Dolar

34,8768

Euro

36,7749

Altın

3.047,25

Bist

10.121,53

Amin Maalouf'tan ağır Batı eleştirisi

Arap yazardan istiklal harbinden, cumhuriyet devrimlerine ve Atatürk'e dair ilginç tespitler.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-05-27 16:08:00

Amin Maalouf'tan ağır Batı eleştirisi


Amin Maaoluf uyardı: Batı?sıyla Doğu?suyla medeniyet çöküyor!

Arap asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, son kitabı ?Çivisi Çıkmış Dünya?da, Batı uygarlığına yer yer sert eleştiriler getiriyor. Yazar?ın Türkiye hakkında yazdığı bölümlerde İstiklal Savaşı, devrimler ve Mustafa Kemal?e dair ilginç tespitler var.

Lübnan doğumlu Fransız yazar Amin Maaoluf, dünyanın hızla sürüklendiği açmazdan, bir yazar ve entelektüel olarak varolduğu Batı dünyasını sorumlu tutuyor. Doğu ve Batı uygarlığı arasındaki farklılıkları değerlendirirken, yıllarca dayatılan ?Batı uygarlığı? yerine yeni bir çözüm sunan Maaoluf, medeniyetlerin sonunun geldiği uyarısını yapıyor. Müslüman dünyaya da ağır eleştiriler yönelten yazar, Türkiye hakkında da ilginç fikirler öne sürüyor. Mustafa Kemal Atatürk?ün, Batı?nın yenilmez ordularına karşı ortaya koyduğu zaferin, daha sonra kurulan cumhuriyete ve peş peşe gerçekleştirilen cumhuriyet devrimlerine meşruiyet kazandırdığını belirtiyor.

HALKINI GURURLANDIRDI

Kitapta Türkiye ve Atatürk hakkında şöyle ifadeler bulunuyor: ?... hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galip çıkması- onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, ?ulusun kurucusu? konumuna gelen eski subayın Türkiye?yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar... (Bütün bunlar olurken) Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikáyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir, çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakárlıklar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine...?

İlk ve son görüşmenin 13 yıl önce gerçekleştiğini söylemek, kapı açılır açılmaz başlayan sıcaklık dikkate alınırsa, pek mümkün değil. Beş yıldan fazla süredir ortalıkta görünmeyen, röportaj vermeyen, telefonlara çıkmayan bu adam, sessizliğine bakmayın, dünyada kitapları 20 milyona yakın satan ünlü bir yazar. 'Kahve yapacağım, ister misin' diyor. Çok geçmeden elinde bakır cezvede Türk kahvesi, iki fincanın bulunduğu tepsiyle geliyor. Sehpanın üzerinde eşinin yaptığı badem ezmeleri var. Önce getirdiğim Newsweek'i karıştırıyor, 'İstanbul nasıl' diye soruyor. Ben anlatırken gözü Ayçin'in hazırladığı 'Tatlı Hayat'a takılıyor. 'Tatlı' ve 'hayat' diyor, 'Badem ezmesi gibi' diyorum. 'Bizde de aynı' diyor.

