Mustafa Akar şiir üreten, şiir üzerine düşünen ve bu düşüncelerini yazıya döken bir isim. Akar?la son kitabı Tenezzül üzerine söyleşirken, şiir ve şiirin kuramsal yapısı arasında gidip geldik.
Asım Öz/TIMETURK
Şimdiye değin Küçük Bir Gökada adlı bir şiir kitabınızla Evyazı Tahtası adını taşıyan bir deneme kitabınız çıktı. Son olarak Tenezzül yayımlandı. Şiir, şiir sanatı ve şiir yazma uğraşısını birbirleriyle ilişkilendirerek açıklar mısınız?
Küçük Bir Gökada ilk şiir kitabımdır ve 2002?de yayımlandı. Evet, arada bir de Evyazı Tahtası var. Bu kitabı deneme diye nitelemiyorum ben, aslında birçok türü içinde barındıran bir kitap o. İçimden düzyazı şiir demek geliyor Evyazı Tahtası?na. İlk şiir kitabımla Tenezzül arasında yedi sene var. Bu anlamda az yazan birisiyim sanırım. Bunun çok çeşitli nedenleri var. Bir kere masaya şiir yazmak için oturmuyorum. Yazacağım metin, artık her neyse o, bana kendini yazdırmalı biraz da. Bak ilham demiyorum ama. Beklerim ben yani. Zihnimde oluşanı en iyi hangi biçimde ve üslupta söylerim diye düşünürüm. Sonrası kolay aslında. Hani İlhan Berk demiş ya; ?zor olan şiiri yaşamak, yazmak kolay?.
İlk şiiriniz nerede yayımlandı?
İlk şiirim bir okul gazetesinde yayımlandı. Lisedeydim ve Sonhaber diye yerel bir gazetenin kültür sanat ekini hazırlıyordum. Orada cüret ettim ilk. İlk kitabımdaki ?Detay? şiiridir. Sonra çeşitli vesilelerle başka dergilerde de yayımlandı şiirlerim. Kırklar, Derkenar ve Dergâh dergilerinde sürekli yazmaya çalıştım. Arada başka dergiler var ama onlar da dergi yayımcısı arkadaşların talepleriyle şiir verdiğim, sürekli yazmadığım yayınlar.
Dil ve şiir üzerinde gerek kuramsal yazılarda gerekse söyleşilerde çok durulur. Şiirlerinizde ince ve ustalıklı bir dil kullanılıyor, dile çok önem veriyorsunuz. Dil, şiir ilişkisi bağlamında neler düşünüyorsunuz?
Dil şiir ilişkisi yok yani, çünkü şiir dildir zaten. Kullandığımız kelimelerin büyük kısmı şairlerin kullanımı doğrultusunda anlamını bulmuştur. Aslında kelimelerin anlamları değil kullanımları vardır ve onu ilk önce halk şekillendirir, sonra iş şaire düşer; kelimenin haysiyetini kurtarır şair. Bu yüzden işte şiir çok siyasi bir eylemdir. Mesela sözlükçüler kelimenin kullanımını büyük oranda önce şairlere bakarak tescil ederler. Senle söyleşmeden önce tekrardan Sait Faik okuyordum, bir cümlenin altını çizdim, şöyle: ?Bu sonbahar sabahında Gülhane Parkı?nın misli menendi yoktur.? Bugün artık misli menendi yoktur yerine, eşi benzeri yoktur diyoruz. Oysa misli menendi demek ne güzel olurdu. Mesela Akif?in: ?Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak.../Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak? mısralarını düşünelim. Demek ki şaire göre iyi bir geleceğimizin olması için azmi bırakmamak gerekiyormuş. Ama bunun sebebini net olarak söylemiyor şair. Gerçi net söylediği şiirleri de var ama buradan hareketle şunu demek lazım, yani sadece şiir dil ilişkisi değil bir de millet meselesi var. Bizim şairlerimiz bu doğrultuda ilerlemişlerdir hep. İş gelir oraya dayanır yani. Ama Rimbaud?nun böyle bir derdi yoktur, hatta dille o kadar uğraşmış Pound?un bile yoktur. Onlar ortak bir Batı mirasının birikiminden yararlandılar. Niye çünkü biz şiir diyoruz değil mi, Arapça şuur diyoruz. Eskiler şiiri mevzun ve mukaffaâlı söz diye tarif etmişler. Şair, o da şuurlu kimseymiş yani. İngilizler şiire poetry diyorlar. Eliot da şiirin hammaddesinin duygu olduğunu söylüyor. Bilginin kendisinden yola çıkarak bir şeyler yapmak. Bizse şuur diyoruz. Şuurunda olmak, bir bilinç sahibi olmak. Biz de şuur derken duyguyu atlamıyoruz ama yanına ilmi de koyuyoruz. İlmin en zayıf halini. Şuur size bir şeyin sezgisini verir, ilimle sezginin ne olduğunu görürsünüz, anlarsınız.
