Konuşan: Bahtiyar Aslan
Tıp dünyası kadar edebiyat dünyasında da tanınmış bir isim olan Prof. Dr. H. Hüsrev Hatemi ile şairliği ve şiirleri üzerine konuştuk.
Hocam, sanırım modern zamanların filozoflarından birisinden okumuştum, şairlerin, sanatkârların tembellik etme haklarının olduğunu söylüyordu. Kanaatimce doğru söylemiş. Sanatkârın bu tür bir lüks hem hakkıdır, hem de buna ihtiyacı vardır. Fakat sizin ortaya koyduğunuz performans filozofu yanlışlar nitelikte. Siz hem çok ağır bir meslek olan hekimliği sürdürüyorsunuz, hem akademik anlamda yapılabilecek her şeyi yapmış bulunuyorsunuz, hem de şiir ve deneme yazıyorsunuz. Biz, sizin dostlarınıza zaman ayırma konusunda da çok hassas olduğunuzu biliyoruz. Bütün bunlara nasıl zaman ayırabiliyorsunuz? Bir de şiirin çok ciddi emek isteyen kıskanç bir sanat olduğunu da düşünürsek, bu kıskanç sanatı hangi arada icra ediyorsunuz? Mesela dostlarınızı ziyarete giderken ya da hekimlik mesleğinizi icra ederken zihninizde bir yandan şiir temrinleri mi devam ediyor?
Eskiden beri benimle yapılan röportajlarda hep onu söyledim; genellikle uçak yolculuğu, otobüs yolculuğu, dolmuş, taksi, hangisi olursa olsun arka koltuğu alırım. Şoför bey benimle konuşmayacak, ben arka koltukta hayalata dalacağım. Bu röportajların çoğunda var. Bu söylediğinizi ilk defa düşünmüyorum, hep onu söyledim. Benim şiir çalıştığım yerler otobüs koltuğudur. Özellikle şehirlerarası otobüsler... Çünkü İstanbul'da bir yerden bir yere giderken şiire yetecek kadar uzun süre yok. En çok gece yolculuklarında... Ankara'ya gitmek, Ege Bölgesine gitmek... Az çok dolmuş ya da taksi arka koltuğu. En çok da 1980'li yıllarda uçak yolculuklarında başımı cama dayardım. Benim şiirlerimin tamamlanma yerleri oralar. Ama bir kristal gibi bir cümle doğuyor, o yanına-başına çökmeleri sağlıyor.
İlk mısra
Bu, ilk mısraın ilham olması meselesi değil mi efendim?
Bir ilk billur oluyor. O benim içimde illa araba koltuğu değil, ona şekil verme, tıraşlama, yeni kristaller çöktürme bu söylediğim yerlerde olur. Yoksa ilk mısra zaten her istediği yerde doğuyor.
İlk mısra kendiliğinden geldiğine göre şiir sizin hayatınızın bir tarafında daima var olan bir şey. Şiir sizin için bir hayat tarzı olmalı. Mesela hiç uzun bir yolculuğa çıksam da şu zihnimde beliren kristalleri yontabilsem diye kaçmayı, uzaklaşmayı özlediğiniz, düşündüğünüz, hatta denediğiniz oldu mu?
Her zaman oldu.
Brüksel Şarkısı?nda 'Her şehirde aynı mesele./ Anlamı neydi yaşamanın?' diyordunuz. Dalida'nın ölümü üzerineydi...
1988 yılıydı ve ilk defa kendimi elli yaşına gelmiş hissettiğim zamandı. Jaques Brel'in de ölümü tabii. Akciğer kanserinden ondan bir hafta önce ölümü, Dalida'nın da ölümü tabii. Benim de ilk defa Brüksel'i elli yaşında görerek; 'Benden önce 19. yüzyılda, 17. yüzyılda kimler gördü?' diye düşündüğüm zamanlar. Benim için çok yeni olan bu yer Napolyon'un civarında son yenilgiyi yaşadığı ve oradan artık öleceği Saint Helen Adası'na sürüldüğü yerdi. Onun için insanlar aynen Napolyon'un hayatına paralel bir hayat yaşarlar. Önce orta yaşın yenilgisine uğrarlar, Elbe Adası'na sürülürler. Bir yolunu bulup oradan kaçarlar. Sonra zevk değiştirmek, görünüm değiştirmek, fular takmak gibi, saçma röfle vermek gibi bir gençlik numarasıyla orta yaşın yenilgisine direnmeye çalışırlar. Son yenilgi Waterloo olur ve Saint Helen Adası'nda ölümü beklemeye başlar. Bu şiir, insanlığın yaşlanmaya karşı -özellikle erkeklerin- direnme macerası...