Amin Maalouf, ikinci deneme kitabı 'Çivisi Çıkmış Dünya'da (Yapı Kredi yayınları) tatlı bir hayattan bahsetmiyor. Dünyanın sandığımızdan daha kötü bir durumda olduğunu, medeniyetlerin tükendiğini, bütün kültürler ve halklar için tehlike çanlarının çaldığını söylüyor. Bunun medeniyetler çatışması zihniyetinin bir sonucu olduğunu vurgulayarak aslında medeniyetlerin tükendiğini söylüyor. Bu tabloda Batı'ya da Müslüman dünyaya da ağır eleştirileri var. Maalouf'un kitapta neredeyse övdüğü tek insansa Atatürk. İki ay önce Fransa'da yayımlanan ve Fransızca'dan sonra ilk kez Türkçe'de çıkan kitapla ilgili Maaoluf'un Paris'teki evinde yaptığımız uzun söyleşiyi birazdan okuyacaksınız. Onun eleştirilerine ve önerilerine kulak vermekte fayda var. Lübnan kökenli Fransız vatandaşı Amin Maalouf, Türkiye'de çok seviliyor. İlk romanı 'Afrikalı Leo' 1986'da, 'Semerkant' 1988'de yayımlandı. 1993'te çıkan 'Tanyos Kayası' o yıl Fransa'nın en önemli edebiyat ödülü Goncourt'u kazandı. 1996'da yayımlanan 'Doğu'nun Limanları' için Türkiye'ye geldiğinde görüştüğümüzde, çoktan dünya çapında ünlü biriydi. Yayıncısının verdiği bilgiye göre Maalouf'un Türkçe'de yayımlanan 12 kitabı 800 bine yakın sattı. Bunun ülke kıstaslarına göre çok çok iyi bir rakam olduğu söylenebilir.

Çünkü Maalouf, Türkiye'nin temel açmazlarından biri üzerinde duruyor hemen tüm eserlerinde: Doğu Batı sorunu. O, 60 yaşında Lübnan kökenli bir Katolik Arap. 1975'te Beyrut'ta iç savaş patlak verince, ertesi yıl karısı ve üç çocuğuyla (şimdi biri avukat, biri gazeteci, biri de prodüktör) mülteci olarak Fransa'ya yerleşti. O tarihten bu yana üç kez Lübnan'a gittiğini söylüyor ama belki de orada yaşayanlardan daha çok ülkesiyle ilgileniyor. Yaşadıklarına hâlâ tepkili olduğu ve bunları kimlik çatışmalarına bağladığı için, 'Bütün aidiyetlerimi reddediyorum' dese de, bir Doğulu olarak konuşuyor.

Bir ara, 'Hiç değişmemişsiniz' diyorum. 'Hatırlamıyorsun, o zamanlar saçlarım beyazlamamıştı' diyor. Bu kitap için kapandığını ve uzun süre pek kimseyle görüşmediğini teyit ediyor. Bu yoğun, ağır hatta provokatif kitap için çok düşündüğü ve çok çalıştığı belli. Neticede Maaoluf'un kitabı acı, ama acı da bir tat değil mi?


-  Kitabınızda ters bir bakış açısıyla Hıristiyanlık'taki Papalık kurumunun düşünce özgürlüğünün önünü açtığını söylüyorsunuz...
Maaolouf: Elbette Papalık, düşünce özgürlüğü için oluşturulan bir kurum değil. Tam tersine, uzun zaman özgürlüklere karşı mücadele etti. Ama dünyevi iktidar üzerinde bir denge rolü oynadı. İmparatorlarla Papalar arasında hep bir rekabet oldu. Bu yüzden Batı'da hükümdarların manevra kabiliyetleri düştü. Bunun paradoksal sonucu şu: Potansiyel olarak otoriter iki güç vardı ve bu zıtlık bir özgürlük alanı doğurdu.

- Ama İslam'da böyle dini bir otorite yoktu.
İslamiyet'te, Abbasi döneminde sultan ve halife arasında bir karşı karşıya gelme söz konusu oldu. Ama İslam'da halifeler çok kısa süre sonra sultanlar tarafından marjinal hale getirildi. Özellikle Sünni İslam'da geleneksel olarak dini bir kurum yoktu, bu role sahip gerçek bir ruhban sınıf da. Halife hiçbir zaman sultanın dünyevi iktidarını dengeleyecek bir tür kutsal orduya sahip olmadı.