Peki, şiirde imge kurarken hangi algıyla/ algılarla oynarız?
Bir defa gündelik algıyla. En azından ben öyleyim. Yazdıklarımda parlayan imgeler küçük insanların, taşranın, ev hayatının, mahallenin ve sokakların resimleri gibidirler. Dolayısıyla soyutlama ile nesne arasında gerçek bir bağlantı, bir köprü kurmak lazım. Tenezzül?de ?Naftalin Makasları? diye bir şiir var. Bir arkadaşım şiiri okuyunca gerçekten bir naftalin makasının olduğunu düşünmüş ve bana sordu, ama naftalin makası diye bir şey yok tabii. Ama hem naftalin ve hem de makas diye bir kelimenin neyi işaret ettiğini biliyoruz. Naftalin artık eskide kalmış bir hayatın parçasıdır, makas ise yenidünyanın bir nesnesi. Yani artık her şeyi çarçur edip istediğimiz boyuta indirgeyip kesip biçebiliyoruz. Her bilgiyi kendimize uygun boya kesiyoruz, biz bilginin boyuna ulaşmak için gelişmek istemiyoruz. Naftalin ise saklanan şeyin garip kokusudur. Muhafaza etmenin duyurusudur. Orada saklanan, eskimemesi için uğraşılan bir şeylerin olduğunu gösterir. Anlatabiliyor muyum? Ben aslında hiç de soyut bir şair değilim. Ben sadece bak kardeşim diyorum, bütün gözlerinle bak.
Tenezzül?ün iç mimarisi üç bölüme ayrılmış. Burada hangi ölçütten yola çıktınız? Bu üç bölümü bir kitapta bütünleyen nedir?
Elin ve ekmeğin tarihi, diyorum ilk bölüm için. Az önce söylediğim şeyler işte. El kirlendikçe ekmek de kirleniyor. Türkçemizde güzel bir deyim var, ?dile gelen ele gelir?, diye. Yani n?olcak diyoruz değil mi, benim dilimde var sadece bunlar. Oysa hayır, diyor mübarek Türkçe, dile gelmişse ele de gelir, oraya da yansır. İkinci bölüm de ressam Théodore Géricault?nun bir sözüdür ?bah, une vignette?, ha o mu, bir süsleme, demek Türkçesi, kitabın ortası bir süstür, söylenecek olan, işaret edilecek olanın süsü. Üçüncü bölümse Ve Allegro. Bir klasik müzik tabiridir. Müziğin hızlı çalınacağını gösterir. Daha ritimlidir yani. Aslında bunları anlatmak yanlısı değilim ama kitabı okuyanlar da anlayacaklardır zaten bunu. El, elin süsü ve elin ritim kazanarak yazdığı, parmaklarımın ucu: şiir.
Şiirlerinizin esas kaygısı nedir?
Valla bunu şiirler söylüyor zaten. Oturup da bunu söylemek olmaz şimdi.
Beslendiğiniz kaynaklar desek?.
Az önce de belirttim aslında. Benim kaynaklarım gayet dolaysızdır. Bir mısraımda dediğim gibi ?orta halli suskun bir halk?ın küçük hayatıdır benim kaynağım.
Ayrıca kitabın adını da merak ediyorum. Neden Tenezzül?
