Peter L. Berger*
Birkaç yıl önce Fundemantalism Project?in ilk sayısı masama geldi. Fundamentalism Project, MacArthur Vakfı tarafından cömertçe desteklenmiş ve University of Chicago?nun seçkin kilise tarihçilerinden Martin Marty tarafından yönetilmişti. Bir dizi saygın uzmanın yer alması ve yayınlanan sonuçların genelde üst düzey bir kalitede olmasının yanında bu ilk sayı üzerine yaptığım uzun muhakemeler ? ha!? deneyimi olarak adlandırılan durumla sonuçlandı.
Öncelikle kitap çok büyüktü. Masamın üzerinde devasa bir görünüm arzediyordu ve insana ciddi zarar verebilecek bir ?kitap-silah? tipindeydi. Sonra kendime şunu sordum: MacArthur vakfı bir uluslararası dini köktencilik çalışmasına neden milyon dolarlar ödesin? Aklıma gelen iki cevap vardı. İlki çok açık ve ilginç olmaktan uzaktı: MacArthur Vakfı çok ilerici bir oluşumdur; köktencileri, ilericilik karşıtı olarak görür yani proje düşmanı tanıma meselesidir. İkinci cevap ise daha ilginçti: Sözde köktenciliğin yabancı ve anlaşılması zor olan bir fenomen olduğu düşünülmüştür ve projenin amacı bu garip dünyaya dalış yapmak ve onu daha anlaşılır kılmaktır.
Ancak burada akla bir başka soru gelmektedir: Bu dünyayı kim garip bulmaktadır ve bu dünya kimin için daha anlaşılır bir hale getirilmelidir? Bu sorunun cevabı çok kolaydı: Vakıf yetkililerinin normal olarak görüştüğü insanlar, örneğin Amerika?nın seçkin üniversitelerindeki profesörler. Tabii bununla birlikte ?ha!? deneyimi gerçekleşti: İnsanları bu projeye yönelten endişe dünyanın tersten algılanmasına dayalı olmalıydı. Buradaki sözde köktencilik mefhumu (nihayetinde genellikle heyecanlı bir dini hareketi anlatır) az bulunur ve açıklaması zordur. Fakat aslında o kadar da zor rastlanan bir şey olmadığının anlaşılması için tarihe ya da günümüz dünyasına bakmak yeterlidir. Zor olan ise, aksine, bunun tersini düşünen insanlardır. Basitçe ifade etmek istersek anlaşılması zor olan İranlı mollalar değil Amerikalı üniversite profesörleridir. (Bu ikinci grubu anlamak için de acaba bir projeye milyonlarca dolar ayrılmalı mıdır?)
Bu küçük hikayenin temasına gelince, bizim sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır: Aşağıda verilen bazı istisnalarla birlikte bugün dünya her zamankinden daha coşkun olacak şekilde ve bazı bölgeler diğerlerine kıyasla daha dindardır. Yani 1950?ler ve 1960?larda tarihçi ve sosyal bilimciler tarafından tüm literatürü oluşturulmuş ve ciddiyetsizlikle etiketlenmiş ?sekülerizasyon teorisi? yanlış anlaşılmıştır. İlk çalışmalarımdan birinde bu literatüre katkıda bulunmuştum ve bununla uğraşan iyi bir grubun üyesiydim ki çok sayıda din sosyoloğu benzer görüşlere sahipti. O zaman bu fikirleri taşımak için iyi sebepler vardı ve bu yazıların bazıları hala gündemdeki yerlerini korumaktadır. Ancak anafikir bunun dışındadır.
Sekülerizasyon teorisinin anahtar fikri basittir ve izleri Aydınlanma?da görülebilir: Modernleşme zorunlu olarak dinin hem toplumda hemde bireylerin zihninde etkisini kaybetmesine yol açar. Bu anahtar fikrin yanlışlığı artık kesinleşmiştir. Modernizasyonun bazı alanlarda diğerlerine göre daha fazla sekülerleştirici etkiye sahip olduğu doğrudur. Ancak aynı zamanda sekülerizasyon karşıtı güçlü hareketleri de tahrik etmiştir. Ayrıca toplumsal seviyedeki sekülerleşme ile bireylerin vicdanlarındaki sekülerleşme arasında zorunlu bir ilişki de yoktur. Buna göre çoğu toplumda dini kurumların bazıları güç ve etkilerini kaybetmiştir. Fakat hem eski hem de yeni dini inanç ve uygulamalar bazen yeni kurumsal şekiller alarak ve bazen de dini heyecanda büyük patlamalara yol açarak herşeye rağmen bireylerin dünyasında var olmaya devam etmiştir. Diğer yandan dini kimliğe sahip kurumlar, sundukları dine inanan ve onun uygulamalarını sürdüren insanların sayısı çok az da olsa, sosyal ve siyasi bir rol oynayabilmektedir. En basit anlatımla din ile modernlik arasındaki ilişki daha karmaşıktır.
