Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Sekülerizm ve Müslüman Koşullar

Avrupa?da modern devletler; monarşik rejimler ve Katolik Kilise?sinin egemenliğine karşı verilen şiddetli bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkmıştır.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-03-23 01:18:00

Sekülerizm ve Müslüman Koşullar

Münir Şefik*

Batı?da Din ve Sekülerizm

Batı?da din, devlet ve toplum arasındaki ilişki ne gerçekçi bir dengenin sonucudur, ne de genellikle ?sekülerleşmiş Batı? olarak tanımlanan şeyle tutarlılık göstermektedir. Çoğu kişi sekülerizmi Batı toplumunun devlet, toplum ve birey seviyelerinde en temel ve göze çarpan özelliği olarak sunmaya çalışmıştır. Ancak vakıa dikkatli bir şekilde incelenirse, din ve devlet ilişkisi ile din ve toplum ilişkisi hakkında ayrı ayrı konuşulması gerektiği anlaşılacaktır.

Avrupa?da modern devletler; mutlakiyetçi monarşik rejimler ve Katolik Kilise?sinin egemenliğine karşı verilen şiddetli bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu karşılaşma, devlet ile kilise arasında bir barış ve tarihi bir uzlaşma ile neticelenmiştir. Kilise?nin kendisini siyasi bir partiye taşıması men edilirken; tercihine göre siyasi bir parti ya da siyasi bir adayı destekleme hakkı korunmuştur. Kilise ayrıca toplumda dini tebliğ faaliyetlerini sürdürme- eğitim, toplum ve ekonomi kurumları oluşturma özgürlüğüne sahip olmuştur. Kilise kendi adına inanma ve inanmama hakkına sahip insanlara ulaşmıştır.

Batı ülkelerinde devlet ile dini kurumlar arasındaki ilişki tek bir şekilde olmamaktadır. Örneğin Britanya ile İtalya, Almanya ya da ABD?deki durumlar birbirinden farklıdır. Gerçekte bir dizi değişik model uygulanmaktadır. Örneğin Britanya?da kral, devlet kadar kilisenin de başıdır. Fransa?da ise tam aksine 1789 İhtilali?nden sonra devlet ilk başlarda din ve dini kurumlara karşı düşmanlık içindeydi. Ancak kiliseden bağımsızlığını sağlamlaştırma, ve böylece din ile siyaseti ayırma sürecinde Fransa devleti iki yapı arasındaki husumeti sona erdirip işbirliği ve karşılıklı saygı köprüleri inşa ederek kilise ile tarihi bir uzlaşmaya ulaşmıştır. Avrupa ve Kuzey Amerika?da devlet-kilise ilişkilerinin modeli, her deneyim kendi özelliklerini dışa vuracak şekilde ülkeden ülkeye değişmektedir.

Din (ya da kilise) ile toplum arasındaki ilişkiler göz önüne alınırsa Batı toplumlarının büyük bölümü Protestan ya da Katolik kökenli duyguların egemenliği altında olmayı sürdürmektedir. İbadet gibi temel ritüellerin düzenli yapıldığı gözlemlenmese de dindarlık bir dereceye kadar devam etmektedir. Kamuoyu test edildiğinde dini festival ve diğer tüm fırsatlarda bu açıkça ve sıkça belirtilmiştir. Batı uygarlığı genel olarak Hıristiyan karakterini korumuştur. Aynı zamanda Batı?da seküler din dışı ya da din karşıtı eğilim, dar bir aydınlar grubu ile yine orta sınıfın dar bir grubuna mensup vatandaşlarla sınırlı kalmıştır. Böyle eğilimler özellikle radikal liberal, sosyalist ve komünist seçkinler arasında popüler olmuştur. Çoğu Batı Avrupa va Kuzey Amerika ülkesinde bu seçkinler, özellikle ahlak ve geleneğe ilişkin meseleler göz önüne alındığında, önemli stratejik politikaların benimsenmesinde ya da kamuoyuna veya halk idaresine etki etmede kesin sonuca ulaştıran bir rol oynamamışlardır.

Bu sebepten sekülerizmin, münhasıran Avrupa ve liderlerini yönlendirdiğini ileri sürmek gerçekten uygunsuz olacaktır. Avrupa uygarlık ve kültürü en iyi şekilde beş bileşenin kompleks bir ilişkisinden oluşmuş olarak görülebilir: Sekülerizm, devlet, toplum, kilise ve din. Diğer bir ifadeyle mevcut Batı uygarlığını din dışı olarak ya da Batı kültürünü seküler din dışı bir kültür olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Genel olarak Yahudilik, Yunan ve Roma paganizmi ile dinsiz liberalizm, sosyalizm ve komünizmin karmaşık bir harmanından oluşan bir Hıristiyan uygarlığıdır. Devletin gidişatı dahil genel süreç, Batı dünyasının Anglo Sakson bölümünde açıkça gözlenen bir özellik olan dindarlığı içermektedir. Bunun yanında Katolik dünyada din, devletlerin doğası ve dinlerin tarihi gelişimine bağlı şekilde çeşitli derecelerde nüfuza sahip olmuştur.