Çünkü neredeyse modern zamanlarda şiir yazmak tenezzülen bir hal aldı. İnsanlar şiire yaklaşırken artık isteksizler. Şuur dersen hak getire. Bu kavramların adı da değişti, değişiyor artık. Siz de kalkmışsınız bu ortamda şiir yazıp, insanlara da uzatıyorsunuz ?al oku? diye. Böyle bir şey. Bir de İbrahim Tenekeci?dir kitabın isim babası. Bir akşam yürüyüşünde konuşmuştuk aslında burada da senle konuştuğumuz şeyleri. Orada önerdi bu ismi. Ben de çok sevdim tabii. Tenezzül?ün ve Furkan?ın Kabahatler Kanunu?nun çıkışında da İbrahim ağabeyin büyük katkıları oldu.
Tenezzül?de yer alan şiirler hangi dergilerde yayımlandı?
Sırasıyla Kırklar, Derkenar ve Dergâh dergilerinde.
Bazı şiirlerinizde düz yazı biçimi kullandığınız görülüyor. Sizce şiiri düzyazıdan ayıran nedir ve niçin bu biçimi kullanıyorsunuz?
Bazen uzun soluklu şiirler yazıyorum. Demek istediğimi o biçimde söyleyebilirim gibime geliyor. Şiir Yazma Sanatı içindeki düzyazı bölüm zaten bir gazete haberidir, dolayısıyla öyle düz girmiştir şiire de.
?Sevdiğim şair üç bilemedin beş tane? diyorsunuz Şairin İşleri şiirinde. Mustafa Akar?ın şairleri kim/ler/dir?
O aslında bir alegori. Yani şiirini beğenirim o ayrı, ama gördüğüm kadarıyla müthiş bir kirlenme var çevrede. Çevre denilen olgu da gerçekten var mıdır, onu da bilmiyorum ya. Onun haricinde sevdiğim şairleri saymayı sevmiyorum pek. Türk Şiiri?nden elbette haberdarım. Hatta şairlerin çoğu şiirlerini ezbere bilirim. Şiirine kendimi yakın hissettiğim mesela Cahit Zarifoğlu?dur. Ece Ayhan, Sezai Karakoç ve Edip Cansever şiirine karşı da bir yakınlığım var. Özellikle Divan Şiiri?ni okumaya, anlamaya çalışıyorum şimdilerde. Halk şiirini ise önceden, ta çocukluğumdan beridir okurum. Karacaoğlan?ın şiirlerini ezberlemeyi severim. Türkü ezberlemek ise vazgeçmediğim bir alışkanlık. İsmet Özel?e burada ayrı bir bahis açmak gerekiyor. Sadece şiiri de değil, düşünceleriyle ilk gençliğimden başlayarak zihin dünyamı belirlemiştir. Haricinde daha çapaklı şairleri seviyorum sanırım. Bununla ilgili daha uzun da konuşulabilir belki. Eksik konuşan, kekemelik yapan şairler. Dylan Thomas mesela. Sırf aslından okumak için İngilizce çalışmaya başladım. Sonra bende mısralar kalıyor daha çok. İbrahim Tenekeci?nin: ?budanan oğullar gibiyiz sessiz ve narin?, Furkan Çalışkan?ın ?bize uykunun değil uyanıklığımızın tabiri gerek?. Bir de Osman Konuk?un, ?kimse ne kadar çok incinmiyor, bitirelim?
Şairin özgünlüğünü ne belirler sizce?
Özgün değilse ona niye şair diyelim ki? Yani yazmak kolay tabii. Kâğıt ve kalem almak mesela viyolonsel almaktan daha ucuz. Hem birkaç dergide kendine tanıdık buldun mu, iyi kötü moda mısralar da ürettin mi, al sana şair. Biraz da serserilik yap, şuna buna çat, kendinle çelişeceğini bile bile küfür et, sana şair desinler. Bakıyorum da herkesin koca koca cümleleri var. Ama etrafta ahlakıyla, dürüstlüğü ve insanlığıyla örnek alınacak şair kimdir desem herkes niye İbrahim Tenekeci?dir der, niye Osman Konuk?tur, Hüseyin Akın?dır, Haydar Ergülen?dir der. Düşünmek lazım. Bu isimler üstelik sağlam şairler. Al sana özgünlük işte.
