Azzam Temimi*
İslami eğilimin önderleri modernleşme ve ilerleme yollarının İslam medeniyetine ait başarılardan vazgeçmeden aranması gerektiğine inanmaktaydılar. Onların hedefleri; Napolyon?un Mısır?a ayak basmasından bu yana sahne alan Avrupa sömürgecilik seferberliğinden kendilerini koruyup, Arapları geri kalmışlık durumundan kurtaracak İslami bir Rönesans yaratmaktı.[1]
Rifa et-Tahtavi (1810-1873), İslam şeriatının tesis edilmiş değer ve ilkeleriyle çatışmayan unsurları alma amacıyla Avrupa medeniyeti ile etkileşim kampanyasını başlatan kişidir. Kahire?deki el-Ezher üniversitesi mezunu olarak, Muhammed Ali tarafından Fransa?ya gönderilen Mısır birliğine imam tayin edilmiştir. Oraya bir öğrenci değil de imam olarak gönderilmesine rağmen o eğitimli bir aileden geliyordu ve kendisini heyecan ve başarıyla çalışmaya adadı. Fransız dili konusunda derinlemesine bir bilgi edindi ve antik tarih, Grek felsefesi ve mitolojisi, coğrafya, aritmetik ve mantık ve en önemlisi 18. yüzyıl Fransız düşüncesi (Voltaire, Rousseau?nun Toplum Sözleşmesi ve diğer çalışmalar) hakkında kitaplar okudu.[2] Beş yıl sonra evine dönerken ümmetin özgürlükten yoksun olmaktan kaynaklanan hastalığını teşhis etmişti ve bir çare olarak çok partili demokrasiyi önerdi. Avrupa?dan bilgi alınması fikrine karşı çıkanları şu sözlerle eleştirdi: ?Bu insanlar yanılgı içerisindedir zira medeniyetler değişir ve aşamalardan geçer. Medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde bu bilimler İslami idi. Avrupa onları bizden aldı ve ileriye götürdü. Onlar bizim atalarımızdan nasıl öğrendiyse şimdi bizim onlardan öğrenmemiz bir görevdir.?[3]
Tahtavi 1834?te, Paris?ten Kahire?ye dönmesinden kısa bir süre sonra gözlediği modern Fransa örf ve geleneklerini özetleyen[4] Fransa?da gördüğü demokrasi konsepti ve bu konseptin, tanık olduğu şekilde, Kral X. Charles?a karşı 1830 devrimiyle savunma ve yeniden öne sürülmesini metheden ilk kitabı Tehlis el-İbriz İla Telhis Bariz?i yayınladı.[5] Tahtavi okurlarına açıkladığı demokratik konseptin İslam anayasasıyla uyumlu olduğunu göstermeye çalıştı. Siyasi çoğulculuk ile İslami tecrübenin ortaya çıkardığı ideolojik ve hukuki çoğulculuk formlarını şu şekilde karşılaştırmıştır:
Dini özgürlük, dinin temelleriyle çatışmadığı sürece inanç, görüş ve mezhep özgürlüğüdür. El-Eşariye ve el-Maturudiye?nin teolojik görüşleri ya da önde gelen hukukçuların branşların doktrini hakkındaki düşünceleri bir örnek olabilir. Bu ekollerin herhangi birini izleyerek insan kendisini emin hisseder. Aynı şey kendi ülkelerinin yasalarıyla uyum içerisindeki kural ve gereksinimleri anlatmayı ve uygulamayı teşvik eden önde gelen yöneticilerin siyasi uygulama ve görüşlerine de uygulanabilir. Krallar ve bakanlar bir hedefe varmak için siyasi gerçeklikler çerçevesinde çeşitli yollar izleme yetkisine sahiptir: İyi yönetim ve adalet.[6]