Reddetme ve Uyarlama
Modernitenin zorunlu olarak dinin gerilemesine yol açtığı varsayımı, ilkesel olarak, değer taşımamaktadır. Yani bu durum, hem iyi haber olduğunu düşünenler hem de kötü haber olduğunu düşünenler tarafından onaylanabilir. Aydınlanma düşünürleri ile ilerici kafa yapısına sahip insanların büyük bölümü sekülerizasyonun iyi bir şey olduğu, en azından ?gerici?, ?hurafe? ya da ?tepkisel? olan dini olguyu ortadan kaldırdığı için (bu olumsuz özelliklerden arındırılmış bir din halen kabul edilebilir görülmektedir), fikrine sahiptir. Ancak, çok geleneksel ya da ortodoks olanlar dahil dindar insanlar modernlik-sekülerlik ilişkisinin varlığını kabul etmekte ve bu ilişkiden şikayet etmektedirler. Kimileri modernliği mümkün olan her zeminde savaşılması gereken bir düşman olarak tanımlamaktadır. Bazıları ise tam aksine modernliği dini inanç ve uygulamaların kendilerini adapte etmek zorunda olduğu yenilmez bir dünya görüşü olarak algılamaktadır. Başka bir ifadeyle, sekülerleştiği varsayılan bir dünyadaki dini cemaatler için reddetme ve uyarlama şeklinde iki strateji mevcuttur. Her iki strateji de temelden algılama hataları içerdiğinden ikisi de şüpheli sonuçlara yol açmıştır.
Bazı modern fikir ve değerleri teorik olarak reddetmek tabii ki mümkündür; ancak bu reddiyeyi insanların hayatlarında somutlaştırmak çok daha zordur. Bunun yapılabilmesi için toplumun bir bütün olarak teslim alınması ve modern karşıtı dinin herkes için zorunlu hale getirilmesine çalışılabilir ki günümüz dünyasındaki çoğu ülke için zor bir girişimdir. İspanya?da Franco bunu denemiş ve başarısız olmuştur. İran gibi bazı yerlerde hala mollaların varlığı sürmektedir ve bununla birlikte dünyanın büyük bölümünde bu uygulamaların dini bir fetihle sonuçlanması pek mümkün görünmemektedir. Ve bu düşük olasılık, heterojenliği yüksek toplumlara, kültürler arası iletişimde bir sıçramaya sebep olan (çoğunluktan yana olan ve dini tekellerin tesisine karşı olan iki faktör) modernleşme ile ilişkilidir. Başka bir reddiye stratejisi şekli de toplum dışı etkileri dışlamak için tasarlanmış dini alt kültürler yaratmaktır. Bu, dini devrimden daha umutlandırıcı bir çalışmadır ancak çok fazla zorluk taşımaktadır. Modern kültür nerede kök saldıysa orada çok güçlü bir faktördür ve hava geçirmeyen bir savunma sistemine sahip bu kapanımı sürdürmek için çok gayret sarf edilmelidir. Konuyla ilgili olarak Pennsylvaina?da Amish?e ya da Brooklyn?in Williamsburg bölgesindeki bir Hasid hahamına başvurulabilir.
Modern seküler kültürün görünen gücü yanında, dini kurumların girişimleriyle ortaya konulan adaptasyon stratejilerinin sonuçları sekülerizasyon teorisini daha dramatik bir tarzda yalanlamıştır. Gerçekten oldukça seküler bir dünyada yaşıyor olsaydık dini kurumların kendilerini seküleriteye adapte ettikleri oranda hayatta kalmaları beklenebilirdi. Gerçekte bu, adaptasyon stratejilerine ait bir kabuldür. Ancak işin aslı dini cemaatlerin sekülerleşmiş bir dünyanın varsayılan gereksinimlerine kendilerini adapte etmeye çalışmadıkları oranda hayatta kaldıkları ve geliştikleridir. Basitçe şunu düşünün, sekülerleşmiş din deneyimleri genelde başarısız olmuşlardır. Oysa ?tepkisel doğaüstücülük? (kendilerine saygı duyan yetenekli kadroların dışında kalmış tür) ile birlikte sızan inanç ve uygulamalar içeren dini hareketler büyük başarı kazanmışlardır.
Roma Katolik Kilisesinin modernlik ile mücadelesi değişik reddetme ve uyarlama stratejilerinin taşıdığı zorlukları çok güzel ortaya koymaktadır. Aydınlanma sonrası çoklu devrimlerde kilisenin ilk cevabı militanca ve hiçe sayan reddiyecilik olmuştur. Belki de en muhteşem reddetme anı Birinci Vatikan Konseyi?nin, Papa?nın yanılmazlığı ve Meryem?in masumiyeti kavramını eksiksiz biçimde duyurduğu, yani tam olarak Aydınlanma?nın I. Victor Emanuel?in ordusu kılığında Roma?yı işgal etmek üzere olduğu 1870 yılında geldi.
