ardı ardına doktora tezlerin yayınlandıklarına şahit olduk. Özellikle İlahiyatların sayılarının artması 2000’li yıllarda dini alanla ilgili telif eser sayısının artmasına neden oldu. Bu çalışmalar yayıncılığa bir kalite getirdi ama, fikir üretimine fazla bir katkısı olmadı gibi. Üniversiteler dışında, akademisyenlerin kendi alanları ile ilgili ürettikleri dışında fazla bir çalışmaya rastlamıyoruz. Bu çalışmaları da bir yerde meslek kitapları kategorisinde sayabiliriz. Toplumun geneline hitap eden düşünce ve fikir kitaplarında bir artış yok gibi. Bu konuda ne diyorsunuz?
Evet, bir tıkanma var. Eskiden de böyleydi. Bizde bir iki kişi dışında isim yok. Bir Muhammed Hamidullah, Bir Ali Şeraiti, bir Muhammed Gazali yok. Daha çok memurlar var. Mesleği olduğu icin, o alanda yazıyorlar. Düşünce üretmeyi kendine iş edinmiş fazla insan yok. Böyle olduğu için biz kendimizi ifade edecek fikirleri tercüme eserler kanalıyla elde etmeye çalışıyoruz. İçeride böyle kitaplar bulamayınca düşünce dünyamıza uygun kitapları dışarıda arıyoruz. Bu da zor bir konu. Ancak tüm bu sıkıntılara rağmen, yeniden dünyaya gelsem yine yayıncı olmak isterdim.
Tercüme kitaplara yöneldiğinizde, birilerinin sizi yönlendirme ihtimali de ortaya çıkmıyor mu?
Oluyor tabi. Siz ne yapmak istediğinizi birilerine söylediğinizde, o da sizi bir yerlere kanalize ediyor. Bir de şunu söylemem lazım; yayıncılık bir ekip işi. Tek başına olmuyor.
Yayıncılık üzerinden konuşacak olursak, insanlar Anadolu’da üretip İstanbul’da pazarlıyorlar diye bir görüş var. Yazar çizerlerimizin hayat çizgilerine baktığımızda yollarının mutlaka İstanbul’la kesiştiklerini görüyoruz. En azından kitap ve dergilerinin İstanbul’da basılıp pazarlandığını görüyoruz. Anadolu’daki mevcut fikir ve düşünce fakirliğinin bir nedeni de bu değil midir? İstanbul siyaset dışında her şeyin pazarlandığı bir şehir. Bir yayıncı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sanki bir devlet politikası gibi. Devlet, her şeyi burada merkezileştirmek istiyor. Urfa’daki bir yazar veya düşünce adamı Türkiye’ye seslenmek istiyorsa İstanbul’a gelmek veya kitaplarını İstanbul’da bastırıp dağıtmak zorunda. Evet, böyle bir kısır döngü var. Anadolu’yu her yönden fakirleştirdiği de doğru. Ama tek başına aşmak mümkün değil.
Konuşmanın başından beri bir dünyevileşmekten söz ettik. Bunun nedenlerine üzerine bazı değerlendirmeler yaptık. Bu noktadan sonra gelecekle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Önümüzde neler var? Geleceği nasıl görüyorsunuz?
Doğrusunu konuşmak gerekirse pek onumuzu göremiyorum. 1991’den sonra bir yabancılaşma yaşanıyor. Bu beni çok rahatsız ediyor. Bir Müslüman mevki ve makam sahibi olabilir, çok para da kazanabilir. Ancak bilinen belli ilke ve kuralar çerçevesinde bir hayatı olmalı. Belli ilke ve kurallar karşısında, zengin fakir, amir memur insanlar arasında bir fark olmamalı. Masanın diğer tarafına geçince davranışları, anlayışları değişmemeli. Sınırsız para kazanabilir ama, sınırsız harcayamamalı. Kendisini sınırlayan kurallar olmalı. Herhangi bir sınır ve kuralın kalmadığını görüyorum. Herkesin İslam’ı ayrı. Her türlü saçmalığı işliyor, “niye” sorduğunuzda, “ben böyle inanıyorum” diyor. Burası sözün bittiği bir yer. Ben artık olanlara ayak uyduramıyorum. Bu dünyevileşme surecinden sonra biz bazı şeyler yaşayacağız. Bunun önüne geçilemez. Bir kırılma, bir travma, bir helak yaşayacağız. Bu ne kadar sürer, geriye donuşu olur mu, bir gün kendimize gelir miyiz? Gelirsek kaç nesil sonra geliriz, bilemiyorum. Tamamen ümitsiz değilim ama ufukta da bir şey göremiyorum. Bizim çocuklarımız, bizim olmaktan, bizim öğrencilerimiz bizim olmaktan çıktıktan sonra bu nasıl mümkün olacak bilmiyorum.