'Tapu Sicil Muhafızı'
Şiirlerinizin vokabüleri, bugüne kadar okuduğumuz şairlerin vokabülerine benzemiyor, çok farklı. Hem Divan şiirinden tevarüs eden kelimeler, hem de çok modern hatta teknolojik kelimeler var. Füze, petrol gibi sentetik ve mekanikmiş hissi veren kelimeler var.
Ben hepsini mülakata aldım ve 'Girebilirsin çocuğum' dediklerimi aldım. Dergâh'ta yapılan röportajda şunu söylemiştim; ben hep şu yapmacıktan kaçtım; 'ne güzel, kulağa da hoş geliyor, yeni kelime' deyip ben 'simge'yi şiirime alayım, 'töz'ü alayım gibi bir istek hiç duymadım. Hep çekindim ondan.
Kelimeyle yüzleşmeden şiirime almam, eski-yeni fark etmez. Bazıları bir kelimeyi ilk defa duydukları zaman coşarak, 'Beni eski kültüre de hâkim zannetsin okuyucum.' diyerek, vecd, istiğrak gibi kelimeleri kullanmaya başlıyor. 'Benim yeni kültürden haberim olduğunu bilsinler.' diyenler de 'töz'lü, 'simge'li bir şiire başlıyor. Ben, yeri gelince 'kaybolmuş' derim, 'yitik'i de reddetmem. Beni, yeni sese kavuşmuş, yaşlı olmayan şair görsünler diye her şiirimde kaybolmayı, kaybetmeyi unutup 'yitik' diyeyim diye kendimi zorlamıyorum. Ama 'yitik' demeyeyim diye, ben eski kültüre mensubum diye yeni kelimelerden kaçmaya çalışmıyorum. Babıali Yokuşu'nun üst tarafından teneke yuvarlar gibi birtakım kelimeleri yuvarlayıp onların sesinden memnun olmak benim şiir tarzım değil. Ben şiirlerimi yazdıktan sonra önce sahil yolundan denize fırlatırım. Ondan sonra güçlü olanlar kendilerini zor kurtarır karaya çıkarlarsa onları kurutup şiirim derim.
Ben bu soruyu biraz da şunun için sordum; siz bütün bu modern kelimeleri şiirinize dâhil ederken aruzun ritmini yaşatmayı başarıyorsunuz. Ben okurken, gerilerde bir yerde bu ritmi hissediyorum. Kelime kadrosu, estetik algılayış çok ciddi anlamda farklı olmasına rağmen aruz sanki hep bir yerde duruyor. Ben, hemen bütün şiirlerinizde o aruz tadını alıyorum. Bunu şuurlu bir şekilde 'Kendime burada özgün bir alan açayım.' düşüncesiyle mi yaptınız?
Çok doğru hissetmişsiniz. Bizim evde aruz şiir sayılırdı. Özenti olmasın istedim her zaman. Özenmiş de almış denmesin, şiire uysun diye... Kadroyla yeni kelime alınacaktır diyor kafamdaki tapu sicil muhafızı. Sonra onları beynimin ön odasına alıp mülakat yapıyorum, iyi aile çocuklarını alıyorum.
Arka planda gelenek...
Arka planda benim siyah kolluklu...
'Benim şiirim tüfeğidir kavgamın
Diye kükreyerek,
Zehir zemberek
Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim;
Ama neyleyim ki ellerim,
Yedek subay eğitimi dışında
Görmedi tüfek.
Benim şiirim ne tüfektir
Ne kelebek
Ne de hayal ülkesinin narin bir kızıdır;
O, gözlüklü ve siyah kolluklu
Bir tapu sicil muhafızıdır ki,
Eski günler ve anıların
Tapularını saklar.