Küçümseme karşılıklıydı: Bersaglieri?ye (İtalyalı Risergimento adına Eternal City?yi ele geçiren seçkin ordu birimleri) Roma hatırası üniformasını giymiş Bersaglieri figürüdür ve arkasındakilerle birlikte doğrudan Vatikan?a yönelmiştir. Neredeyse bir yüz yıl sonra toplanan İkinci Vatikan Konseyi aggiornamento (kiliseyi güncelleştirmek) kavramının rehberliğindeymişçesine bu reddiyeci duruşu dikkate değer şekilde değiştirmiştir. (Bir Protestan ilahiyatçıyla yaptığım konuşmayı hatırlıyorum. İkinci konseyde ne olacağını düşündüğünü sormuştum. O da bilmediğini ancak ilk konsey zabıtlarını okumayacaklarından emin olduğu cevabını vermişti.)
İkinci Vatikan Konseyi?nin pencereleri, özellikle de tüm toplumun yeniden fethedilemeyeceğinin açığa kavuşmasından sonra yapılanan seküler karşıtı Katolik alt kültüre ait pencereleri açacağı varsayılmıştı. (ABD?de bu Katolik alt kültür yakın zamana kadar oldukça etkileyiciydi.) Pencerelerin açılmasıyla yaşanan problem ise neyin içeri gireceğini kontrol edemeyeceğiniz ve çok şeyin içeri girmesidir ? gerçekte modern kültürün tüm anafor dünyası ? ki Kiliseyi en fazla rahatsız eden bir durum olagelmiştir. Mevcut papazlık liderliği altında Kilise reddetme ve uyarlama arasında, farklı ülkelerdeki karışmış sonuçlarla birlikte, ince bir yolda seyretmektedir.
Görsel olarak başkaları kadar Roma Katolikleri gibi uluslararası dini sahneye tarafsız bir gözle bakıldığı zaman hemen her yerde güçlenen şeyin muhafazakar, ortodoks veya gelenekçi hareketler olduğu gözlenecektir. Seçilen sıfat ne olursa olsun bu hareketlerin aydınlar tarafından aggiornamento olarak tanımlanan şeyi reddettikleri kesinlik kazanmıştır. Bunun tam aksine algılanan bir modernliğe uyum sağlamak için büyük çaba sarf eden dini hareket ve kurumlar hemen her yerde zayıflamaktadır. ABD?de çok fazla dile getirilen bu gerçek; sözde anahat Protestanlığının gerilemesi ve Evancelikalizmin[1] buna bağlı yükselişi ile örneklenmiştir ve ne ABD ne de Protestanlık için bu durum sıra dışı değildir.
II. John Paul döneminde Roma Katolik Kilisesine duyulan muhafazakar güven hem Katolikliğe geçenlerin sayısında hem de, bilhassa Batılı olmayan ülkelerde, doğuştan Katolik olanların coşkusunda etkisini gösterdi. Sovyetler?in dağılmasını takiben Rusya Ortodoks kilisesinin yeniden canlanması da dikkat çekici bir şekilde gerçekleşti. Hem İsrail?de hem de sürgünde en hızlı gelişen gruplar Ortodoks olanlardır. Küçük cemaatlerin (Japonya?daki Şinto ve Hindistan?daki Sihizm gibi) diriliş hareketleri kadar bütün büyük dini topluluklardaki (İslam, Hinduizm, Budizm) muhafazakar dinin hızlı gelişmesi hep birbirine benzer tarzda olmuştur.
Doğaldır ki bu gelişmeler yalnızca dini alanda (bu açıktır) değil aynı zamanda sosyal ve siyasi içerikler bakımından da büyük farklılıklar göstermektedir. Buna rağmen ortak buluşma noktaları, şüphe içermeyen dini ilhamlardır. Bir araya geldikleri zaman, modernleşme ve sekülerleşmenin aynı kökten gelen fenomenler olduğu fikrinde devasa bir tahrifata yol açmaktadırlar. Kısacası, dikkat edilmesi gereken şey sekülerleşme karşıtlığının günümüz dünyasında en az sekülerleşme kadar önemli bir fenomen olduğudur.
İki Canlanma
Bu dini hareketler hem medyada hem de akademik çalışmalarda genellikle ?köktencilik? kategorisine alınmıştır. Bu, yerinde bir tanımlama değildir. Zira kötü bir anlam taşımaktadır ve ayrıca diğer dini geleneklere genişletildiğinde kafa karıştıran özel bir referansa sahip olacak şekilde Amerikan Protestanlık tarihinden türemiştir. Yine de, yukarıda bahsedilen gelişmeler açıklanmak istenirse bir yere kadar kullanılmasında sakınca yoktur: Farklı özelliklerin birleşimini sunar ? büyük dini heyecanlar, başkalarının Zeitgeist[2] (genel kanaat) olarak tanımladığı bir meydan okuma ve dini otoritenin geleneksel kaynaklarına dönüş. Kültürel sınırlar aşıldığında bunlar aslında ortak özelliklerdir. Bunun yanında sekülerleştirici güçlerin de varlığını yansıtmaktadırlar; zira onlara karşı bir tepki olarak anlaşılmak zorundadırlar. (Bu manada eski sekülerizasyon teorisinin en azından bir bölümünün arka cepte de olsa tutulması gerektiği söylenebilir.) Açıktır ki çağdaş din sosyolojisi için en önemli alt başlıklardan birisi kesinlikle sekülerleştirici ve karşı güçlerin birbiriyle oyunudur. Bunun nedeni modernitenin tamamen anlaşılır sebeplerden ötürü tüm eski kesinlikleri ortadan kaldırmasıdır ve kesinliğin olmayışı çoğu kişinin zor dayanacağı bir durumdur. Böylece kesinlik sağlamayı ya da kesinlikleri yenilemeyi vaad eden bir hareket (dini olması şart değildir) hazır bir pazara sahip olur.