- Eğer olsaydı...
Bu ilginç bir konu ve beni şu düşünceye sevk ediyor: Batı'da hep denir ki, İslami metinlerde, özellikle de Kuran'da demokrasinin işlemesini zorlaştıracak şeyler yazılı. Bence metinler, her dönemde farklı şekillerde yorumlanır. Herkes kendi çağında İncil'i veya başka kutsal kitapları kendi okumak istediği gibi okur. Aynı metinlerden yola çıkarak hem demokrasiyi hem de diktatörlüğü haklı gösterebilirsiniz. Bence gerçek fark metinlerde ya da inanışlarda değil, tarihte. Gerçek fark sosyal yapılanmadan kaynaklanıyor. Katolik Hıristiyanlığın toplumsal yapılanmasında ruhban sınıf kraliyetin keyfi yönetimini zayıflattı. Müslüman dünyanın toplumsal yapılanmasında bu olmadı. Çünkü ruhban sınıf yoktu.

- Öyleyse İslam, Hıristiyanlığın tersine siyasetin alanına giren bir din değil. İslam'da daha çok siyaset dinin alanına giriyor.
Hıristiyan dünyayla Müslüman dünyanın evrimi arasındaki fark şu: Hıristiyan dünyada dini kurumlar hep daha fazla role sahip oldu. Daha önemli rolleri olduğu için de din olgusunu daha iyi kontrol edebildiler, özellikle de dini temelli ideolojileri. Müslüman modelde ise dinde ortaya çıkan bir itiraza veya anlaşmazlığa müdahale etmek için yeterince güçlü bir kurum hiç olmadı.

- Öyleyse İslam, en başta demokrasiyi yerleştirmek bakımından daha avantajlıydı çünkü insan ve Allah arasına bir aracı koymamıştı.
Bence İslam, toplumu laikleştirmek konusunda Hıristiyanlıktan çok daha elverişliydi. Bu kesin. İslam'ın temel düşüncesi son derece laikti.

- Hıristiyanlık'tan çok daha laik.
Evet. Yani dini kurallar koymadı. Ama İslam'da din sınıfının olmayışı tarihsel evrimde başka bir şeye yol açtı.

- Bu yüzden, dinsel olan sosyal dokunun içine nüfuz etti...
Evet. Hıristiyanlık'ta dinden her bahseden, bu güçlü dini kuruma çarptı. İslam'da böyle değildi. İnsanlar, kontrol edebilecek hiçbir güç olmaksızın her yerde dinden ve dinsel olandan konuşabiliyordu. Hıristiyanlık'ta ise dinsel olandan konuşulmaya başlandığından itibaren, karşılarına Kilise çıkıyor ve 'siz neden bahsediyorsunuz, dinin tekeli benim elimde' diyordu.

- Bu yüzden siz de İslam'da demokrasinin mümkün olmadığını mı düşünüyorsunuz? Yani şu anda halifelik kurumu yerinde olsa Müslüman toplumlara demokrasiyi yerleştirmek daha mı kolay olurdu?
Bugün böyle bir kurum oluşturamazsınız. Buna karşın Müslüman toplumlarda demokrasinin yeşermesinin zor olduğunu hiç düşünmüyorum. İslamiyet'te demokrasiyle çatışacak bir şey yok. Müslüman ülkelerin çoğunda demokrasinin yeşermesini engelleyen şey tarihsel gelişim. Batı'yla, sömürgecilikle mücadele gibi pek çok şey. Hıristiyanlık 2000 yıldır var, demokrasi ise Hıristiyan ülkelere 100 - 150 yıl önce geldi. Hıristiyan toplumlara 15, 16, 17. yüzyıllarda demokrasi uygun muydu? Bence çoğu zaman tarihte belki bir dönemden çok genel sonuçlar çıkarıyoruz. Biliyor musunuz, 1700 yıldan fazla süredir Kilise ilahi hukukun uygulayıcısı konumundaydı. İnsanların büyük çoğunluğu Hıristiyanlığın ilahi hukukun monarşisini onayladığına inandırılmıştı. Bu 20. yüzyılın başına kadar pratik olarak sürdü. Ve bugün diyoruz ki evet, Kilise hep demokrasiyi savundu. Bu doğru değil. Bugünün uydurması.

Kitabınızda Batı?ya özellikle de Arap-Müslüman toplumuna sert eleştiri var. Siz nasıl eleştiri aldınız?

