Asker isterse ?hepimiz Kürdüz? veya ?ne mutlu Kürdüm diyene? desin, bunu söyleme tekelini kendi elinde tuttuğu sürece, Türkiye sadece PKK meselesini değil, hiçbir sorununu çözemez. Ancak siyasetin askersizleştirilmesi de ne kendiliğinden, ne de meseleyi basit bir asker-sivil karşıtlığı temelinde ele alarak çözülebilecek bir sorundur.
*Prof. Dr. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
KADİR CANGIZBAY*
TÜRKİYE?YE 12 Eylül rejimiyle biçilen modeli en iyi özetleyen şey, Turgut Özal?ın iki elini başının üzerinde birleştirip dört farklı eğilimi, dolayısıyla bu eğilimlerin taşıyıcısı olup da darbeciler tarafından kapatılıp yasaklanmış partileri (AP, CHP, MHP, MSP) tek bir partide (ANAP) topladığını söylemesidir. Yeni rejimde farklı siyasetlere yer yoktur; siyaset üretmek partilere yasaktır: Diyanet İşleri Başkanlığı?nın varlığını sorgulamak bile parti kapatma sebebi olabilecektir.
Siyasetin çerçevesini, yeni moda tabiriyle ?kırmızı çizgiler?ini askerler çizerken, sivil hükümetlere düşen de bu çizgiler dahilinde kalmak şartıyla gündelik işleri yürütmek olacaktır; yani bir nevi maslahatgüzarlık/işgüderlik.
Bu durumda farklı partiler arasındaki mücadele, yapacakları işler/hangi işlerin yapılacağı temelinde değil, işi kimlerin yapacağı/işin kimlere yaptırılacağını, kısacası musluğun başına kimin oturacağını belirlemek üzere gerçekleşecektir.
?İş bitirici? siyasetçi
Özal, ?iş bitiricilik?lerini ön plana çıkartarak girdiği seçimlerde oyların yüzde 46?sını almakla, yeni düzenin ruhunu çok iyi kavramış olduğunu gösteriyordu. Oysa bir işi yapmak/başarmak ile ?iş bitirmek? ayrı ayrı şeylerdi ve ?iş bitirmek?, herhangi bir işin nesnel gereklerini yerine getirmeksizin, söz konusu işin nemasına el koymak, tabiî bu arada da ?iş?i gerçekten yapanların/başaranların işini bitirmek anlamına gelirdi ki, bu da gayri ahlakî idi.
Ancak servet ve iktidar sahiplerinin geçmişinde, neredeyse istisnasız olarak Ermeni tehciri/yok edimi, Rum mübadelesi, Varlık Vergisi veya 6-7 yağması bulunan bir toplumda ?iş bitiricilik?, kınanmak bir yana, gıpta edilip heveslenilen bir meziyetti ve ?emek?i temel değer olarak yücelten ?sol?un yok edildiği bir ortamda, insanlar tabiî ki ?iş bitirici?lere ve de ?iş bitiricilik?e yöneleceklerdi. Ne yapılacak yerine kim yapacak temeline oturtulmuş bir siyasî zeminde, ister istemez ?kimlik politikaları? da öncelik kazanacaktı.
Lider sultasının mimarı
Futbol takımı holiganlığından kasaba milliyetçiliğine, her türlü kimlikçilik Özal?ların ailecek öncelikli tercihleri oldu: Özal ve yoldaşları, ilçe ilçe dolaşıp, bize oy verin sizi il yapalım vaatlerinde bulundular ve aynı zamanda ?bize oy vermezseniz, seçtiklerinizin elini kolunu bağlarız? tehdit ve şantajlarında da.
Özal ve ANAP bu kimlikçi/rüşvetçi politikayı en háyásızcasından bir seçim taktiği olarak kullanıyorlardı ama, bu aynı zamanda ve daha da belirleyici olarak, Türkiye?yi tümüyle içinde eritmek istedikleri global kapitalizmin stratejisiyle de bire bir örtüşen bir taktikti: Etnik, dinsel, mezhepsel, yöresel, cinsel ve de hatta takımsal kimlikler ön plana çıkartılsın ki, emek ile sermaye arasındaki çelişki, kültürler/medeniyetler arasındaki çatışmalar temelinde ufalanıp etkisizleştirilebilsin.