Yukarıda bahsedilen ortak özelliklerin önemli olmaları yanında çok sayıda dini canlanmanın toplumsal ve siyasi etkilerini inceleyen bir analiz aynı zamanda farklılıkları da ele almalıdır. Günümüz dünyasında tartışmalı da olsa en dinamik dini canlanma olarak kabul edilebilecek iki harekete bakıldığında bu daha da bir açıklığa kavuşur: İslami ve Evancelikal. Bir karşılaştırma ikisine de uygulanan ?köktencilik? kategorileştirmesinin zayıflığını da vurgular.
Daha ani, açık siyasi dallanmaları sebebiyle İslami gelişme diğerinden daha iyi bilinmektedir. Ancak onu yalnızca siyasi bir mercek altına almak hata olacaktır. O, kesinlikle dini taahütlerin etkileyici bir uyanışıdır. Ayrıca Kuzey Afrika?dan Güneydoğu Asya?ya her İslam ülkesini etkilemesinden anlaşılacağı gibi geniş bir coğrafi ölçeğe sahiptir. Hıristiyanlıkla genellikle başa baş gittiği alt Sahra Afrikasında yeni Müslüman olan çok sayıda insan bulunmaktadır.
Avrupa ve çok daha küçük bir oranda Kuzey Amerika?daki filizlenen İslam toplulukları giderek daha belirgin bir hale gelmektedir. İslami uyanış, her yerde, yalnızca İslami inançların değil aynı zamanda kendine has İslami hayat tarzının (genellikle modern fikirlerle çelişmektedir) ? din ve devletin ilişkisi, kadının rolü, günlük davranışın ahlaki kodları ve sonuncu ve en önemli olanı dini ve ahlaki hoşgörünün sınırları modern fikirlerle genellikle çelişki içindedir ? restorasyonuna sebep olmuştur. İslami uyanışın önemli bir özelliği ilerlemeci aydınların o şekilde düşünmekten mutlu olduklarının aksine hiçbir surette toplumun daha az modernleşmiş ya da geri kalmış kesimleriyle sınırlı olmamasıdır. Tam tersine oldukça modernleşmiş şehirlerde çok güçlüdür ve bazı ülkelerde Batı tarzı yüksek öğrenim görmüş insanlar arasında özellikle belirgindir. Örneğin Mısır ve Türkiye?de sekülerleşmiş profesyonellerin kızları genellikle sözde İslami ılımlılığı yansıtan örtü ve başka aksesuarlar takmaktadırlar.
Ancak çok büyük farklılıklar da yok değildir. İslam?ın anakıtası olan Ortadoğu?da bile Sünni ve Şii uyanışlar arasında hem dini hem de siyasi önemli ayrılıklar bulunmaktadır. (Suudi Arabistan ve İran?da İslami muhafazakarlık birbirinden farklı anlamlar taşımaktadır. Ortadoğu?dan uzaklaşıldığında farklılıklar daha da belirginleşmektedir. Mesela dünyanın en kalabalık İslam ülkesi olan Endonezya?daki güçlü bir diriliş hareketi olan Nahdet?ul Ulema demokrasi ve çoğulculuk taraftarı olduğunu beyan etmiştir ve bu, İslami ?köktencilik? olarak görülen şeye tezat teşkil etmektdir. Siyasi koşulların izin verdiği yerlerde İslam ile modern pek çok gerçeklik arasındaki ilişki konusunda canlı bir tartışma vardır ve canlanmış bir İslam?a eşit derecede teslim olmuş insanlar arasında derin anlaşmazlıklar mevcuttur. Halen, geleneğin merkezine derin kökler salmış sebepler yüzünden bütün olarak İslam?ın modern anahtar kurumlarla (çoğulculuk, demokrasi ve pazar ekonomisi) gündeme gelirken zorluklarla karşılaştığını söylemek muhtemelen doğru olacaktır.
Evancelikal canlanma konuyla ilgili çarpıcı bir başka örnektir. İslami uyanıştan daha geniş bir coğrafi ölçeğe sahiptir. Doğu Asya?da pek çok mensuba sahip olmuştur ? tüm Çin toplulukları (Çin?de acımasız uygulamalara karşın) ve Güney Kore, Filipinler, Güney Pasifik kıyıları, alt Sahra Afrikası (genellikle geleneksel Afrika dininin unsurlarıyla sentezlenerek) ve görülür şekilde komünizm sonrası Avrupa?da. Ancak en dikkat çekici başarısını Latin Amerika?da sağlamıştır. ABD?nin güney sınırına yakın yerlerde, büyük çoğunluğu ilk nesil Protestanlardan oluşan, 40-50 milyon civarında Evancelikal Protestan olduğu tahmin edilmektedir.