Tavsiyeniz ne?
Biz biraz bireyselleştik, bireyselleşince bazı şeylerden kopuyorsunuz. İşte Ramazan geldi. Yarın bayram olacak. Artık kimse kimseyi ziyaret etmiyor. Hal hatır sormuyor. Bayram ziyaretleri, komşu ziyaretleri bitti. İnsanlar boş zamanlarını tatil bölgelerinde, lüks otellerde geçiriyorlar. Kimse kimseyi görmek istemiyor. Ben insanlara bir birini ziyaret etmelerini tavsiye ediyorum. İstanbul gibi koca bir şehirde yaşıyorsanız, maddi imkânı yerinde olanların maddi imkânı olmayanları ziyaret edip desteklemesi lazım. Bunu kırmadan, dökmeden yapması lazım. Bayramlar, hiçbir imkânı olmayan garibanlar arasında oluyor, belki imkânı olsa o da aynı şeyi yapacak. İmkânı olanların bayramı olmuyor, onların tatilleri oluyor.
İnsanların paylaşabilecekleri, hesap verecekleri ortamlar oluşturulmalı. Birlikte yaşamasını öğrenmeliyiz. Ancak çocuklarımızın halini görünce ümitlerim daha da azalıyor.
Size bir örnekle anlatayım. Haftada birkaç kez Belediye otobüsü ile şehre iniyorum. Öğle saatine doğru. Öğrencilerin, okul saati. Kimi okula geliyor, kimi okula gidiyor, kimi dershaneye. Bunlar çalışkan çocuklar. Üstelik hepsi hali vakti yerinde, dindar olduğu iddia edilen ailelerin çocukları. Yarın doktor mühendis olacaklar. Bizi yönetecekler. Bu çocuklar, gençler, yaşlı, hasta veya çocuklu bir bayan gördüklerinde sanki hepsi sözleşmiş gibi hemen uyuma numarası yapıyorlar. Ta ki bunlar kendilerini geçip bir yere oturuncaya kadar. Daha bugün yaşadım. Saydım benden önde oturan tam sekiz genç var. Ayakta zor duran bir ihtiyar bindi. Yine hepsi bir anda uyuma numarasına başladılar. Adam benim önüme kadar geldi, mecburen ben yer verdim. İşte ben ayakta zor duran 60 yaşında başta kalp yetmezliği dâhil birçok hastalığı olan bir adamım, kendimi yer vermek zorunda hissediyorum. Onların hiç birisinin kılı kıpırdamıyor. Bazen bunları, bu gençlere aileleri mi öğütlüyor diye içimden geçiriyorum.
Bence de bu davranışlardın temel sorumlusu aileleri. Bizim İslamcı kuşak, bir noktadan sonra mal, mülk, mevki makam sahibi olunca, “Aman biz çok çektik, çocuklarımız çekmesin:” diyerek, onların bütün isteklerini yerine getiriyorlar. “Yok” diyemiyorlar. Çocuklar, tüketim çılgınlığı içinde, bütün değerlerden yoksun olarak büyütülüyor. Temel neden bu. Çocuklarını helak ediyorlar farkında değiller.
Hocam aynen katılıyorum. Bunu yakın çevremde de gözlemliyorum. Çevremdekilere dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışıyorum. “Bu özgürlük değil, edepsizliktir” diyorum ama kime anlatacaksın.
Bu dünyevileşme ve haz kültürü orucun ruhunu da zedeledi, anlamını buharlaştırdı gibi. Sanki Ramazanlarımız da bir zenginlik yarışına donuştu. Biliyorsunuz, oruç, oruç tutanın fakirin halini anlamasını amaçlar. Ancak son zamanlarda böyle değil. Ramazan ayı israfın en fazla yapıldığı ay. Bu ayda mutfak masrafları üçe beşe katlanıyor. İftar yemekleri muhteşem ziyafetlere dönüşüyor. Ramazanlarda fakirin durumunu daha uzun yıllar anlayamayacağız gibi.