?Yeni insana uzaktır yazdıklarım yazacaklarım? diyorsunuz. Yeni insanın başat özellikleri desek?
Yeni İnsan free life der, ben demem; çünkü yaşam yaşayanı sever. Yeni İnsan müphemdir, karmaşayı, kaosu arzular; ben hakikat peşinde koşmak isterim. Yeni İnsan dayan kalbim, der ben demem, sabır ve selamet kelimeleri eklerim her sabah sözlüğüme. Yeni İnsan hızlılığın sembolü olarak dar giysiler giymeyi sever, Yeni İnsan?ın zaman kavramı dünyasaldır, Yeni İnsan dekorasyonla demokrasi kelimelerini aynı cümle içinde kullanmayı sever. Yeni İnsan stratejik bir hatadır. Yeni İnsana uzaktır yazdıklarım, yazacaklarım?
Öte yandan şiirin sokağa, insana, yaşama giderek yabancılaşması durumu da var. Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum?
Şiiri artık bir ?yapma? işlevi olarak görüyor sanırım yaşıtlarım. Yazının bir işlevi olarak şiiri sadece metin üzerinden kuşanmak, yaşamın bağıntısını kültürel dozda tutup biçimci öğeleri, şiirin ana malzemesi yapmak, kelime ve yapı oyunlarını amaçsız ve hedefsizce bir şiir puzzle?ına, bir oyuna dönüştürmek falan. İşin mesnedi yiterse, yazılan şiirin kaynağı da yazıldığı dilden, yaşadığı halkın dilinden ve de hayatından çıkıp bağımsız, ne idiğü bellisiz bir mahalde oynaşmaya başlar. Buysa işi saçmaya götürüyor. Şiirde saçmanın yeri var elbette. Neden olmasın; ama gel gör ki Dada?cılar, Sürrealistler ve hatta Oilupo?cular varken bugün bizde denenen ?deneysel? işin çok da patlama yaratmadığı görülüyor işte. Giderek taklide yanaşan bir hale de dönüşüyor. Günümüz şiiri mısrasızlaştı. Şimdi bu şiirlerle şiirimizdeki tıkanıklığın aşılmaya çalışıldığının farkındayım. Bu çabalar şairine en çok bir kitaplık şiir veriyor. Sonra şair de bıkıyor sanırım bu işlerden. Herkes kendi şiirini birtakım tanımlamalarla savunmak niyetinde. Çoğunluğunu da manifesto yazmak telaşesi sarmış. Yani abi sıkıldık biz, yapalım bir şeyler, kotaralım şu şiir işini, diyorlar. Biz de izliyoruz işte. Çünkü bu şiir izlenir ancak.
Mustafa Adında Olmak?ın öyküsü nedir? Bu şiiriniz, şiir yaşamınızın bir özeti mi?
Evet özetidir. Neredeyse otuz yaşına geldim ve ahir zamanın tüm dertlerinin de giderek arttığını görüyorum. Çocukların göğünü ateş oyunlarıyla süsleyip, bunu bir bombaya dönüştüren Batı, bu çağı daha da beter edecek gözüküyor. Çağımdan tiksiniyorum dermiş Exupery, uçak yolculuğunda kaybolmadan önce. Bense ?çağım? bile diyemiyorum. Bana, bize dair sahi ne kaldı ki, dünyasal olarak yalnızca şiir sanırım. Mustafa Adında Olmak, bu açıdan, bu çağda bana hâlâ garip geliyor.
Kitabınızda dikkatimi çeken bazı izlekler var. Kış, babaanne bunlardan ikisi. Niye kış ve babaanne?
Kışlar ve babaanneler. Benim ilk kitabımda da halalar, teyzeler, ablalar vardı. Tükenen, gittikçe kaybolmaya yüz tutan bir hayatın inceliklerini hatırlatmaya çalışıyorum. Seksenli yıllarda Giresun?da büyüdüm ben. Dedeli, babaanneli bir evde. Bir kültür geçişliliğinin simgesi olarak onlardan bana nice görgü geçti. Ve hayatımda hep kışlar vardı. Kuzey denizinin baş döndüren kurşuni havası, deli dalgaları vardı. Dünya bana şuncacık gelirdi o zamanlar. Bir hayal atlasında bir gecede tüketilebilecek denli küçük. Büyüdüm ve hâlâ öyle düşünüyorum. Şuncacık dünya. Vandal dünya. Bir babaannenin anlatabileceği ürkek bir masalla ancak katlanılabilecek dünya. Dünya.