Batı?da sekülerizm çoğu üniversitede, medyada ve çoğu aydının yazılarında önde gelen bir pozisyon elde etmiş olmasına rağmen yine de mutlak bir liderlik ya da üstünlük iddia etmeyi başaramamıştır. Çoğu zaman önemli tavizler vermek zorunda kalmıştır. Böylece Batı?da gerek devlet gerekse toplum, dinsiz sekülerizmin tuzaklarına düşmekten kaçınabilmiştir. Bu gerçeğin önemi gereğinden fazla vurgulanmamalıdır. Uzlaşmalar daima Batı?nın birlik ve birlikteliği ile problemlerinin büyük bölümünü çözebilme yeteneği için bir ön koşul olmuştur.

Aşırı liberal, sosyalist ya da komünist formlarda dinsiz sekülerizmin yularları hem toplum hem de devlete kendi damgasını vuracak kadar serbest bırakılsaydı, Batı?daki durum tamamen farklı olacaktı. Çatışma, yeniden sıralama, uzlaşma ve güçler dengesinin bir sonucu olarak şekil alan muvazene, Batı toplumuna mevcut formunu kazandırmıştır. Aynı zamanda sekülerizmin kontrolü ile dışlayıcı yönetme arzusunu ve egemenlik eğilimini sınırlandırmaktan da sorumludur. O, aynı zamanda şu ana kadar Batı toplumunda sekülerizmi tamamen çökmekten koruyan bir muvazenedir.

Sekülerizm en göze çarpan şekliyle Fransa?da ilk ortaya çıktığından bu yana düşmanlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Böylece Batı?daki demokratik sistem tamamen bir dizi sert çatışmalar, iç savaşlar ve devrimleri takiben tüm seviyelerde elde edilmiş güçlerin belirli bir dengesi tarafından idare edilen bir denklem üzerine tesis edilmiştir. Batı?da sekülerizm; din, gelenek, kilise ve kamuoyunun zorlamaları içinde yürümektedir. Bu zorlamalar onu ekstremizm (aşırılık) ve hoşgörüsüzlüğe yönelik tüm eğilimleri sınırlamaya muktedir kılmıştır. Bu kısıtlamalar onu radikal bir eğilim izlemekten daima alıkoymuş ve aynı zamanda iflas sinyalleri verdiği anlarda çökmekten korumuştur.

Gözlemler

Sekülerizm, baskı ve despotizmin hüküm sürdüğü Bolşevik tarzı rejimlerin gölgesi dışında, asla özgür bir el ve mutlak hakimiyet elde edemedi. Kilise (ya da cami) ve geleneği ?diğer bir ifadeyle toplumun kültürel ve dini mirasını ? barındırmak için böyle rejimlerin reddedilmesi ve devlet ile topluma bütünüyle sekülerist bir görüş açısı ? siyasette, ekonomide ve toplumsal meselelerde ? dayatma girişimleri şiddet kullanımı ve baskıyı gerektirmiştir. Diğer bir alternatif olarak çoğulculuk ve demokrasinin benimsenmesi durumunda, seküleristlerin asli bir geri çekilmesi sözkonusu olduğundan az önce bahsedilenler kaçınılmazdır. Diğer bir ifadeyle toplumun kültürel temelleriyle uzlaşı içine girmek ve güç paylaşımı ile kaynakların yeniden dağılımının gerekliliğini kabul etmek suretiyle büyük tavizler vermek zorunda kalmıştır. Gerçekte sekülerist proje kendi dışlayıcı, saf, sekülerist tabiatını kaybetmiştir. Aslında bu İtalyan Komünist Partisi?nin Katolik Kilisesi ile tarihi bir uzlaşma çağrısında bulunduğu zamanlarda çok erken gözlediği bir şeydi. Bu aynı zamanda Rusya, Bağımsız Cumhuriyetler ve Doğu Avrupa?daki liberal, sosyalist ve komünist partilerin şu anda başarmaya çalıştıkları şeydir.

Çağdaş Batı tecrübeleri sekülerizm ile beraber onun savunucularının birtakım yeni değerleri topluma modernizasyon ve ilerleme kılığında aşılamaya çalıştığına tanıklık etmiştir. Bu değerler esasen cinsler arası ilişkiler, aile bağları, eğitim, çocuk yetiştirme, suç ile ceza ve eşcinsellik gibi konularla ilgiliydi. Bu konulara sekülerizmin yaklaşımı geleneğin mutlak reddi ve geçmişle tüm bağların koparılmasıyla öne çıktı. Bunun yerine saf mantığa dayalı ve din ya da geleneğin kısıtlamadığı yeni fikir ve değerler savunuldu. Bu fikir ve değerler nerede üstün geldiyse oradaki sonuçları olumsuz oldu. Sosyal bir birim olan aile dağıldı. Gerçekte evlilik kurumu ve aile ilişkileri arkalarında tehlikeli sonuçlara giden yollar bırakarak altüst oldu. Bunların çoğu suç, uyuşturucu bağımlılığı, bireycilik ve bireylerin izolasyonundaki artışta kendisini belli etmektedir. Aynı zamanda ahlakilik ve merhamet duyguları da aşınmaya uğradı. Ağır olmayan cezalar ve mağdurlardan çok suçluları korumayı hedefleyen siyaset, suçu azaltmayı ve kurbanların acılarını dindirmeyi başaramadığı gibi suç oranlarının dikkat çekici şekilde artmasına neden oldu.