Evancelikal uyanış içindeki en büyük unsur İncil ortodoksluğu ve özenli bir ahlakiliği, coşkun bir ibadet tarzı ve ruhsal iyileşmeye vurguyla birleştiren Pentekostal?dır. Özellikle Latin Amerika?da Protestanlığa geçiş kültürel bir dönüşümü de ? emek ve tüketime karşı yeni tavırlar, yeni bir eğitim sistemi, geleneksel erkek üstünlüğüne şiddetli bir reddiye (Evancelikal kiliselerinde kadınlar önemli bir rol oynamaktadır) ? beraberinde getirmektedir. Bu dünya çapındaki Evancelikal uyanışın kökeni misyonerlerin ilk çıktığı yer olan ABD?dir. Ancak şunun anlaşılması gerekmektedir: Görece her yerde ve kesin olarak Latin Amerika?da yeni Evancelikalizm tamamen yerlidir ve artık ABD?li dindaşlarına bağımlı değildir. Gerçekte Latin Amerikalı Evancelikaller ABD?nin benzer bir mezhebi dönüşüm furyasının yaşayan İspanyol kökenli topluluklarına misyonerler göndermektedirler.
İslami ve Evancelikal canlanmanın dini içeriklerinin tamamen farklı olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Bunlar sosyal ve siyasi sonuçlardır (daha fazlası aşağıdadır). Ancak ikisinin ayrıldığı bir başka nokta İslami hareket esasen halihazırda Müslüman olan ya da Müslüman göçmenleri barındıran ülkelerde (Avrupa ülkeleri gibi) ortaya çıkarken Evancelikal hareketin tersine böyle bir dinin önceden bilinmediği ya da çok marjinal kaldığı dünya ülkelerinde dramatik bir gelişme kaydetmesidir.
Ve İki İstisna
Dünya bugün büyük çapta dindardır ve modernitenin analizcileri tarafından hakkında (umutla ya da umutsuzca) kehanette bulunulan şey sekülerleşmiş bir dünyadan başkası değildir. Bu öneriye biri biraz bulanık diğeri daha belirgin iki istisna bulunmaktadır.
Açık olan ilk istisna başka bir yer değilse bile eski sekülerizasyon teorisinin geçerli göründüğü Batı Avrupadır. Artan modernizasyona bağlı olarak sekülerizasyonun anahtar belirteçlerinde de artış yaşanmaktadır: Beyan edilmiş inançlar seviyesinde (özellikle Protestan ya da Katolik terimlerle ortodoks olarak adlandırılabilecek inançlar); dramatik olarak kilise bağlantılı davranış (ibadet hizmetlerinde hazır bulunma, bilhassa cinsellik, çoğalma ve evlilik düşünüldüğünde kilisenin dayattığı kişisel davranış kodlarına bağlılık) seviyesinde ve son olarak papazlar grubuna dahil olma. Bu fenomen uzun zamandır kıtanın kuzey ülkelerinde gözlemlenmektedir ve İkinci Dünya Savaşından beri güneyi hızla içlerine çekmektedirler.
Bundan sonra Yunanistan gibi İtalya ve İspanya da kilise bağlantılı dinde hızlı bir gerileme tecrübe etmişlerdir (böylece Katolik muhafazakarların haklarının baltalanmasından II. Vatikan sorumlu tutulmuştur). Şimdi ortada ağırlıklı bir seküler Avrupa kültürü vardır ve güneyde yaşananlar bu ülkelerin sözkonusu kültür tarafından işgal edilmesi olarak (öyle söylenmese de) açıklanabilir. Doğu Avrupa?da, tam olarak bu ülkelerin de yeni Avrupa?ya entegre olacağı seviyeye kadar, benzer gelişmelerin olacağını beklemek hayal değildir.
Bu gerçekler birbiriyle çelişkili değildir ancak din sosyolojisinde yakın zamanda yapılan bazı çalışmalar (özellikle Fransa, Britanya ve İskandinavya) bu gelişmelere uygulanan ?sekülerizasyon? teorisini sorgulamaktadırlar. Şimdi elimizde, örgütlü kiliselerden yaygın bir şekilde yabancılaşmaya rağmen, çoğunluğu genelde Hıristiyan tabiatlı, dinin güçlü bir şekilde hayatını sürdürmesi hakkında bir veriler yapısı bulunmaktadır. Eğer veri dikkatle incelenirse; sekülerizasyondan ziyade dinin kurumsal yerleşiminde kayma Avrupa?daki duruma getirilecek daha doğru bir açıklama olacaktır. Yine de Avrupa, dünyanın diğer bölgelerine göre oldukça farklı bir tarzda göze çarpmaktadır. ABD?deki dini durumdan keskin bir biçimde farklılık göstermektedir. Din sosyolojisindeki en ilginç bilmecelerden birisi daha kiliseci olan Avrupa?ya göre Amerikalıların neden çok daha dindar olduğudur.