Dünyada yolunda gitmeyen her şeyle ilgili ir ufuk turu bu. Bunların bugün düşünülmesi gerekiyordu. Eleştirilerde en çok dikkatimi çeken, herkesin kitabın bir byönünü ele alması ve bunu kitabın en önemli bölümü sanması, ki bence en önemli bölümler onlar değil.

Size kızmıyorlar mı?

Bazı Batılılar, Arap toplumunda yaşananları çok sert eleştirdiğimi söylüyor. Ben de onlara, ?Batı?yı da eleştiriyorum ama görmüyorsunuz? diyorum. İkisinin de eleştirilmesi gerekiyor, çünkü ikisi de çok kötü durumda. Bugün dünyada yaşananlarda Batı?nın büyük sorumluluğu var, çünkü temel oyuncu.

Dünya?yı yöneten Batı mı?

Evet, Berlin Duvarı?nın çöküşünden sonra Batı, özellikle ABD dünyanın yönetiminde en önemli oyuncu oldu. George W. Bush?un sekiz yıllık yönetimi ahlaki ve siyasi her yönden yıkıcıydı. Dünyanın sorunlarını, ciddi biçimde ağırlaştırdı. Bush yönetiminin en büyük faydası ise sistemin limitlerini göstermesi ve bu yolun radikal biçimde sorgulanmasının yolunu açmasıydı.

Marks, Manifestosu?nun başında, ?Bugünlerde Avrupa?da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti? diyor. Hayaletin gitmesi kötü mü?

Komünizmin sona ermesinden çıkarılan sonuç daha birleştirici ve sosyal sıkıntıları dikkate alan bir sistem kurmak değil, tersini yapmak oldu. Duvarın çökmesi ABD?de muhafazakar devrim denen şeyin yükselişiyle aynı zamana denk düştü. ABD?de Ronald Reagan?la İngiltere?de Margaret Thatcher?la çok şaşırtıcı cinayetler ortaya konmaya başladı: Eşitsizlikler doğaldır, pazarı kontrol etmemek gerekir, ne yaparsa yapsın Pazar hep haklıdır, bakaları sokaklarda yatarken bazı insanların milyarlar kazanması iyidir, milyonlarca kişinin sistemden dışlanması önemli değildir? Aslında, pusula kaybedildi, Karşımızda muhalif bir sistem varken, bu sistemin etkilerini azaltmak için, ?Biz de sosyaliz, eşitsizliklerle mücadele ediyoruz? diyerek kendimizi düzeltmeye çalışıyorduk. Sonra tamamen denetimden çıktık, ?Her şeye izin var, para ve Pazar kraldır? diyen bir tür kapitalizm doğdu. Ahlaki olarak sorgulanması gereken bir tutumdu bu. Bugün keşfediyoruz ki bu sistem sınırını aşmış ve kendi kendini yok ediyor.

Komünizmin yokluğu en çok ABD?nin işleyişini mi bozdu?

ABD, karşısında aptallık yaptığında ona engelleyecek birisi varken asla yapmayacağı şeyleri yaptı. Hiçbir şey, ne yaparsan yap bedelinin ödetilmeyeceğini bilmekten daha zararlı değildir. ABD?nin siyasi ve ahlaki davranışları bozuldu. Kendini demokrasinin önderi olarak sunan bu büyük gücün işkence yapmasına, binlerce kişiyi kamplarda tutmasına, uluslar arası kurumların ve dünyanın hilafına savaşlara girmesine, bir ülkeyi diktatörlükten kurtarma iddiasıyla işgal etmesine, yardımcı olundu. Ameraki ordusu tarafından yanlışlıkla bombalanan Afgan düğünü sayısını bilmiyorum. Hesap vereceğini bilen biri böyle davranmazdı.

Berlin Duvarının yıkılışı ile Avrupa?daki yeni hayaletin artık İslam olduğu söyleniyor?