Müslüman modernistler olarak da adlandırılan diğer 19. yüzyıl İslamcı modernistler (Hayreddin et-Tunusi (1810-1899), Cemaleddin el-Afgani (1838-1897), Abdurrahman el-Kevakibi (1854-1902) ve Muhammed Abduh (1849-1905) ) Müslümanların İslami değerler ya da kültüre zarar vermeden Avrupa?nın kazanımlarından faydalanabileceğini vurgulayarak Tahtavi?nin modelini takip ettiler.[7] İslami siyasal düşünce geleneğinde yetişenler için Avrupa?ya atıfta bulunulan pek çok önemli fikir aslında yabancı değildi: Kendisini toplumun bir üyesi olarak gerçekleştiren insan; adalet ilkesine yönelmiş iyi bir toplum; yönetilenin refahını sağlamayı hedefleyen bir yönetim.[8]
Bu bağlamda önemli bir dönüm noktası Tunus?ta 19. yüzyıl reform hareketi lideri olan Hayreddin et-Tunusi?nin katkılarıdır. 1867?de Aqwam al-Masalik fi Taqwim al-Mamalik (Yönetimlerin Reformasyonunda Doğru Yol) adlı kitabında Arap dünyasında siyasi reform için genel bir plan formüle etmiştir. Siyasetçi ve uzmanları toplumun durumunu ve medeniyet seviyesini geliştirmek için tüm olası araçları keşfetmeye davet etmiş ve genel olarak Müslüman halkı başka ulusların, Müslüman olmayanların basitçe reddedilebilecek tüm yazı, icat, tecrübe ya da tavırlarının yanlış algılanmasına dayalı tecrübelerinden uzak durmaları konusunda uyarmıştır. Daha da ileri giderek ulusları baskı altına almak ve medeniyetleri yıkmakla suçladığı mutlakiyetçi yönetimin sona erdirilmesi çağrısında bulunmuştur.[9]
Hayreddin et-Tunusi sağlam yönetimsel prosedürlerin benimsenerek ümmetin potansiyel özgürlüğünün uyandırılmasının ve siyasi meselelerde söz söyleyebilecek hale getirilmesinin medenileşmeyi hızlandıracağına, despotizm yönetimini sınırlandıracağına ve yoluna çıkan herşeyi süpüren Avrupa uygarlığının nüfuz etmesini durduracağına inanmaktaydı.[10]
Cemaleddin el-Afgani İslami ilkelere sarılma çağrısında bulundu ve Müslümanların Avrupa?nın bittiği yerden başlamasının gerekli olmadığında ısrar etti. Avrupa?nın olduğu gibi ve şüphesizce taklit edilmesini düşünenleri eleştirdi ve onları ümmetin egemenliği için bir tehdit oluşturmakla suçladı. İslam dünyasının gerileme sebeplerini araştırırken el-Afgani?nin teşhisi adalet ve şuranın eksikliği ile yönetimin anayasaya bağlı olmamasıydı.[11] Onun esas taleplerinden birisi; halkın şura ve seçim yoluyla yönetimde yer alarak kendi siyasi ve sosyal rolünü üstlenmesine izin verilmesiydi.[12] El-Afgani, 14 Şubat 1879?da Misr dergisinde yayınlanan ?Despot Yönetim? adlı makalesinde Şark Müslüman ülkelerindeki düşünürlerin ?cumhuriyetçi yönetim?in esası ve erdemleri hakkında halkı aydınlatamamasına neden olarak despotizme dönüşe atıfta bulunmuştur.