Desekülerizasyon tezine ikinci istisna daha belirsizdir: Aslında bir dereceye kadar sekülerleşmiş, özellikle insanlık ve sosyal bilimlerde Batı tipi eğitim almış insanlardan oluşan uluslararası bir alt kültür vardır. Bu alt kültür ilerlemeci, Aydınlanma inanç ve değerlerinin baş ?nakliyecisi?dir. Bu kültür nispeten zayıf görünmesine rağmen, gerçekliğin ?resmi? tanımlarını sağlayan kurumları (dikkat çekenler eğitim sistemi, büyük medya ve yasal sistemin üst mevkileridir) kontrol ettikleri için oldukça etkilidirler. Uzun bir zamandır olduğu gibi bugün de tüm dünyada dikkat çekici şekilde birbirlerine benzemektedirler (gördüğümüz kadarıyla özellikle Müslüman ülkelerde bu alt kültürden karşı tarafa kaçmalar olmasına rağmen). Bu tarz eğitim görmüş insanların sekülerizasyona neden çok fazla eğilim gösterdiği tamamen belli değildir ancak kuşkusuz ortada küreselleşmiş bir elit kültür bulunmaktadır. Bunu takiben, ülke ülke dini canlanış güçlü bir popülist karaktere sahiptir: Tamamen dini güdülerden başka bu hareketler seküler bir elite karşı tepki ve direniştir. Sözde ?kültür savaşı? ABD?de bu özelliği kesinlikle paylaşmaktadır.
Sorular ve Cevaplar
Küresel dini sahnenin bu soluksuz ufuk turu birçok soruyu gündeme getirmektedir: Dünya çapındaki dini canlanmanın kökenleri nedir? Bu dini canlanmanın gelecekteki muhtemel rotası ne olacaktır? Dirilişçi dinler sekülerizme yaklaşımlarında farklılık göstermekte midirler? Genelde din ile bağlantısı olmayan bir dizi konuyla bu dini uyanışın ilişkisi nasıldır? Bu soruları sırasıyla ele alalım.
Dünya çapındaki dini uyanışın kökenleri ile ilgili iki cevap zaten verilmiştir. İlki modernitenin tarihin büyük bölümünde yaşayan insanlar tarafından doğru kabul edilen kesinlikleri ortadan kaldırma eğilimidir. Hoşgörüden yoksun olanlar için bu rahatsız edici bir durumdur ve bu kesinlikleri geri vermek iddiasındaki dini hareketler bahsedilen rahatsızlığı ortadan kaldırarak önemli bir çekicilik kazanmaktadır. İkincisi, tamamen seküler bir gerçeklik anlayışının başat sosyal yerleşim yeri elit bir kültürdür ve doğal olarak bu kültürün içinde olmayan ancak yine de onun etkisine maruz kalan insanlar ondan şikayetçidirler (en çok telaşlandıkları da çocuklarının kendi inanç ve değerlerini yok sayan ya da onlara doğrudan saldıran bir eğitimin hedefi olmasıdır). Güçlü bir sekülerlik karşıtı eğilim taşıyan dini hareketler böylece bazen tamamen din dışı kaynaklara sahip şikayetleri olan insanları kendilerine çekmektedir.
Ancak ortada, benim ?köktencilik? ten endişen eden bazı Amerikan vakıf yetkilileri hakkındaki açılış hikayemi hatırlatan başka bir cevap vardır. Bir yandan burada açıklanacak fazla bir şey yoktur. Güçlü şekilde hissedilen din her zaman olmuştur: Açıklanması gereken varlığından çok yokluğudur. Modern sekülerite tüm bu dini patlamalara göre çok daha karmaşık bir fenomendir ? ve University of Chicago din sosyolojisi için Kum?daki İslami okullara göre daha ilginç bir konu başlığıdır. Diğer bir ifadeyle bir seviyede göz önünde tutulan fenomen, insan tecrübesinde dinin yerinin devamlılığını göstermeye yaramaktadır.
Bu dini canlanmanın gelecekteki muhtemel rotasına gelince, günümüz dünyasındaki önemli dini hareketlerin dikkate değer çeşitliliği göz önüne alındığında, tüm küresel sahne bağlamında bir tahmine kalkışmak çok faydalı olmayacaktır. Herşeye rağmen bir öngörüde bulunmaya kalkışılırsa çok daha dar durumlarla ilgilenmek daha faydalı olacaktır. Yine de bir dereceye kadar doğru bir tahmin yapılabilir: 21. yüzyıl dünyasının bugünkü dünyadan daha az dini olacağını düşünmek için hiçbir sebep yoktur.