Gidenlerin şiiri
Bu şiirinizi sizin şiirlerinizin manifestosu olarak kabul ediyorum ben. Gidenler, kaybolanlar, unutulanlar...
Gitmenin bana ilk DNA'sını Mevlana ekti; 'Diriya ezmiyan ey yar-ı reftî/ Be derd ü hasret-i bisvar-ı reftî. 'Yani, ey yâr ortadan kayboldun; çok dert, çok özlem, çok hasret bıraktın arkanda, öyle gittin. Ondan sonra bir de baktım, bizim şiirlerde de aynı şey var. Demek Doğu şiirinde gitmek ne enteresan bir şeydir; birisi kalıyor, öteki gidiyor. Bir de baktım ki halk şiiri de dâhil. Bizim müzikte 'Leman gidiyor vuslatımız mahşere kaldı' diye başlayan çok hazin bir 19. yüzyıl şarkısı var. Leman adlı hanımdan ayrılıyor. Şimdi hâlâ şüpheliyim, biri çözerse bana çok büyük iyilik edecek. Bu bestenin güftesi... Bulamadım. Onun için biriniz bana bulursa havaya zıplayacağım. Kocasının beceriksiz şiirler yazdığı söylenir Makbule Leman Hanım'm arkasından. Yatalak bir ömür geçirmiş. Kocasının onun ölümünden sonra ona acıklı şiirler yazmış olduğunu biliyorum. Acaba bu Leman gidiyor şiiri kocasının yazdığı şiirlerden biri midir? Tabutunun arkasından mı yazmıştır? Ancak bir ölünün arkasından yazılır çünkü. Ötekiler yeniden görüşmeyi ümit edebilirler. Böylesi ancak ölen birinin arkasından yazılır.
Sakın ey sevdiğim urum kışıdır
Yağmur yağar çığaların üşütür
Konup göçmek evliyalar işidir
Konup göç ki söylenesin dillerde
Bu seferde sevdiğini uğurlayan biri kalıyor arkada. Bizim halk şiirinde az görülen bir şey. Çünkü bizim halk şiiri genellikle sağlıkla ilgilenmez, böyle anne şefkati göstermez. Gitmek bana ondan sonra çok fena etki etmeye başladı. Paul Verlaine; 'Gitmek... Bu biraz ölmek demektir.' diyor. Bir de baktım Fransız şiirinde de var. Gitmek onun için beni 1970'lerin sonundan beri alıp götürüyor. Gitmek adlı bir deneme yazıldı şimdi burada. Yani şiirimizin yönü hep gitmeye ayarlı... Dolayısıyla hüzün daimi fon.
Rumeli'yi sevmek
Hocam, benim ilk okuduğum şiiriniz 'Rumeli Rüzgârı'ydı. Dergâh'ta yayımlanmıştı. 'A be aç kapıyı girmelidir; / Varsın ev soğuşun azıcık / Rüzgâr da bizim gibi bir kul, / Isınmalıdır kızancık' mısraları hâlâ zihnimin bir köşesindedir. Sonraları başka şiirlerinizi de okudum Rumeli'ye dair. Bu Rumeli ilgisinin arkasında ne var? Göç duygusu etrafında beliren bir psikoloji mi?