Ahlakilik ve sosyal normlar konusunda sekülerizmin anlıkçı, sığ ve zayıf olduğu görülmektedir. Özellikle aile, kadın sorunları ve suç ile ceza konularında geleneksel değerlerin çelişkilerini eleştirme ve gündeme getirmekte başarılı olduysa da din, gelenek ve geçmiş ile bağları koparmaya dayalı çıkarımları, çelişkilerin giderilmesinde başarısız olmanın yanısıra daha ciddi kusurların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sekülerizm, tarih, geçmiş insan tecrübesi ve dinin toplumdaki rolünü küçümsemektedir. Bunları karanlıktan başka bir şey olarak görmemektedir. Tarihe karşı böyle aşağılayıcı bir bakış, insan toplumlarının tarihi tecrübesine ciddiyetten uzak bir şekilde bakmanın neticesidir. Bir toplumun bazı değer ya da geleneklere sarıldığında; bunu yoksaymanın ya da aptallığın değil de uzun bir deneyimin sonucu ve çetin bir hayat sınavından geçmiş olmanın neticesi olarak yaptığını kabul etmekten uzak bir bakış açısıdır. İnsanların kalıtsal dezavantajlara rağmen bazı gelenek ve değerlere sarılmaya karar verdiğinde bunu bazı acı verici tarihi tecrübelerden geçmiş olmaları sebebiyle her zaman yaptıklarını bazı seküleristlerin fark etmediği görülmektedir. Tarihi süreçte insan toplumları, bazı liberal seküleristlerin savunduğundan farklı şartlarda tecrübe kazanmışlardır.

Bazı seküleristlerle ilgili problem kendilerinin objektif addettikleri özel bir davranış kalıbı ortaya koyduklarında, bunun deneysel olarak ispatlanmak zorunda olduğunu fark edememeleridir. Böyle fikirler insanların hayatında test edilmelidir. Lehte ve aleyhte olanlar ancak zaman içerisinde keşfedilebilir. Yani genellikle karşı çıktıkları dini öğreti ve geleneklere saygı göstermelidirler. Ayrıca halen uydurma ve spekülasyon seviyesinde olan kendi öz fikirleri konusunda da tevazu göstermelidirler; bunlar, ne denenmiş; ne de yargılama ve krizler karşısındaki dayanıklılıkları ispat edilmiştir. Örneğin; aile birliği sorununu büyük bir dikkatle ele almalıdırlar. Geçmişte felaketler, krizler ve ekonomik zorluklar karşısında aile önemli bir savunma kaynağı olmuştur. Aile ve aile birliğini sağlayan değerlerin yokluğunda böyle zorluklarla karşılaşan birey ve toplumların kaderinin ne olacağı ancak tahmin edilebilir. İnsan toplumları birleşik bir aile biriminin yokluğunda var olmayı daha önce asla tecrübe etmemişlerdir. Henüz deneysel olarak ispatlanmamış olanın yararına şiddetli fırtınalara dayandığı kanıtlanmış olanı yıkılma riskiyle karşı karşıya getiren şey, bilgelik ve akılcılığın yokluğudur. Ve toplum ile gelecek nesillerin tamamı, başarısızlığa uğramış bir deneyin bedelini öderken bu sorumluluğu üstlenecek olan kimdir?

Bu nedenlerden sekülerizm gelenek, din ya da dini kurumların olumsuz yönlerini hedef alırken gerekli dengeyi sağlamakta genel olarak yetersiz kalmıştır. Değişim, reform, modernizasyon ve modernlik buna göre geçmiş, tarih ve din ile ilişkilerin koparılmasıyla gerçekleştirilmemelidir. Bunun yerine kusurların giderilmesi ya da en azından azaltılması ve ?yeni?nin üretilmesi yoluyla devamlılığı sağlayan kompleks, istikrarlı ve iyi dengeli bir süreçle gerçekleştirilmelidir. Bu ?yeni? kendisini uzun dönemli sosyal krizlerin getirdiği denemeler ile güç dengesindeki başarılı değişiklikler karşısında ispatlamak durumunda kalacaktır.