?İş bitirici? Özal, ?benim memurum işini bilir? diyerek, en başta rüşvetçilik olmak üzere her türlü usulsüzlüğü -meşrûlaştırmanın da ötesinde- açıktan açığa teşvik etmenin yanı sıra, 1987 seçimleri öncesinde seçim yasasında yaptığı değişiklikle kendi partisine yüzde 36 oy karşılığında milletvekilliklerinin yüzde 65?ini aldırtarak, Türkiye siyasî hayatının her türlü etik değerin en uzağına düşmesi yolundaki en öldürücü darbeyi de vurmuş oldu: Özal?ı yaşamamış bir Türkiye, bir Sabih Kanadoğlu?nu öyle kolay kolay çıkartamazdı.
Bu arada ön seçim zorunluluğu da kaldırılmış, dolayısıyla siyasî partiler, lider sultasına açık ve liderin otokratlaşmasını adeta teşvik eden bir yapıya da mahkûm edilmişti.
Seçim barajı kalkmadıkça
Siyasetçi, artık kendi seçmenine hesap vermek yerine genel başkanını memnun etmeye kendisini adamak zorundaydı. Zaten, hem seçim bölgeleri çok geniş tutulmuş, hem de insanların önemli bir bölümünün seçimdeki tercihi -yüzde 10 barajı yüzünden- ?oyum ziyan olmasın? kaygısıyla kerhen yapılmış bir tercihtir; o yüzden de siyasetçinin işi, esas olarak seçmenle değil, kendi parti büyükleriyle, en başta da parti lideriyledir. Ayrıca, siyaset üretmek eli silahlıların tekeline verilip, siyasetçinin işi ?iş bitirmek?le sınırlanmış olduğu ölçüde, siyaset bizatihi bir ?business?e, yani mutlaka ve mutlaka kár-zarar hesaplarının ışığında sürdürülmesi gereken akçeli bir faaliyete dönüşmüştür ve de hiçbir ?iş adamı? iflas etmek, yani liderinin gözünden düşüp o güne kadar yaptığı bütün yatırımlar boşa giderken aldığı kredileri de ödeyemez duruma düşmek istemez.
Siyasetin ana hatları itibariyle askerin tekelinde kalıp, siyasetçinin de kendi ?business?ının kárlılığı ve bekası peşine düşmüş bir profesyonele dönüşmesini öngören bir model, aslında siyaseti ancak ve ancak silahlı güce dayanılarak yapılabilir bir faaliyete de dönüştürmüş olur.
İşte bu durum dikkate alındığındadır ki, 12 Eylül öncesi Apocular denilen marjinal, ama silahlı bir örgütün nasıl olup da devletin her yolu denediği halde üstesinden gelemediği toplumsal-siyasal bir hareket haline geldiği anlaşılabilir.
?Kart kurt?tan Kürt?e
Gerçekten de Türkiye?de siyasetin ana çizgilerinde şu ya da bu ölçüde bir değişiklik meydana geliyorsa, yani ?kart-kurt?tan Kürt?e, Türk?lükten Türkiye?liliğe -hem de asker nezdinde bile- gelinmişse, bunun yeni Genelkurmay Başkanı?nın daha fazla kitap okuması veya hidayete ermesi sonucu olmadığı açıktır: Türkiye?de, ancak silahlı güçle veya böyle bir güce dayanarak siyasî aktör olunabilmektedir.
Kürt sorunu konusunda bayağı bir açılım yapıldığı, işin esas olarak PKK?nın silahsızlandırılmasına kaldığını düşünenlerin durumu ise, ?araba aslında bayağı iyi durumda, ama motoru biraz ağır geliyor, hele onu da bir çıkartıp atalım, işte asıl o zaman gör nasıl yol aldığını? demek türünden şizofrenik bir hezeyanın ötesinde pek bir anlam taşıyor değildir.
Mesele, PKK şeklinde ve etnisite vurgulu olarak tezahür etmiş olsa da, aslında 12 Eylül?ün Türkiye halkına siyaset yasağı getirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. PKK?nın silahsızlanması, siyasetin askersizleştirilmesinden geçer.