Bir şiirinizin adı Giresun?da Birdenbire Bir Merdiven. Şunu sormak istiyorum: Giresun?a ne kadar benziyorsunuz?
İnsan bir kente benzer mi? Kent bir insana. Kuşkusuz romantik biraz. Giresun?da doğdum, çocukluğum, ilk gençliğim orda geçti. Şimdi İstanbul?dayım. Evyazı Tahtası?nda anlattım bunu biraz. Küçük bir şehri elin avucun gibi hissedebiliyorsun. İnsan zaten küçük şehre göredir. Sonra gitmek, hep gitmek ister, Kavafis?in meşhur şiirinde dediği gibi sonradan döner yaşlanmak için doğduğu sokaklara, evlere. Ama o şiir anlattıklarımdan farklı tabii. Karşılıklı konuşmanın şiirleşmiş halidir o. İsmail?le sohbet ederken, bir anda, ihtilacen doğmuş bir şiir. Öyle de kalsın istemiştim zaten, kaldı da.
?Bu şiir yazılır? ?Bu şiir görülür? ?Bu şiir okunur? diyorsunuz Kabul Edilmemiş Dualar?da. Aynı zamanda ?Şiirler söylemişim de ben neler beklemişim? diyorsunuz. Şiirden neler bekliyorsunuz?
Şiirden bir şey beklenir mi? Beklenmez. Bu zamana kadar düzenli çalıştığım işlere şiir yazdığımdan dolayı kabul edildim. Bir gazetede tashih işi yapıyorum, şiir yazdığım için tabii. Fazlasını vermiyor şiir, ama şiir tabii, başka sıkma işler, hesaplıca yapılan, planlanan işler verebilir belki de bilmiyorum. İnsan genelde şiir yazarak kaybediyor hep. Hani İsmet Özel diyor ya: ?hayatımı verdim şiirimi aldım? diye, aynen öyle oluyor sanırım.
Taflan Farkı?nda da bir çağ eleştirisi var?
Taflan Farkı büyüklük. Yavaşlık hakkını önemsemek diyelim gel en iyisi şuna. Fakat şiiri direkt bir çağ eleştirisine indirgemek pek de olası değil. Televizyonda izlemiştim. Bir deprem haberiydi sanırım. Adam ölmüş karısını bisikletinin selesinde taşımaya çalışıyordu, diğer elinde yıkıntılardan kurtardığı tüp gaz vardı. Yani ikisini birden taşımaya çalışması bana garip gelmişti doğrusu. Bir elinde karısının ölüsü, diğer elinde patlamaya hazır, sıkışmış bir tüp gaz. Taflanın farkı böyle bir şey. Taflan karayemiştir biliyorsun. Kara azık.
Modern şiirin temel belirleyeninin hep tekniği ya da biçimselliği olduğu söylenir. Bu doğru mudur? Doğru değilse modern şiirin temel belirleyenleri nelerdir?