Şöyle bir şey, onun psikanalizini ancak şöyle yapabiliriz. Ben de merak ediyorum. Kardeşimde aynı genetik olmasına rağmen benim kadar özel bir merak yok, duygulanma yok. İkiz kardeşiz, DNA'larımız aynı, aynı evde yetiştik. Babamın bir arkadaşı vardı. Tahsin Bey diye birini hatırladım. Bunu da hiçbir yerde konuşmadım. Şimdiye kadar hiçbir röportajda yahut kendimi deşmede, analizde Tahsin Bey'i hatırlamamıştım. Şimdi Tahsin Bey de muhakkak en az Yahya Kemal kadar çocukluğumda kafama işlemiştir. 47-48 yıllarında bende Rumeli zevki başladı. Ben sekiz dokuz yaşındayken... O zamana kadar yalnız Azerbaycan ve Türkiye yani İstanbul zevkim vardı. Anadolu'yu da fazla bilmezdim, Rumeli'yi de. Anadolu'ya da Rumeli'ye de ilgim ilkokul dörtte başladı. Bizim evdekilerden farklı şahıslar, farklı kişiler de görmeye başladım. Veya onların farkına varmaya başladım. 1947-48 yıllarında babam Tahsin Bey diye bireyle çok iyi dost oldu. Öyle fazla arkadaşı olmayan babam, Azerbaycan'dan gelip sonra Türkiye'de de sabah evden çıkıp dükkâna, akşam dükkândan eve gidip gelen bir adamdı. Yalnız komşu bahçelerde oturan Nuri Bey ve Saim Bey'e, sağ ve sol komşuya; 'Sabah-ı şerifler hayrola' diye selam veren babam, birdenbire 1947-48'de dükkânı birkaç günlüğüne amcama bırakıp Lüleburgaz'a gideceğiz filan dedi. Arnavut kaldırımlı karayollarından Lüleburgaz'a filan gidip dönüşte; ne güzel yerler, zümrüt gibi dediğinde; Tahsin Bey de eşi Zümrüt Hanım'ı alıp arada sırada bize uğradığında hep Rumeli fıkraları anlatırdı: Bizimkilerden biri te be şöyle demiş. Babam güler, Tahsin Bey güler. İlk defa Rumeli zevkinin üstüne birdenbire 1950'de iyice zirvesine varan Yahya Kemal hayranlığı. Benim Yahya Kemal'in şiiriyle karşılaşmam 1946 yılıydı, hayranı olmam da 1950 yılı. İlkokulu bitirdiğimde, 12 yaşındayken Yahya Kemal hayranıydım. Sonra onun Rumelili, Üsküplü olduğunu öğrendim. Biraz daha büyüdük; İnönü gitmiş, Menderes gelmişti. Türkiye biraz daha dışa açılan bir memleket hâline gelmişti. Dinleyici istekleri programları başladı. Atatürk'ün sevdiği şarkılar duyulmaya başladı. Bir de baktım ben de hepsini seviyorum. Demek Atatürk de Tahsin Bey gibi, Yahya Kemal gibi Rumeli zevkine sahipti. Azeri zevkini kaybetmeden, küçümsemeden, o da neymiş demeden yanma bir de Rumeli zevkini ekledim.
Hocam, siz denemeler, şiirler yazdınız hep. Hiç hikâye ya da romana yönelmeyi düşündünüz mü?
Hayır. Denemeye çok hevesliydim her zaman. Montaigne'i ders kitabında görünce, ben de böyle bir konuya yoğunlaşıp denemeler yazsam diyordum. Çok uzak buluyordum ama. Bilgi birikimimi de, kelime hazinemi de yeterli bulmuyordum. 13-14 yaşında denemeyle ilk defa ders kitabında karşılaştım. Şu deneme ne güzel şey, bunu yazsam diyordum. Ama hikâye başka bir şey. Roman ve hikâyeyi başkalarından okuyayım, bana yeter.
Şiir ve nostalji
Sizin şiirlerinizi üstün körü okusa bir insan, hemen ilk başta varabileceği yargı, bunların nostaljik şiirler olduğudur. Şair çok nostaljik bir şair falan diyebilir en fazla.
Hatta ölüm şairi dendi bana. Ama o vasıflandırmayı sevmedim.
Ailenizin şöyle bir hassasiyeti var: Güney Azerbaycan'da iken, oraya Kızıl Ordu girdiğinde hafızada İstanbul diye bir yer beliriyor. Buranın anavatan olduğu duygusu var. Hâlbuki anavatan daha geride aslında. Aile buraya geldiği andan itibaren, daha sonra da siz, kendinizi yerellik eksenine oturtuyorsunuz ciddi anlamda. Siz daima bu toplumun içinden konuşmayı tercih ediyorsunuz.