Asker isterse ?hepimiz Kürdüz? veya ?ne mutlu Kürdüm diyene? desin, bunu söyleme tekelini kendi elinde tuttuğu sürece, Türkiye sadece PKK meselesini değil, hiçbir sorununu çözemez. Ancak siyasetin askersizleştirilmesi de ne kendiliğinden, ne de meseleyi basit bir asker-sivil karşıtlığı temelinde ele alarak çözülebilecek bir sorundur.
Terörle mücadele adına köyleri yakılıp yıkılırken kendileri de üretim araçlarından yoksun kılınıp hayatını idame ettirebilmek için her türlü işi en kötü koşullarda yapmaya hazır hale getirilmiş milyonlarca insan olmadan Türkiye?nin talancı sermayesi ne Tuzla?daki ölüm tersanelerini bu kadar kolayca işletebilir, ne merdiven altında kot taşlatabilir ne de gerek kendisinin,gerekse dört çekerli cipinin güvenliğini sağlayacak fedai ordularını kurabilir.
?Plebisiter kulluk? rejimi
Kendi sömürü düzenini sürdürebilmesi için 12 Eylül?ün getirdiği sürekli dehşet ortamına fevkalade muhtaçtır; bunun için de halkın siyaset alanını doldurmasını engellemek üzere bu alanın asker tarafından işgal edilmiş halde kalmasını tabiî ki tercih edecek ve halkın kendi temsilcilerini seçmek yerine, dört yıl boyunca kendisini kim itip kakacak, kim azarlayıp aşağılayacak işte onları oyladığı bir ?plebisiter kulluk? rejimini mümkün olduğunca sürdürmeye çalışacaktır, tabiî demokrasi adı altında.
Bu oyunun kuralı ise, insanları kendilerinin üretim süreci içindeki konumlarından bağımsız sahte ayırım ve karşıtlıklar (laik-anti laik; Atatürkçü-şeriatçı; Alevî-Sünnî, Türk-Kürt; yeşil sermaye-ak sermaye vb...) temelinde kutuplaştırıp bütün eşitsizlik, yoksulluk ve yoksunlukların temelinde yatan emek sömürüsü olgusunu gözlerden gizlemektir.
Danışıklı dövüş
?Business?leşmiş siyaset ve siyasetleşmiş askerlik ikilisi üzerine kurulu bu düzenin sözde tarafları ise -ne taraftan bakılıp konuşulduğuna göre değişmek üzere- ?hırsız siyasetçi ile devletine sahip çıkan yurtsever askerler-bürokratlar? veya ?değişimden yana demokrat siyasetçi ile statükodan yana bürokratik oligarşi? olarak kurgulanacaktır.
Oysa, gerçekten demokratik ve de insanların kendi geleceklerini kendisinde görecekleri huzurlu bir Türkiye?ye doğru adım atmanın ilk şartı ne mutlaka yeni bir anayasa yapmak, ne de yeni bir anayasa yapılsın diye bir darbe olmasını beklemek, tam tersine anayasa değişikliğini bile gerektirmeyen yeni bir seçim ve siyasî partiler kanunu hazırlamaktır:
Vekilin seçmeniyle yüz yüze gelmesini mümkün kılan boyutlara sahip bölgeleri temel alan, sıfır barajlı ve millî bakiyenin Türkiye milletvekilliği şeklinde meclise yansıyacağı bir seçim sistemi ve gerek ülke, gerekse bölge bazında ön seçim koşulu taşıyan bir parti modeli.
Sihirli değnek gerekmiyor
Tabiî burada söz konusu olan, Türkiye?nin bütün sorunlarını bir anda çözecek bir sihirli değnek değildir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti diye bir ulus devlet var olduğuna ve ulus devlet modelinin insanların başına açtığı dertleri gidermenin yolu da yeniden yeni ulus devletler kurmak olamayacağına göre yapılması gereken şey, mükemmel devlet modelleri kurmaya, mükemmel anayasalar yapmaya soyunmak değil, mevcut devleti kendi insanları tarafından biçimlenir hale getirmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır.
[email protected]
Star gazetesi