Cumhuriyetçi bir hükümet tarafından yönetilenler için bu durum mutluluk ve gurur kaynağıdır. Yalnızca bu şekilde yönetilenler insan olarak adlandırılmayı hak etmektedir; gerçek insan adalet kurumlarını temel almış ve insanın hareketleri, faaliyetleri, tutanakları ve başkalarıyla ilişkilerini, onu gerçek mutluluğun zirvesine taşımak amacıyla yönetmek için tasarlanmış gerçek bir anayasaya teslim olandır.[13]
El-Afgani?ye göre cumhuriyetçi yönetim ?kısıtlanmış?, halka karşı sorumlu ve böylece mutlakiyetçiliğe antitez olan bir yönetimdir. Yönetilenlere danışacak, despot yönetimlerin üzerlerine yüklediği yüklerden kurtaracak ve onları bozulmadan mükemmelliğin ilk seviyesine çıkaracaktır.[14]
Abdurrahman El-Kevakibi, Taba?i? el-İstibdad (Tiranlığın Özellikleri) ve Ümmül Kura (Köylerin Anası) adlı iki kitap yazmıştır. İlki despotizmin, özellikle siyasi despotizmin, çeşitli şekillerini tanımlamaktadır. Siyaset ile din arasındaki ?kopmaz bağ? ve din ile despotizm arasındaki ilişkiyi gündeme getirmiştir. Bir din olarak İslam?ın ismen ortaya çıkan ve hüküm süren despot yönetim şekillerinden sorunlu olmadığına vurgu yaparken El-Kevakibi?nin ulaştığı sonuç şudur:
Herşeyi bilen Tanrı, ulusların kendilerini yönetmeleri için seçtikleri insanların faaliyetlerinden sorumlu olduklarını tasarlamıştır. Bir ulus görevini yerine getirmekte başarısız olursa, beceriksiz kişilerin ehil kişilerin idaresine girmesi gibi, başka bir ulusun idaresi altına girmesine hükmetmiştir. Diğer yandan bir ulus olgunlaşır ve özgürlüğün değerini bilirse bu onun gücünü geri almasını sağlayacaktır ve bu da kurallara uygundur.[15]
Kitap, bütünüyle 19. yüzyıl sömürgeci güçleri için kolay bir av haline gelen İslam ümmetinin gerilemesini bir izah etme girişimidir. El-Afgani gibi El-Kevakibi de Batılı ulusların ?bahsedilen tarzdaki ayrılığın; kuralların kendisi değil de uygulanması üzerine olması sebebiyle parti ve gruplara ayrılmış olmaktan kaynaklanan bir zararla karşılaşmamış ve gelişmiş bu ulusların sosyal görevleri haline gelmiş mantıklı ve oldukça deneyimli kuralları benimsemedeki? başarılarına atıfta bulunur.[16]
El-Kevakibi Ümmül Kura?da Müslümanların yaşadığı önemli şehirlerdeki düşünürler arasında öyküsel bir diyaloglar dizisi oluşturmuştur. Tüm bu şahısların İslam ümmetinin gerilemesinin sebeplerini tartışmak için hac döneminde Mekke?de (Ümmül Kura) düzenlenen bir konferansa davet edildiklerini tasarlamıştır. Karakterlerden Al-Beliğ El-Kudsi?nin sözleriyle: ?Bana göre gerilemenin sebeplerinden birisi İslami siyasetin doğasındaki değişikliklerdir. Önceden parlamenter ve sosyalist, mükemmel derecede demokratik idi. Ancak raşid halifelerden sonra iç çatışmalara bağlı olarak şeriatın temel kurallarıyla kısıtlanmış bir monarşiye dönüştü ve sonrasında neredeyse tamamen mutlakiyetçi oldu.? Başka bir karakter olan Er-Rumi?nin yorumu ise şöyledir: ?Özgürlüğmüzü kaybetmek felaket olmuştur.? Konferansan katılanların sonuç olarak onayladıkları şey gerilemenin despotizm ile ve ilerlemenin de sorumlulukla bağlantılı olduğudur.?[17]