Ya da şöyle sormak lazım, adı modern olan bu şiir, gerçekten de modern insana mı hitap ediyor? Metrobüsten Mecidiyeköy?de inince bir altgeçitten geçiyorsun. Orada bir satıcı var. Kendi kara kalemiyle çizdiği Yılmaz Güney?in falan desenlerini satmaya çalışıyor. Bir gün birisini beklerken zoraki sohbet ettim. Ağabey sen de benim gibi karasın, al bi tablomdan, ucuza satarım sana, dedi. Ben de niye hep Yılmaz Güney çizdiğini sordum. Bizim çirkinliğimizi en iyi o yakıştırdı kendine, dedi. Al sana modern şiir işte. Bana göre bu yüzden modern şiir, zihnin kendi Ben?iyle eğlendiği bir şiirdir. Biçim ve teknik temel belirleyeni midir? Olabilir. Sonuçta sözden, ritimden daha çok yazı olmaya, metnin içinde yürümeye hazır bir şiirdir. Dictionnaire Larousse?ta modern tanımı bilimle de eşleştirilmektedir mesela. Çağcıl zevkin, asrî unsuru olan teknik ve ilerleyişin şiiri. Türk Modern Şiiri?nin büyüklüğü burada yatıyor işte. Asrî unsurları bertaraf eden bir şiirimiz var. Zarifoğlu?nun Stat şiiri buna en güzel bir örnektir bak. Gene İkinci Yeni hareketinin ilk dönem şiirleri de öyle. Modern şiir aklın tüm dayanaklarını kullanarak yazılır, bu tarafıyla Batılı bir yönseyişi var, bizdeki modern şiir ise akıl kavramıyla zıtlaşıyor bazen. O aslında bir parantez yani. Çünkü batılının akıl dediği şeye Descartes?in modern aklına diyelim, biz aynı şeyi, aynı anlamı yüklemiyoruz. Biz akletmek diyoruz mesela. Brecht ?biçim içeriğe aittir? diyor. Yani öz, kendi biçimini de getirir. Servet-i Fünun?dan beridir edebiyatımızın temel meselelerinden biridir bu. Ama bu bir söyleşinin konusu değil, uzun bir yazının konusu. Sanatın içeriğindeki bir sunum, bir yapım biçimi olması durumu bugün şiirimiz için de geçerli sanırım. Sanatla, şiirle düşünmek olası mıdır? Bilmiyorum
Şimdi dönüp baktığınızda ilk şiirinizden bu güne şiirinizi nasıl buluyorsunuz?
Toplamda altmışa yakın şiir yazmışım. Bir o kadar belki yazıp attığım vardır. Yine de nasıl bulduğumu ben söylemeyeyim. O benim konum değil.
Günümüzde genç şairlerin şiirlerine ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?
Furkan Çalışkan ve Ali Görkem Userin?le Dergâh dergisinde yaptığımız bir söyleşide konuşmuştuk. Daha da açmak istemiştim. İki bin şiiri denen bir şeyden bahsediliyor şimdilerde. Milenyum kuşağı tanımlaması falan. Bunlar bana mesnetsiz geliyor. Yaptık oldu hali var. Çoğunluk kuram var ama ortada milletin yüzünü güldürecek bir şiir yok. İki bin kuşağı tanımlaması ise baştan sorunlu bir tanımlama zaten. 40 kuşağı dediğimiz zaman bazı ortak noktalardan bahsedebiliriz. Zaten iki bin kuşağı denilen şey 40 kuşağına benziyor biraz. Onları Nâzım Hikmet etkilemişti, iki bin kuşağını da İsmet Özel etkilemiştir. Yaşıtlarım daha hırçın ya da yumuşak bir şiir yazıyorlar. Ama işte genelde konuştuğumuz şeyler. Bireysel bir şiir var ortada. Sadece yönelimleri ve yazdıkları dergilerdeki birtakım kuram denemeleri anlamında yakın olan şairler var. Seksen şiirinden bu anlamda bir ayrılık yok yani. Çıkıp da tabii herkes kendine bir varlık gerekçesi buluyor. Tamam da şiir nerede. Biz oturup bu yazılanların neye tekabül ettiğini konuşamıyorsak, o zaman anlaşılıyor ki iş, al şiirim ver ödülüm takasına dönmüş. Gariptir, şiir hâlâ prim veriyor bazı insanlara.
Bu söyleşi için teşekkür ederim. Son bir soru, düzyazı olarak tezgâhta bir kitap çalışmanız var mı?
Aslında Evyazı Tahtası?nın devamı niteliğinde bir kitap var. Gene küçük nesir dediğimiz türü biraz daha şiire yaklaştırarak yazmaya çalıştığım bir kitap bu. Nasipse bu yaz biraz daha çalışacağım üzerinde. Önümüzdeki yıla da bitiririm. Bir de diğer denemeler var. Bakalım bunlar nasip işi. Söyleşi için ben de teşekkür ederim?