Eski sekülerizasyon teorisini son nefes olarak adlandırılabilecek şekilde yeniden canlandırmaya çalışan az sayıda bazı din sosyologlarının var olduğu da söylenmelidir: Modernizasyon sekülerleştirir ve din sayesinde son hendek savunması sunan İslami ve Evancelikal tarzda hareketler sürekli olamaz. Sonuç olarak sekülerite zaferini kutlayacaktır ? ya da sonuç olarak İranlı mollalar, Pentekostal vaizler ve Tibetli lamalar hep Amerikan üniversitelerindeki edebiyat profesörleri gibi düşünmeye ve davranmaya başlayacaklardır. Bu tez tek başına ikna edici değildir.
Yine de dini sahnenin farklı kesitleri bağlamında çok farklı şeyler gündeme getirilmelidir. Örneğin en militan İslami hareketler ülkelerindeki yönetimleri devirmeyi başarsalar bile modernite karşısındaki mevcut duruşlarını korumakta zorluk yaşayacaklardır (görüldüğü kadarıyla şu an halihazır İran?da yaşananlar). Bugün çoğunlukla fakir ve eğitimsiz insanlar arasında taraftar bulan Pentekostalizm?in[3] de mensuplarının büyük bölümü yukarı doğru bir sosyal hareket yaşadığı takdirde, mevcut dini ve ahlaki karakteristiklerini değişimden koruması mümkün görünmemektedir (halihazırda bu, ABD?de yaygın bir şekilde gözlemlenmektedir). Bu dini hareketler genel olarak dini olmayan herhangi bir çeşit güçlerle bağlantılıdır ve bu hareketlerin gelecekteki rotası bahsedilen güçlerin en azından kısmen kontolünde olacaktır. Buna göre örneğin ABD?de Evancelikal hareket bazı hedeflerde başarılı olduğu ? ya da hüsrana uğramaya devam ettiği ? takdirde siyasi ve yasal alanlarda gelecekteki rotası farklı olacaktır.
Son olarak, insan çabalarının diğer alanlarında olduğu gibi dinde de bireysel kişilikler; sosyal bilimci ve tarihçiler pek itiraf etmeye yanaşmasa da büyük bir rol oynamaktadırlar. Buna göre İran?da Ayetullah Humeyni olmadan da bir İslami devrim olabilirdi ancak muhtemelen çok farklı görünecekti. Beklenmedik yerlerde güçlü dini hareketleri başlatacak karizmatik şahıslar kimse tarafından tahmin edilememektedir. Kim bilir, belki de Amerika?da yeni bir dini uyanış, gözünü açmış postmodernist akademilerde ortaya çıkacaktır!
Dirilişçi dinler sekülerizme yaklaşımlarında farklılık göstermekte midirler? Kendi özel inanç sistemlerine bağlı olarak tabi ki evet. Kardinal Ratzinger ve Dalay Lama çağdaş seküler kültürün farklı yönleri tarafından zorlanacaklardır. Bununla birlikte ikisi de, herhangi bir aşkın referans noktası olmadan geçinmeye çalışan bir kültürün sığ olduğu hususunda birleşeceklerdir. Ve eleştiri için kesinlikle iyi sebepler bulunacaktır.
Bu dünyadaki ampirik varlığın sınırlı boşluğunu aşmanın anlamını sorgulayan dini güdü, insanlığın uzun ömürlü bir özelliğidir. (Bu değerlendirme teolojik değil antropolojik bir açıklamadır ? agnostik ya da hatta ateist bir felsefeci de bunu kabul edebilir.) Bu güdüyü kesin olarak söndürmek için türlerin değişimine yakın bir şeye gerek duyulacaktır. Aydınlanma?nın en radikal düşünürleri ve onların yakın zamandaki takipçileri tabi ki böyle bir değişim ümit etmektedirler. Şu ana kadar bu gerçekleşmemiştir ve yakın gelecekte gerçekleşmesi de ihtimal dâhilinde değildir. Aşkınlıktan yoksun insan varlığının yoksullaştırılmış ve sonunda çürümüş olduğu, bütün dirilişçi hareketlerin seküleriteye getirdiği ortak eleştiridir.
Bugün sekülerite bir yere kadar özel bir modern forma sahiptir (eski şekiller de vardı, örneğin Konfüçyanizm ve Helenistik kültür), sekülerite eleştirisi modernitenin en azından bu özelliklerinin de eleştirisini gerektirmektedir. Yine de bundan öte farklı dini hareketler modernite ile ilişkilerinde farklılık göstermektedir.
Daha önce işaret edildiği üzere İslami dirilişin modernite hakkında negatif bir görüşe eğilim gösterdiği öne sürülebilir; tamamen modern ve modernleşme karşıtı olduğunu söylemek yerinde olacaktır (kadının rolü hakkındaki görüşü gibi). Evancelikal diriliş tam aksine, açık bir şekilde Latin Amerika?da, ortaya çıktığı pek çok yerde olumlu bir modernleştiriciliğe sahiptir. Yeni Evanglikaller modernizasyona engel teşkil eden geleneklerin çoğunu bir kenara attılar (erkek egemenliği örneğin, İberya Katolikliğine ait hiyerarşik yapıya kölelik) ve kiliseler modernizasyona katkıda bulunan değer ve davranış kalıplarını cesaretlendirmektedir.