Son olarak Muhammed Abduh reform konusunda ısrar ederken modern bir yasal sistemin şeriat dışında gelişmesi ve bağımsızlık içinde olmaması gerektiğine inanmış ve yönetenler ile yasanın koruyucuları arasında, ayrılıktan ziyade eşit ortaklık taraftarı olmuştur.[18] Abduh her şeyden önce İslam ile mantık ya da bilim arasında bir çatışmanın mevcut olmadığına vurgu yapar. Arap dünyasındaki geri kalmışlığın büyüklüğü karşısında sarsılmıştır ve eskiyi kör bir biçimde taklit eden ve yeniyi reddedenlere tepeden bakmaktadır. İslami cemaatlerle karşı karşıya gelirken İslam?ın modern çağ ile ilişkisinin en kritik konu olduğuna inanmıştır. İslami fikirleri Batılı olanlarla uzlaştırma girişiminde, İslam düşüncesindeki maslahat (çıkar) ile Batı düşüncesindeki menfaatin (fayda) uyumlu olduğunu ileri sürmektedir. Aynı şekilde şura?yı demokrasi ile ve icma?yı konsensus ile denk tutmuştur. Otorite konusunda Abduh İslam?da teokrasinin varlığını reddetmiş ve hakim (yönetici), kadı (yargıç) ya da müftünün otoritesinin çağdaş olduğunda ısrar etmiştir. İctihadın yeniden canlandırılması gerektiğine kuvvetle inanmıştır çünkü ?İslam düşüncesinde yeni olan öncelik ve sorunların ele alınması gerekmektedir.?[19] Parlamenter sistemin taraftarı olmuş; çoğulculuğu savunmuş ve Avrupa uluslarının bölünmemesini örnek gösterip bu durumun ümmeti parçalayacağı iddialarını reddetmiştir. Sonuç olarak şunları söylemektedir: ?Sebep hedeflerinin aynı olmasıdır. Ayrıldıkları nokta hedefe ulaşmak için izledikleri yollardır.?[20]
Makalenin devamı için tıklayın
Hıristiyan Modernistler
[1] R. S. Ahmed, Al-Din Wal-Dawlah. s. 33.
[2] A. Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798-1939, Cambridge University Press, 1991, s. 69.
[3] R. S. Ahmed, Al-Din Wal-Dawlah. s. 34
[4] Hourani, Arabic Thought, s. 70-71.
[5] M. S. Al-Dajani, ?Tatawur Mafahim al-Dimuqratiyah fil-Fikr al-Arabi al-Hadith? Azmat al- Dimuqratiyah fil-Watan al-?Arabi, Arab Unity Studies Centre, Beirut, 1984, s. 121.
[6] Faruq Abdessalam, al-Ahzab al-Siyasiyah fil-Islam, Qalyoob Publishing House, Cairo, 1978.
[7] R. Ghannouchi, al-Hurriyat al-?Ammah fil-Dawlah al-Islamiyah, Arab Unity Studies Centre, Beirut, 1993, s. 252.
[8] Hourani, Arabic Thought, s. 70.
[9] Al-Dajani, Tatawur Mafahim, s. 122-123.
[10] Khairuddin Al-Tunisi, Aqwam al-Masalik fi Taqwim al-Mamalik, Tunis, 1972, s. 185.
[11] Al-Dajani, Tatawur Mafahim, s. 123.
[12] Ahmed, Al-Din Wal-Dawlah. s. 44-47.
[13] Abdulbasit Hasan, Jamal Al-Din Al-Afghani, Cairo, 1982, s. 267-268.
[14] Age.
[15] A. Al-Kawakibi, Taba?i?al-Istibdad, Mofam Publications, Algiers, 1988, s. 187.
[16] Age, s. 169.
[17] A. Al-Kawakibi, Umm al-Qura, Dar Al-Shuruq Al-Arabi, Beirut, 1991, s. 33-36. Ayrıca bkz. Al-Dajani, s. 124.
[18] Hourani, Arabic Thought, s. 70.
[19] Ahmed, Al-Din Wal-Dawlah. s. 48-50.
[20] Abdessalam, al-Ahzab al-Siyasiyah fil-Islam, s. 28.
Bu makale Gürkan Bayır tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.
*Gazeteci, yazar ve merkezi İngiltere'de bulunan Politik Düşünceler Enstitüsü Müdürü.