Batı demokrasilerinin dayanma gücünü arttıran ve bir dengeye ulaşmalarını sağlayan belki de bu sekülerizm, din ve geleneğin karmaşık bir karşılıklı ilişkilerini içeren çağdaş bir Batı uygarlığı kompozisyonudur. Rönesans ve demokrasiyi sekülerizme bağlayan görüşün aksine, Batı toplumlarının demokratikleşmesini ve rönesansı tamamlamasını mümkün kılan bu kompozisyondur. Batı toplumlarında dengeyi mümkün hale gelmesi İslam toplumlarındaki durumdan farklı olarak belirli bir dengeli yöntemin sonucunda gerçekleşmemiştir. Daha çok, mevcut güç dengesini yansıtan uzlaşmalara yol açan, genellikle tekyanlı pozisyonlar arasındaki anlaşmazlıklar yoluyla gerçekleşmiştir.

Tüm uzlaşmacı özellikleriyle birlikte bu uluslararası yeniden hizaya girmenin, Batı Avrupa ve ABD?ye, küresel egemenliğe doğru geniş bir yükselmenin bir parçası olarak girdiğini görmek önemlidir. Modern Batı rönesansına eşlik eden, kışkırtan ve ilerlemesini sağlayan sömürgeci koşul ilişkilerin dahili modellerini belirlemede ve sayısız problemi çözmede kritik bir rol oynamıştır. Ülkelerin dış müdaheleden uzak bir şekilde kendi yollarında gitmelerine izin vererek, uluslararası uzlaşma ve barışa ulaşılmasını kolaylaştıran bu sömürgeci durumdur. Kaynakların içe akmasını kolaylaştıran ve böylece ekonomik gelişme, refah ve ilerlemeyi teşvik eden de bu durumdur. Pek çok örnekte iç krizlerin istila ya da karasal genişleme yoluyla ihracını ya da emilmesini kolaylaştıran da yine bu sömürgeci koşuldur. Batı?nın farklı yerleri yıkıp alternatiflerle deneyim kazanması vasıtasıyla sekülerist doğaçlamanın konforuna sahip olmasına izin veren muhtemelen bu sömürgecilik yetkisine sahip olma durumudur. Eğer Batı?nın bunu yapmaya durumu el veriyorsa zayıf, ezilmiş ve haksızlığa uğramış ulus toplumları yaşam testinden geçmeyi mümkün kılan bir alternatif sunmaktan çok, bilhassa özel eksikliklerle ilgilenmek üzere tasarlanmış teoriler için laboratuvarlar haline gelmesine dayanamayacaklardır.

Liberal sekülerizm içindeki bazı kontrolsüz eğilimlere ? özellikle eğitim, aile, ahlak, değerler, görev ihmali ve suç ? karşı kilise dahil Batı toplumlarındaki kesitlerin kurduğu savunma mekanizmalarına rağmen Batı toplumları radikal sekülerist fikirlerin kötü etkilerine çokça maruz kalmıştır ve bu da sosyal krizleri arttırmaktadır. Suç oranlarında düzenli bir artış vardır, aile dağılmakta, cinsel sapıklık artmakta, uyuşturucu alışkanlığı yayılmaktadır ve bireyciliğe ve şiddet kullanımına eğilim gözle görülür biçimde artmaktadır. Bu durum iki yüzlü bir bıçağa benzemektedir. Zira bir taraftan dinsiz sekülerizme karşı sosyal bir tepkiyi ortaya çıkarma, böylece toplum üzerinde kilise ve dinin hakimiyetini arttırma potansiyeline sahiptir; kısaca, İngiltere eski başbakanı John Major?ın ifadesiyle, öz değerlere ya da ?gerçeğe? dönüşü kışkırtmaktadır. Diğer yandan dinsiz liberal sekülerizmi destekleyen radikal azınlıkların yararına geleneksel sosyal kurumlardaki, ABD?de ?Wasplar? gibi, yozlaşmanın artmasına ve onların tehdit edilmesine yol açabilmektedir.

Buna göre Batı toplumlarındaki liberal sekülerizm pek çok farklı sonuca yol açabilecek şekilde derin bir iç krizin eşiğindedir. Bu sonuçlardan en tehlikeli olanı ise özellikle, gençlere nüfuz eden, ciddi suç artışı, uyuşturucu bağımlılığı ve şiddet engellenmediği takdirde bir barbarlık durumuna sapma ihtimalidir. Aynı bağlamda, kendi dinsiz sekülerliklerinde aşırı olan akımların marjinalliklerine rağmen artan yetkilendirilmesine şahit olunabilir. Böyle akımlar, medyadaki ? televizyon, tiyatro ve sinema dahil ? hakimiyetlerini başarıyla yoğunlaştırmak suretiyle ve en başta aile olmak üzere toplumun geleneksel kurumlarında böyle etkilerin neden olduğu çöküşün sonucu olarak iktidara gelmeye hazırlanmaktadırlar.