Önce Arap dünyasından bahsetmem lazım. Arap dünyasında milliyetçilik temel olarak din fikriyle girişilen rekabet sonucu oluşturuldu. Arap ümmeti, Arap milleti fikri, İslam ümmeti fikrine muhalif olarak geldi. Arap milleti fikri bazıları iin uzun süre kabul edilmiş olan bir fikirden, Müslüman bir millet fikrinden ayrıldı. Politik düzeyde, özellikle de Mısır?da Nasır ve ana İslamcı parti Müslüman Kardeşler arasında bir zıtlık vardı. Nasır Arap dünyasında zafer kazanmıştı. Halk yanındaydı. İnançlı Müslümanlar?ın gözünde bir İslam kahramanıydı. Ama 18 yıllık hükümranlık döneminde Müslüman Kardeşler?le şiddetli biçimde çatıştı. Bu mücadele uzun süre dış dünya için görünür değildi. Ama Nasır, 1966?da Müslüman Kardeşler?in en önemli entelektüeli Seyyid Kutub?u idam ettirdi. Bu tarih İslamcı akımlar için çok önemli. Arap milliyetçiliği bunu görmedi. Hala Nasır?ın keyfini sürmekteydi halk. Ama Nasır?ın bozguna uğraması din temelli bir siyasi hareket fikrinin yeniden doğuşunda çok belirleyici oldu.

Milliyetçi hareketleri dini hareketler mi güçlendirdi?

Nasır?la ifadesini bulan milliyetçi duygu yavaş yavaş, dini hareketlere döndü. Milliyetçi akım ve liderlerin birer birer yenilmesi, Saddam Hüseyin, Yaser Arafat gibi figürlerin ortadan kaybolması dini hareketlerin her yerde ortaya çıkmasını sağladı. Milliyetçi mücadeleyi elinde bulunduran milliyetçi hareketler ve yöneticiler kaybedince bu mücadele ülkenin siyasi yöneticileri tarafından değil ama dini karakterli hareketler tarafından tekrar ele alındı. Demek ki İslami hareketlerin yükselişi, daha çok Arap dünyasının dışında gerçekleşti. Bu hareketlerin yükselişinde 1979 Şubatında zafere ulaşan İran Devrimi etkili oldu. 1978?de aynı şekilde Afganistan?da sembolik olarak çok belirleyici bir başkaldırı başlamıştı. Bu Sovyetler?e karşı bir başkaldırıydı ama Arap dünyasından gelen insanların katılımıyla dini temelli bir isyana dönüşmüştü. Bu, İslamcı hareketin yükselişini sürekli kıldı. Mısır?da Cezayir?de pek çok yerde yansımaları oldu. Sovyet sisteminin gerçekten çöktüğü günler İslamcı hareketler tarafından bir zafer olarak algılandı.

Batı, Sovyetlere karşı İslami akımı kullandı mı?

1978?de üç belirleyici olay var, İran, İslami Devrimi?nin yükselişi, Afganistan?da İslam temelli anti-Sovyetik bir başkaldırının tırmanışı ve Polonyalı bir Papa?nın seçilişi. Bu Papa, din adına komünizme karşı etkili bir mücadeleyi ele almıştı. Aslında 70?lerin sonundaSovyetler?e karşı pek çok hareket vardı. Başkan Jimmy Carter, Sovyetler?e karşı etkili biçimde insan hakları sorununu işliyordu.Danışmanı Polonyalı Zbigniew Brzezinski bu mücadeleyi yönetiyorduve o da Sovyet karşıtı İslamcı hareketlerin gelişmesine aldırmaz bir tutum içinde değildi. Bu, politikanın mantığında var. Eğer Müslüman dünyada Sovyetler?e karşı düşmanca hareketler varsa ABD?nin bakış açısına göre bunlar SSCB ile savaş halindedir. Ayrıca ABD, Vietnam?da daha yeni büyük çöküş yaşamıştı. Unutmayın ki Saygon?un düşüşü 1975?e denk geliyor. Ve Müslüman dünyada Sovyet işgailne karşı gerçek bir hareket vardı. Yani tam bir menfaat birliği oluştu. Afganistan, Vietnam-Sovyet zaferine karşı hemen verilen bir yanıt oldu. Şu da çok çarpıcı, Polonya?da SSCB?nin zayıflamasında belirleyici unsur olacak isyan Polonya?nın Avrupa Birliği?ne katılımının da yolunu açtı. Yani Polonya daha sonra nereye gideceğini biliyordu.Sistem çökünce AB?ye girdi.