Rumelili de benim, Malatyalı da benim havasına kısa zamanda girdim. Eskiden yalnız Azeri benim diyen iç duygum lise ikide filan değişti, yerelleşti. Yoksa daima kendimi dışlanmış filan hissediyordum. Ama o da etrafın ilkel oluşuyla ilgiliydi. Şimdi biraz daha iyi. Her şey Türkiye'de kötüye gitmiyor. Neyse ki Feriköy'deydik. Belki Fatih'te, Kocamustafapaşa'da oturan biri daha fazla yaralanabilirdi. Kızılbaş sözü beni çok üzerdi. Günlerce içime kapanıp 'Bu Türkiye niye böyle?' diye ağlamaklı olurdum. Kardeşim mücadeleciydi. Ben içine kapalıydım. Hüseyin mücadele ederdi. Onları cahil ve acınacak şahıslar olarak görürdü. Ben bizim aileye yönelik Acem, Kızılbaş gibi ifadeleri duyunca intihar edecek hâle gelirdim.
Biz ana mevzudan biraz uzaklaştık sanırım. Tıp fakültesini tercihiniz biraz tesadüfidir sanki. Bir ara Hukuk Fakültesi'ne girmek istiyorsunuz, kardeşiniz mâni oluyor.
Ben küçük yaşlardayken hep ziraat mühendisi olmak istiyordum. Dışa açılmak istiyordum. Dinî konuları, filolojiyi filan hep hobi olarak yapmak daha iyi diye düşünüyordum. Mesela kardeşim fasulye filan ekmezdi o küçücük bahçemize, ben fasulye yetiştirirdim. Fasulye ekip çiçeği çıkınca da çok mutlu olurdum. Onun için ileride yapacağım şey Arpaçay'a yerleşeceğim derdim. Eniştem Karslı, ondan duyardım. Arpaçay kıyılarında buğday ekip çizmeyle dolaşmak isterdim. Orta bir-iki geldi, kesmedi ziraat mühendisliği. 'Acaba hukukçu olabilir miyim?' dedim. Güzel geldi. Birader o sırada molla olmak istiyordu.
Siz hukuku toplumda ilgi gören bir meslek olduğu için mi istiyordunuz?
Hayır, hayır. Hâkimcilik filan oynardık çocukken, ikimizin de zevkine uygun bir şeydi. Halamın oğulları bize gelince onlardan birini şikâyetçi, birini mağdur yapardık. Sırayla birimiz avukat, birimiz kadı olurduk. O kadılıktan ben avukatlığa, hukukçuluğa geçtim. Birader hâlâ imam olacağını zannediyordu. Sonradan birdenbire o hakkı elden kaçırdım, birader tuttu bırakmadı. Bir sene kadar ben dişçi ya da eczacı olacağım diye düşündüm. Birader, babamın nasihatiyle; din adamı olmak yerine, dini de bilen bir hukukçu ol dediği için hukuku seçti. Ben de hukukçu olmak isteyince sinirlenip, 'Meslek hayatında bizi hep karıştıranlar olacak, sen başka meslek seç, hukuku bana bırak!' diye bağırıp çağırdı. Dişçilik ve eczacılık fikriyle devam ederken lise ikide Fikret Ateş; 'Hayır, senden çok iyi edebiyatçı, Arap-Fars filologu olur. Ahmet'e (Ateş) söyledim. Türkiyat Enstitüsü'nde önümüzdeki hafta seni bekliyor. Türkiyat Enstitüsüne git.' dedi. Ben de gittim, tarifle buldum enstitüyü. Patrona Hamamı'nın yanındaydı. Çok iyi karşıladı beni Ahmet Ateş. 'Fikret söylüyor, sen iyi bir filolog olurmuşsun. Ben seninle ilgilenmeyi kabul ediyorum, 'dedi. Ben de, 'Pekiyi olsun, zaten çok sevdiğim bir şey. 'demiştim. Babam bu sefer Hüseyin'in imam olacağım dediğinde girdiği melankoliye bu sefer de benim için girdi, bir sene; gerçi tercih senin ama düşün filan dedi. Sonra babama bir gün tıbba gireceğim dedim. Hakikaten tebrik ederim dedi.
İlk şiirler
Hocam, küçüklüğünüzden beri bir şiir zevkinizin oluştuğunu biliyoruz. Muhtemelen ortaokulda filan nazım çalışmalarına başlamışsınızdır. İlk şiir yayımlama cesaretini bulduğunuz zamanı ve nerede yayımladığınızı öğrenebilir miyiz?
İlk defa 68'de ve Dergâh'ın o zamanki karşılığı olan Hareket'te yayımlatabildim. Hâlbuki birader çok önce başlamıştı. 68 nerede, ellili yıllar nerede? 61 'de kitabını yayımladı Sinderella diye.