İslam?ın Medeniyet Modeli

Din, devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin ilk İslami modeli, Peygamberin ve onu takip eden dört gerçek halifenin, Müslüman topluma liderlik örneği çerçevesinde şekillenmiştir. Genel amaçları, yönetim tarzı ve siyaset, ekonomi, savaş ve uluslararası ilişkilerde politikasının esaslarını oluşturan teorileri bağlamında, referans çerçevesi İslami olan devletin yasalarına Kur?an ve Sünnet birlikte şekil vermiştir. Devletin dümen başında olan, hukuk ilmi, siyaset, ekonomi ve savaş konularında iyi bir bilgiye sahip, bu alanlarda bilgisi ya da uzmanlığı için göreve alınan danışmanları olan bir yönetici bulunmaktaydı. Amaç; Allah?ın ibadet, muamele ve davet öğretilerinin yerine getirilmesi yoluyla, O?nun hoşnutluğunu kazanmaktı. Devletin küresel bir misyonu vardı; yani adaletin tesis edilmesi ve iyi bir örnek oluşturulması yoluyla insanlığı tam tektanrıcılık dini olan İslam?a davet etmekti. Bunun baskı, zorlama ya da şiddete başvurulmadan yapılması öngörülmüştür. Gerçekte görev; insanları putperestlikten kurtarmak, iktidar ve yöneticilerin kaprisine kölelikten kurtarmak ve sadece yaratan ve her şeye gücü yeten Allah?a kulluk etmede onlara yol göstermektir. Renk, ırk, ulus ya da din farkı gözetmeksizin, tüm insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek de devletin görevidir. Böylece yönetici ve danışmanlarının dini öğretilere tamamen uymaları ve muhtemel yollar içerisinde toplumun, insanlığın ve tabiatın çıkarlarına en uygun olanını sağlayacak bir politika izlemeleri beklenmektedir. Diğer bir ifadeyle kendi arzu ve şahsi çıkarlarına dayalı bir siyaset izleme ya da yönetim sistemi kurma özgürlüğüne sahip değildirler.

Burada metnin sınırlarına hapsedilmiş görünen akıl ? ancak yine de yenilik için büyük bir ölçek verilmiştir ? yöneticinin ya da hakim sınıfın şahsi çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanmış teori ya da fikirlerin üretilmesiyle uğraşmak tehlikesinden böylece korunmuş olur. İşte bu da İslami model ile hakim sınıfın şahsi çıkarlarının ülkedeki vatandaşların çoğunluğunun zarara uğratılabileceği ya da dışarıdaki ulusların köleleştirilebileceği nesnel dinsiz sekülerizm arasındaki başlıca farklılıktır.

Yönlendirilen bir İslami devlet modelinin teokrasi olarak tanımlanamayacağına dikkat etmek önem taşımaktadır. Daha ziyade referans çerçevesi Kur?an ve Sünnet olan dini bir devlettir. Yöneticinin iktidara, dikkat ve gözetimine tabi olduğu toplum tarafından özgürce seçildikten sonra bey?at (bağlılık sözü) yoluyla geldiği bir devlet modelidir. Bunun ötesinde toplum bey?at?ını geri alma hakkını saklı tutmaktadır. İslami devletteki yönetici şura ve ictihad?ı uygulaması beklenen ve hata yapabilecek sıradan bir insandır; yani buna göre onun seçimleri kabul ya da reddedilebilir.

Müslüman aklının metinsel referans çerçevesine bağlılığının, hayat ile öğrenmeye ve fenomenin keşfine bilimsel bir yaklaşımı simgeleyen şeyin karakterize ettiği katı bir nesnel açıdan gerçekliğin etkileşimini gerektirdiği gözlerden kaçmamalıdır. Müslüman aklın buradaki sloganı şudur: ?Rabbim, bana gerçekleri göster?; ?Rabbim, bana hakikati görme gücü ver ve onu izlememe yardım et, Rabbim, bana batılı görme gücü ver ve ondan kaçınmama yardım et.? Müslüman ve seküler akıllar arasındaki fark nesneleri gerçekte olduğu gibi yani seküler aklın İslami akıldan farksız olduğu bilimsel ve nesnel bir bakış açısıyla görmekten kaynaklanmamaktadır. İki yaklaşım arasındaki ayırıcı unsur daha çok hakikate bağlılık ve batıldan kaçınmadan kaynaklanmaktadır. Böylece baskıcı, ırkçı, sömürgeci, istismarcı ya da zorla elde eden veya sapma, anormallik veya suçu barındıracak şeyleri haklı çıkarmakta zihin kendisini özgür hissetmemektedir.

İslam tarihinde öne çıkan şeriat ile yönetici, devlet ve refaha sahip insanlar arasındaki çatışmalardır. Şeriatın kısıtlamalarından kurtulma çabaları zenginliği tekelleştiren ve onu ümmet pahasına kendi mutluluğunu sağlamak için kullananlar kadar despot yöneticiler tarafından da sürekli gösterilmiştir. Diğer yandan şeriata sıkıca bağlılık çağrıları böyle yöneticilere karşı sürekli bir devrimi temsil etmiştir; bu da toplumun kendisini bozulma, aşağılaşma ve kaynakların çarçur edilmesinden kurtarma çabalarıyla ilişki halinde olmuştur.