ABD Neden Afganistan?da bu duruma düştü?

Afganistan?da Polonya?da yaşananların tersi oldu. Batı?ya bağlı güçler zafer kazandıktan sonra Batı ne yaptı? İslami güçlere ülkelerini inşa etmek için yardımcı olmak yerine, ?SSCB?yi çökertmek için bize yardım ettiniz ama şimdi kendi başınızın çeresine bakın, sizinle ilgilenmeyi bıraktık? dendi. Bu Bin Ladin hareketinin de başlangıcı oldu. Şimdi Afganistan?daki savaşı kazanmak Irak?takini kazanmaktan çok daha zor. Daha kötüsü savaşın Pakistan?a yayılması.

İslam Batı?nın yeni düşmanı mı?

Batı?da pek çok insanın, bir düşman arama eğilimi var. Şimdi İslam?ı düşman olarak görüyorlar ve bu büyük bir hata. Artık tarih bir düşman algısıyla yürütülemez. Soğuk Savaş mantığından çıkmamız lazım. Bunu kitabımda tarih öncesi olarak adlandırıyorum. Çok uzun bir tarih öncesi yaşadık. Hep birimiz diğeriyle savaş halindeydi.

?Medeniyetler çatışması? tezi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Huntington, insanların çok daha fazla dini kimlikleriyle hareket ettikleri bir dünyada olduğumuz söylüyordu. Gerçekten, bugün dünyaya baktığımızda birbirine karşı medeniyetler görüyoruz. Bu tanım, yaklaşık 30 yıldır yaşananları anlamak için faydalı. Ama bizi daha önce olanlar hakkında aydınlatmıyor. Gelecekte olacaklar hakkında aydınlattığını da sanmıyorum. 2. Dünya savaşı, iki medeniyet arasında bir savaş değildi. Dışarıdaki uzantılarıyla birlikte Batı içinde bir savaştı. Ben, hepimizin kendi kültürünün unsurlarını katması gereken büyük bir ortak medeniyetten bahsediyorum. Bugün bütün medeniyetlerden esinlenmeye ihtiyacımız var. Batılı olmayan halklar şunun çok iyi farkında ki, Batı medeniyetine ihtiyaçları var. Batılılar başkalarına ihtiyaçları olmadığı havasında ve tek hakim medeniyet haline dönüşeceklerini sanıyorlar. Yanılıyorlar. Diğer medeniyetlerle ilişkiye geçmezlerse dünyadaki yerleri bugün olduğundan daha kötü olacak. Mesela Amerikalılar başka bir dil öğrenmeye ihtiyaçları olmadığını düşünüyor. Ama sanıyorum Irak ve başka yerlerdeki deneyimleri dünyaya İngilizce hükmedemeyeceklerini göstermiştir. Ne zaman bir başka yere gitseler oranın halkını tanımamanın acısını çekiyorlar. Birkaç kuşaktan beri güney ülkeleri kuzey ülkelerinin dillerini öğrenior, şimdi kuzey ülkelerinin güney ülkelerinin dillerini öğrenme zamanı.

Obama?nın İslam ülkelerine yaklaşımında politika değişikliği işe yarar mı?