Evet, böyle olması lazım ama maalesef bir yarışa donmuş durumda. Bir hatıramı anlatayım. Kendi evladım gibi sevdiğim bir kardeşim bizi ailecek iftara davet etti. Gittik. Yalnız başıma geleceği biliyorum. İftar için masaya oturduk. Masadaki yemekleri saydım. On dört çeşit yemek var. Hanım kızımız bunu için en az üç gün uğraşmıştır. Sonradan öğrendim öyle de olmuş. Kendi kendime düşünüp, konuşuyorum: “Bu sofra senin için, sana değer verildiği için üç gün çalışılarak hazırlanmış. Sakın bir şey söyleyip kalp kırma” diye kendimi frenlemeye çalışıyorum. Bir yandan da bir şey söylemesem kendi kendim ile çelişiyorum, Selahaddin Özer olmaktan çıkıyorum. Dayanamadım, evin beyine “Kusura bakma bir şey söyleyeceğim.” dedim. Özür dileyerek başladım, “bir daha böyle bir şey yapmayalım, bir daha beni çağıracak olursanız, “Üç çeşit dışında bir şey hazırlamanızı istemiyorum” dedim. Evin beyi “Ben de rahatsızım, hanıma söz dinletemedim, buyur sen anlat, senin gelinin sayılır.” dedi ve hanımını çağırdı. Aynı şeyi ona da söyledim. Aradan dört sene geçti, bir daha ne iftara çağırıldık, ne de iftara gelindi. Böyle bir durum söz konusu maalesef.
Bir de Ramazan ayı şenlik ve şölenlere dönüşmeye başladı. Bu şölen ve şenliklerde tüketim kültürü egemen. Sultanahmet, kitap fuarı olmaktan cıktı, sucuk ve döner fuarına donuştu. Ramazan, kişilerin kendilerini sorgulayacakları, nefis muhasebesi yapacakları bir ay olmaktan cıktı. Ramazan ayı Sultanahmet, Eyüp, Üsküdar şölenlerine, şenliklerine donuştu. Muhasebe yapılacak ay değil, stres atılıp eğlenilecek bir aya donuştu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben daha da ileri gidiyorum, öncelikle belediyelere ve Diyanet’e bir çift sözüm var. Biz bu işi çığırından çıkardık. Ben “Ramazan şenlikleri”ne, “Ramazan rezaletleri” diyorum. Ramazana şenlik denmez bir defa. Her yerde Ramazan şenlikleri… Tüketim çılgınlığından başka bir şey değil. Para kazanmak adına her şeyi yapıyorlar. Para kazanmak için ramazan alet ediliyor, olmaz böyle bir şey. Bunu belediyeler yapıyor, diyanet yapıyor. Neredeyse İstanbul’da her belediye böyle bir şenlik düzenliyor. Ben senelerdir Sultanahmet’e gitmiyorum. Bilinçli olarak gitmiyorum. Tanıdıklarıma, dostlarıma da “Gitmeyin, protesto edin:” diyorum.
Her şey çığırından cıktı. Hac ve Umre’de turistik gezilere dondu. Sanki kulluk bilinci yok oldu gibi. Yahudi ve Hıristiyanlar gibi şekilcileştik mi?
Maalesef, aynen öyle. Ben her sene giderim diyor. Çevresine hiç bakmıyor, mahallesindeki, sokağındaki, köyündeki, fakir ve yoksullarla hiç ilgilenmiyor, “Ben her sene hacca ve umreye giderim.” diyor. Madem her sene gidecek imkânın var, çevrende bir sürü fakir fukara var, biraz da onlara yardım etsen ya. Sanki paylaşmak, fakire yoksula yardım etmek Allah’ın emri değil. Bunlar dini ibadet olarak algılanmıyor. Sen oraya ekstradan gidiyorsun diye Allah sana ekstradan sevap verecekse benim ne günahım var ben hiç gidemedim. Burada ekmek bulamayan binlerce insan var. Sen bundan sorumlusun, ama oraya defalarca gitmekten sorumlu değilsin.
Bu İslam Dininin, anlam, ilke ve yon kaymasının acık bir göstergesi değil midir?
Sonradan görmüşlük, eğitimsizlik, dini gereği gibi bilmemek, İslam’ın anlam ve amacından habersiz olmanın, kuru şekilciliğin, özün, ruhun kaybolmasının bir sonucudur diye düşünüyorum. Kimseye bir şey söyleyemiyorsunuz. “Mekke’de oruç tutmanın tadı başka” diyor. Şimdi bu adama ne diyeceksiniz. Hangi değerlerden, duyarlılıklardan söz edeceksiniz.
Değerler altüst oldu. Herkesin kendine göre bir İslam anlayışı var. Ortak İslami değerler yok oldu. Allah hakkımıza hayırlısını versin.
Selahaddin Ağabey, seni yorduk, bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ediyorum, inşallah faydalı olmuştur…
SON VİDEO HABER
Haber Ara