Peygamber devri ve onu izleyen gerçek halifelerin, bunun ötesinde ilk İslami devletin kurduğu adalet ve güzel örneğin Müslüman aklı üzerindeki büyük etkisi, bir yöneticinin ona isyan etmesini çok zor bir hale getirmiştir. Bir yöneticinin herhangi bir şekilde sapması akaide, tarihi hatıraya ve ümmetin gelecek umutlarına yönelik büyük bir tehdit olarak algılanmıştır. Burada, 1400 yıldan fazla bir süredir misal teşkil edecek sayısız tecrübe sunan İslami model ile Batı?daki kilisenin sicili arasında büyük bir fark bulunmaktadır. İslami tecrübe canlanma, adalet, ilerleme, eşitlik ile ifade özgürlüğü, insan onuru ve insan haklarına saygı çerçevesinde görülürken kilisenin tecrübesi çoğu insanın Karanlık Çağ ya da Engizisyon olarak tanımladığı şeyle ilişkilidir. Buna göre geçmişin manzarası iki örnek için farklı olmaktadır. Bu nedenle sekülerist dinsiz Batı?da dinin devletten ayrılmasının açıkça gerçekleşmesi mümkün olmuşken gerek geçmiş, gerekse gelecekte İslami bağlamda bu yaklaşımın dolaylı ve çok sayıda maske kullanılarak yapılması gerekmiştir.

Emevi hilafetinin tesisinden sonra ulema ve din ile devlet arasındaki ayrılık kademeli olarak genişlemeye başlamıştır. Yönetici artık Hulefa-i Raşidin modelini temsil etmemektedir (yönetimi gerçek halifelere uygun sayılan Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz hariç). O zamandan Osmanlı döneminin sonuna kadar olan zaman diliminde rejim ?hırs ve fetih yönetimi? olarak tanımlanmıştır.

Bu dönemde yöneticiler tarafında; politikalarını şeriattan uzaklaştırma, adalet ilkelerine gerçekten bağlı ulema?yı uzaklaştırma ve gerçekte olmadığı halde şeriata bağlılık imajını sürdürmek için sultanın uleması olarak bilinen kişilerle özdeşleştirilme yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır. Görüntü şöyleydi: Askeri yapı ve kendileriyle aynı görüşe sahip uzmanlar tarafından desteklenen yöneticiler giderek şeriattan uzaklaştılar ve tamamen kendi şahsi arzu ve çıkarlarına hizmet etme amacını güden sebeplere bel bağladılar. Baskı ve yozlaşma yaygınlaşırken hilafeti korudular, şeriata kişisel meseleler için bir rol biçtiler ve ulemaya toplumdaki dini sembolleri koruma görevini bıraktılar. Ulema, baskı ve yozlaşma tamamen dayanılmaz olduğu ya da ülkenin başına felaket, kriz ya da savaşlar geldiğinde yani insanlar kriz ve zorluk dönemleriyle karşılaştığında bir otorite haline gelmiştir.

Ulema ve yöneticiler arasında bir tür anlaşma yapılmıştır. Ulema, yönetici ile din arasındaki ?onaylanamaz? ayrılığı hor görmüş olsa da yöneticilere karşı isyanı teşvik etmemiştir. Aynı zamanda sapkın uygulamaları görmezden gelmemiş ve böylece çabalarını toplumda dinin rolü ve yerini sağlamlaştırmaya yoğunlaştırmıştır. Ulema bir manada kriz ve felaket dönemlerinde toplumun son savunma hattıydı. Yöneticiler dinin toplumdaki gerçek koruyucuları olma iddiasında bulunsalar da gerçekte kendi yasalarını uyguladılar ve özelde dinin temel ilkeleriyle çelişen bir hayat tarzına önderlik ettiler. İki taraf arasında çatışma dönemleri olduğundan geçen 1400 yılda yukarıda bahsedilen durum süreklilik göstermedi. Ateşkes, şiddet içeren baskı ve isyana açık teşvik dönemleri araya noktalar koydu (El-İz Bin Abdüsselam Mısır?da dikkat çekici bir örnek teşkil etmiştir). Burada sözkonusu edilen; son 200 yıldır ulema?nın önderlik ettiği ayaklanmaların gidişatı değildir (el-Ezher ayaklanması yanında Muhammed Abdülvahab, Abdülkadir El-Cezairi, Ömer El-Muhtar ve El-Mehdi). Yine de anlaşma (çoğu durumda uzlaşma olmadan yapılan ateşkes) dönemleri yüzyıllar boyu en yaygın durum olmuştur.