Amerikan halkının başına Okama?yı getirmesi yüreklere su serpti. Bu bir sembolden ibaret değil. Obama dünyayı anlayan, başka ülkelerde yaşamış, Endonezya gibi, farklı hassasiyeteri barındıran biri. Bu daha önce elimize geçmeyen bir şans. Acama Obama?lı yıllar dünyada bir şeyleri derinlemesine değiştirecek mi? Umuyorum ama bunu söylemek için çok erken, Müslüman dünyanın ABD?nin başkanından farklı bir dil duyması çok önemli. Yeni biz uzlaşma ortamı yaratması gerekli. Bu uzlaşmayı sağlamlaştıracak ilk unsur Yakın Doğu?ya barış getirmek olacaktır. ABD?nin talep ettiği gibi iki ülke arasında bir çözüme varılsa- bir Yahudi, bir Arap devleti- gerçek bir yeniden inşa sürecinden bahsedebiliriz.

Obama?nın dış gezilere Türkiye?den başlamasının anlamı ne?

Müslüman dünya ve Batı arasındaki karmaşık ilişkilerde çok az ülkenin Türkiye?ninki kadar stratejik bir konumu var. Türkiye, Müslüman dünyayla çok uzun bir tarihe sahip, aynı zamanda dört yüzyıl boyunca önemli bir rol oynamış bir imparatorluğun merkezi. Aynı zamanda, yaklaşık 100 yıldır tartışmasız en uyumlu ve en aydınlık modernleşme sürecini gerçekleştiren ülke. Obama?nın yaptığı doğru. Avrupalılar da aynı şekilde onu dinlemeli. Avrupa?nın içinde hem Müslüman dünya nezdinde gerçek bir meşruiyete hem de gerçek bir Avrupalılaşma iradesine sahip bir ülkeyi barındırmak çok önemli bir koz. Bence muhalefet, medeniyetler çatışması kafasından geliyor. Bu çok saçma. Türkiye gibi bir ülkeyi AB?ye entegre etmek medeniyetler çatışmasıyla mücadele etmek demektir. Ama bu karar gerçek vizyon gerektiriyor. Bugün AB, doğuşundaki vizyoner AB değil. Küçük hesapların Avrupa?sı. Büyük bir adım atmaya ve doğru bir karar almaya korkuyor.

Davos?ta Erdoğan-Perez tartışmasını biliyor musunuz?

Bir gerilim olduğunu hatırlıyorum.

Erdoğan, Perez?e Gazze?yi kastederek, ?Siz adam öldürmeyi çok iyi bilirsiniz? dedi. Bunun üzerine Arap ülkelerinde halk Erdoğan posterleri taşımaya başladı.

Erdoğan?ın bunu söylemeye hakkı olduğunu düşünüyorum. İsrail?in kendisine hiçbir zaman sistemli bir düşmanlık beslememiş, tam tersine Yahudi halkın ve İsrail?in, tarihini hep anlayışla karşılamış kişilerin sesine kulak vermekte kendi menfaati var. Gazze?de yaşananlar saçmalıktı. Hiçbir politik amaca ulaşmadan 2000?den fazla insan öldürdüler.

Erdoğan?ın posterlerinin Arap ülkelerinde taşınmasına ne diyorsunuz?

İlginç, Kitabımda Arap ülkelerinde meşruiyet meselesinden bahsettim. Bence ilk meşruiyet sandıktan gelir. Ama maalesef Arap dünyasında hiçbir yöinetici özgür seçimlerle seçilmez. Meşruiyeti kazanmanın diğer biçimi benim ?vatanperver meşuiyet? olarak adlandırdığım şey. Halkın kendini özdeşleştirdiği şeyler söyleyerek meşruiyet kazanmak. Bu da Arap yöneticilerde yok. Türk politik yaşamını bilmesem de bazı hislerim var. Bu meşruiyetler Türkiye?de mevcut. Hatta onlarca yıldır. Bir iktidarın sındıktan gelmesi, başı dik konuşabilmesi çok önemli. Arap dünyasında seçimlerde dolandırıcılıkla rakiplerini ekarte ettikleri için iktidarda kalan pek çok yönetici var. Maalesef bu istisna değil kural olmuş.




 

Haber Ara