Hüseyin Bey kendi şiirinin sizin şiirinizden daha güçlü olduğunu; fakat sizin şöhret bulduğunuzu söylüyor.
Ben anılarda yazıyorum, röportajlarda da söylüyorum. Onun şiirlerine hiç benzetemezdim yazdıklarımı. Benim için büyük bir üzüntüydü; ben herhalde şiirlerimi hiç yayımlamayacağım diye bir defter içinde, çizgili bir okul defterinde tutardım. Onun şiirlerini okurdum, o da kendi şiirlerini okumaya utanırdı. O zamanlar edebiyat matineleri çok yapılırdı. İstanbul Erkek Lisesi edebiyat matinesi, Galatasaray Lisesi... Salonlara o zamanların şairleri gelirdi. Behçet Necatigil en önde otururdu, yanında Zeki Ömer Defne, Sabahattin Kudret Aksal... Hikâye ve şiir okurdu. Nezihe Meriç gelirdi. Sait Faik gelmişti, ölümüne bir yıl vardı. Darüşşafaka edebiyat matinesine gelmişti. Sirozlu bir yüz, şişkin bir durumda. Çok halsiz. Yanında getirdiği ve sonra o zamanki sevgilisi olduğunu öğrendiğim, belki Leyla Erbil'di, hikâyesini okuttuktan sonra elinden tutup poz vermişti, onun elini havaya kaldırıp. O edebiyat matinelerinde tanınmış şairler bitince, öğrencilerin şiirleri başlardı. Şimdi Atatürk Erkek Lise-si'nden Hüseyin Hatemi'nin şiirini kardeşi Hüsrev Hatemi okuyacak... Bu anonsu kaç kere duydum ve hiç kıskanmadan kalkıp okudum, alkış aldım. Ama biliyorum ki o benim okuyuş tarzıma değil, biraderin sürmedir. Böyle kırgın bir havada 68'e kadar geldim. Sonra 58 veya 59'da bırakmıştım bu fikri; herkes aruzla şiir yazamaz, şiirin ahengi olsun da varsın serbest vezin olsun. Bunu anladığım zaman rahatladım. Daha önceki şiirleri onun için bir kenara bırakıp 58'den sonra yazdıklarımı yayımladım.
Serbest vezinde karar kılmanız sizi şöhret olarak öne mi geçirdi hocam ?
Aruzla gene yazdım. Yunus Emre Rubaileri var, Fenerbahçe'de Bahar var. Bunlar aruz. Sonra yeni Karakavak Şiirleri?nde bir iki rubai aruz. 2005'ten sonra da aruzu tam bırakmadım. Bir de İkbal Gazeli?ni beğenmiştim ama dinî gazel olduğu için kitaplarıma almadım. Gönül yeter direnip durduğun kemale yürü diye başlar. Sonra Allah'ın bir lütfuyla o şiir, İslâm Mecmuası şiir yarışmasında birinci oldu. Biraderin gönderdiği beş gazel ikinci oldu. 'Bak ben beş yazmam, bir yazarım on ikiden vururum, 'diye latife yaptım.
Ey dil-i pür hüzn ü gam nerde neşâtın senin
Hep atılır erteye rûz-ı necatın senin
Biraderin gönderdiği şiirlerden birinin başlangıcı. Birinci oldum ya, biraderi kızdırmayı ileri götürmek istedim. Neşat, benim dayımın kızı Masume'nin kocası. Mutlu Akümülatör Fabrikası'nda çalışıyordu. Dayımın kızı da gözlerini belerterek, dudağını büzerek konuşurdu. Ben de biraderin karşısına geçerek; 'Neşat nerde olacak Hüseyin, sen de biliyorsun, Mutlu Akü'de ustabaşı' dedim. Birader çok hazırcevaptır, onunla başa çıkılmaz. Ben de gönül yeter direnip durduğun kemale yürü mü dedim... Kemal de ablamın kocası. 'O da Kars'ta bilmiyor musun Hüsrev?' dedi.
Kaynak:Türk Edebiyatı sayı:428, ss. 38-43(Haziran 2009)