İslam tarihinde din ile devlet ilişkilerini alt üst eden (ve böylece Hulefa-i Raşidin modelinin sonunu getiren) eğilimin yönetime sekülerizm tohumları ektiğini, ancak din ile bazı bağların sürdüğünü görmek önemlidir. Sekülerizmin tohumları despotluk, zulüm, ahlaksızlık, kamu varlığının kötü kullanımı, azınlıkların ezilmesi ve kabilesel ve etnik çatışmaların kışkırtılması şeklinde çimlendi. Bir yanda yönetici, destekçileri ve ordu ile diğer yanda ulema ve din arasındaki ilişki, güç dengesindeki değişikliklere bağlı ateşkes ve kapışmalar arasında bocaladı. Gayet doğal olarak Hulefa-i Raşidin modeli dışında bu çemberi kırmak için başka bir yol yoktu.

İslam dünyası Batı tarzı sekülerizmi, ancak küresel güç dengesi İslam toplumlarına kendi etiketlerini taşıyan sekülerizmi dayatmak için Müslümanların meselelerine doğrudan müdahele eden Batı?nın lehine değiştiği zaman tanıdı.

Modern Sekülerist Devletler ve Arap-İslami Koşullar

Arap ve Müslüman ülkelerin çoğundaki sömürgeci müdahele ciddi bir iç dengesizliğe yol açmıştır. Modern sekülerist devlet ve modern sekülerist orduya dayalı yeni bir denge oluşturma girişimi vardı. Bunların ikisi de daima sömürgeci otorite ve ordusunun taklit edilmesiyle şekillendi. Böylece bu yeni bağımsız devletler, ordu, polis, istihbarat servisi ve yasal sistem dahil sömürgeci devletlerin ve kurumlarının uzantısı haline gelmişlerdi.

Buna göre Arap ve Müslüman bölgelerdeki durum bir iç uzlaşma ya da iç çatışmaların çözülmesi sonucunda ortaya çıkmış değildir. Daha ziyade topluma dışarıdan dayatılmıştır ve böylece toplumu temsil etmemektedir. Ancak toplumda temsilcileri bulunmaktadır.

Misyonerlik eğitimi ya da sekülerist Batı okulları ve üniversitelerinde eğitim gören seçkinlerden bile izole edilmiş bir durumdadır. Siyasi gücün tekelleşmesi devletin İslam?dan uzaklaşmasına verdikleri desteğe ve Batılı sekülerizm modelini kabul etmelerine rağmen bu seçkinlerin düşmanlığını körüklemiştir. Ancak Batılı sekülerizm modelinin kabul edilmesi din ve devlet arasında Batı?da var olan dengeyi dikkate almayı gerektirmektedir. Arap sekülerist modelde işin bu boyutu gizlenmiştir. Zira böyle bir durumda İslam ve ulema?nın bir yetkiye sahip olma şansı olacaktı. Sekülerist diktatörlük ve onun topluma yabancılaşması çoğu modern Arap ve Müslüman ülkesinde çok ciddi krizlere yol açmıştır. Bu kötü durumun dışında başka bir yol arayan iktidardaki seküleristler dış güçlere bağlılıklarını arttırmışlar ve topluma karşı diktatörce tavırlarını yoğunlaştırmışlar, böylece kendilerini daha da yabancılaştırmışlardır.

Modern devletin topluma karşı ilk saldırısı sömürgecilik döneminde meydana geldi ve geleneksel İslami kurumları hedef aldı. İlk olarak vakıflar zaptedildi ve yönetimin denetimine alındı, böylece yüzyıllardır sahip oldukları bağımsızlıklarından mahrum bırakıldılar. Dini eğitim kurumlarını kontrol altına almak ya da rollerini oldukça azaltmak için benzeri önlemler alındı.

Ancak bağımsızlık sonrası asıl savaş, dini kurum ve oluşumların bağımsızlıklarından ayrılması ve imamların tayini, camilerin ibadet için açılış ve kapanış saatlerinin belirlenmesi ve cemaatin ibadet sonrası camide kalmasının yasaklanması dahil tüm faaliyetlerinin doğrudan yönetimlerin kontrolü altına alınmasından sonra başladı. Batı?da sekülerizm, kilise, din, ve devlet arasındaki ilişkiler; kiliseyi, yardım, eğitim ve medya kurumlarını tamamen özgür bırakan tarihi bir anlaşma ile dengelenmişken, İslam dünyasındaki sekülerist otoriteler İslam ve kurumlarıyla bir anlaşmayı onaylamadılar ve bunun yerine İslami muhalifleri yok etmeye ya da en azından ?kaynakların kurutulması? olarak bilinen bir süreç vasıtasıyla kontrol altına almaya çalıştılar. Aynı sekülerist otoritelerin Hıristiyan kiliseleriyle aynı üslupla uğraşmadıklarını görmek ilginçtir. Bunun yerine kilise, bütünüyle bağımsız, bağış ve eğitimde tamamen kendi başlarına bırakıldı.

Arap ve Müslüman ülkelerde İslam dini ve İslami kurumlarla uğraşan sekülerist otoriteler sosyalizm ve komünizmden çok uzak olmalarına rağmen Bolşevik modelini izlemişlerdir. Gerek kendi kültürel tesislerini kurmak sebebiyle olsun gerekse komünizmle mücadele döneminde bulundukları için olsun önceleri din ile olumlu ilişki sürdüren bazı ülkeler şimdi bu olumlu tavrı azaltmaya ve Bolşevik modelinin özelliklerini taşıyan uygulamalara eğilim göstermeye başlamışlardır.

Bir anlaşmayı onaylayan ve kilise ile dini kabul eden Batılı liberal sekülerizmin şimdi Arap ve Müslüman ülkelerdeki dine karşı verilen savaşı sonuna kadar sürdürmeyi teşvik etmesi görülmeye değerdir. Daha dikkat çekici olan, İslam toplumlarındaki İslami yapılanmalara karşı ve dinin rolünün marjinalleştirilmesi yönündeki sekülerist jenosit kampanyalarına karşı Batı?daki kilise ve geleneksel dini kurumların pozisyonudur. Diğer yandan İslam ve İslami kurumlarla mücadele çabasının yanında İslami faaliyetlerin kısıtlandığı İslam ülkelerinde Hıristiyan misyonerlere özel imtiyazlar verip, misyonerlik faaliyetlerini teşvik etmeyi amaçlayan, Batı?daki sekülerist-Hıristiyan ittifakı da gözlerden kaçmamalıdır.

Bu iç ve dış savaş halinin devamı, gelecekte üç seçenekten birisinin kaçınılmaz olarak hüküm sürmesine neden olacaktır. İlk seçenek; despot devletin, Arap ve Müslüman ülkeleri için sekülerist model olarak ayakta kalması ve yaşaması için baskı, boyunduruk ve sapkınlık olabilir. Diğer bir alternatif; bir iç savaşın patlak vermesi ve kendi rakiplerini ezmeyi deneme bataklığında boğulması muhtemel bir İslami devletin ortaya çıkması olabilir. Üçüncü seçenek ise İslamcı, ulusçu ya da Arapçıların liderliği altında olmasına bakılmaksızın daha dengeli bir durum yaratmak için bir tür ateşkes, barış ya da uzlaşmaya varılması olabilir. Bu seçenek, arkasına Batı rüzgarlarını almış gelgitlere karşı yüzmeye benzemektedir.

Sonuç

Çoğu Arap ve İslam ülkesindeki devletler, ne sekülerizmin Batı?daki gelişimine yol açan tarihi koşulları ne din, Kilise ve Batı Hıristiyanlık uygarlığının mirası ile yapılan iç imtiyaz, uzlaşma ve anlaşmaları, ne de Batı?nın küresel egemenliğinin sürmesini ve böyle bir durumun gereklerini göz önünde bulundurmadan sekülerizmi desteklediler. Bu önemli kriterlerin gözlemlenmesindeki başarısızlığın sonucu, Arap ve Müslüman seküleristlerin modelini taklit etme iddiasında olduğu Avrupalılardan farklı bir yol takibinin benimsenmesine kaçınılmaz olarak yol açtı. Böylece Arap ve Müslüman seküleristlerin kendi modellerini Batı?daki modellere dayandırdıkları iddiası ve Batının yolunu izleyerek ilerleme çabaları, aslında temelden yoksundur. Zira çok partili demokrasiyi benimseyen hoşgörülü bir devlet kurmak yerine hoşgörüsüz ve dargörüşlü ve bazı ülkelerde din ayrımcılığı yapan, otokratik bir devlet yaratılmış oldu. Canlı ve yetkili bir sivil toplum yerine temel haklar ve sivil özgürlüklerin reddedildiği bir baskı toplumu bulduk. Bağımsızlıktan çok, kesin bir iç yabancılaşma durumunun eşlik ettiği dış güçlere uşaklık durumu sürmektedir.

İslam bir referans çerçevesi olarak kabul edilmeden, farklı iç sosyal güçler ve siyasi gruplar arasında tarihi bir uzlaşma sağlanmadan ve dış müdahele ve zorlamadan çok, iç güç dengelerinden kaynaklanan bir muvazeneye ulaşılmadan, Arap ve Müslüman ülkelerde çoğulculuk, hoşgörü, ifade ve inanç özgürlüğü, sivil toplumun egemenliği ve nihai bir arabuluculuğun neticesinde ortaya çıkan seçim sonuçlarının kabul edilmesi gibi değerlerin sağlamlaşması imkansız olacaktır. Söylenmesi gereken Arap ve Müslüman ülkelerdeki mevcut durumun değişmesi, yalnızca Müslümanların Batı?ya değil aynı zamanda Batı?nın da İslam ve Müslümanlara bakışını gözden geçirmelerini gerektirmekte olduğudur.

*Filistinli asıllı Müslüman düşünür ve yazar.

Bu makale Gürkan Bayır tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.

 

 

 

Haber Ara