Konuyla ilgili bir örnek vermek gerekirse: Cemaat yaşamında tamamen yer almak için Evancelikaller İncil?i okumak ve genellikle laik kişilerin (aslında kadınların) elinde olan cemaatsel meselelerle ilgili tartışmalara katılabilmek isteyeceklerdir. İncil?i okuma arzusu okuryazarlığı ve bunun ötesinde eğitim ve kendini geliştirmeye karşı olumlu bir tavrı teşvik edecektir. Yerel kiliselerin laik kişiler tarafından işletilmesi halk toplantılarının yürütülmesi ve mali hesapların tutulması dahil sayısız yönetim yeteneklerinin geliştirilmesini gerektirmektedir. Evancelikal cemaatlerin bu yolla (istemeden) demokrasi ve sosyal hareketlilik için bir okul hizmeti verdiği tahmininde bulunmak şaşırtıcı değildir.
Dini uyanışın dinle doğrudan bağlantısı olmayan birtakım meselelerle ilişkisi nasıldır? Önce uluslararası politikaları ele alalım. Burada, Soğuk Savaş?ın sona ermesiyle, uluslararası meseleleri etkileyecek, ideolojik çatışmalardan ziyade Samuel Huntington tarafından oldukça güzel bir dille önerilen bir ?medeniyetler çatışması? teziyle karşı karşıya gelinecektir. Bu tez hakkında söylenmesi gereken şeyler vardır. Soğuk Savaşın hayat verdiği ideolojik çatışmalar, şu an için kesinlikle cansızdır ancak örneğin; ben son nefesini verdiğini sanmıyorum. Gelecekte yeni ve farklı ideolojik çatışmaların olmayacağından da emin olamayız. Aslında ulusçuluk da bir dereceye kadar, canlı ve çok ülkede var olan, bir ideolojidir (daha doğrusu her ulusçuluğun kendi ideolojisi vardır).
Sovyet komünizmi ile Amerikan önderliğindeki Batı arasındaki herşeyi etkileyen çatışmanın yokluğunda Soğuk Savaş döneminde bastırılan kültürel düşmanlığın yeniden yüzeye çıkacağı da beklenebilir. Bu düşmanlıkların bazıları kendilerini ideolojik bir şekle sokmuşlardır ? Doğu ve Güneydoğu Asya?da birtakım yönetim ve entelektüel gruplarının kendine özgü bir Asyalılık kültürünü öne sürmeleri gibi. Bu özel ideoloji ABD ve diğer Batılı yönetimler ile sivil toplum örgütleri tarafından yayılan insan haklarının ırk/Avrupa merkezli olduğu iddia edilen karakteri konusundaki tartışmalarda özellikle görünür hale gelmiştir. Ancak bu tartışmaları bir medeniyetler çatışmasının sinyalleri olarak görmek abartı olacaktır. Dünyaya radikal İslami bir gözlükle bakılmasının Müslüman ülkelerde daha geniş bir yelpazede gerçekleşmesi ve dış politikalarında belirleyici olması halinde bu, dinsel olarak tanımlanan bir medeniyetler çatışmasına en yakın şey olacaktır. Şu an ise bu gerçekleşmemiştir.
Dünya Siyasetinde Din
Dinin uluslararası politikalardaki yerini değerlendirmek için gerçekten dinden ilham alan siyasi hareketlerle, dini olmayan çıkarlara dayalı siyasi gündemler için dini uygun bir meşrulaştırma aracı olarak kullananları ayırd etmek faydalı olacaktır. Böyle bir ayrım zordur; ancak imkansız değildir. Buna göre İslami Hamas hareketinin intihar eylemcilerinin ifade ettikleri gibi dine gerçekten inandıklarından şüphe etmek için bir neden yoktur. Tersine genellikle dinler arası bir çatışma olarak takdim edilen Bosna savaşında yer alan tarafların gerçekten dini fikirlerden ilham aldıklarından şüphe etmek için iyi sebepler vardır.
Hatırladığım kadarıyla bu üç tarafın aynı ırka mensup olduklarını, aynı dili konuştuklarını ve yalnızca ? hiç birinin inanmadığı ? dinlerinde farklılık olduğu gözlemini yapan P. J. O?Rourke idi. Dinî olduğu iddia edilen bir savaşın dini doğası hakkındaki şüpheler Kuzey İrlanda kökenli bir espride ifade edilmektedir (aynı şey Lübnan iç savaşı için de geçerlidir): Bir adam Belfast?ın karanlık sokaklarında yürümektedir, karşısına silahlı bir adam çıkar, silahı elinde tutmaktadır ve şu soruyu sorar: ?Protestan mısın yoksa Katolik misin?? Adam kekeleyerek cevap verir: ?Şey, aslında ateistim.? Silahlı adam devam eder: ?O, evet. Peki ama Protestan ateist mi yoksa Katolik ateist misin??
Dinin her yerde bir barış gücü olduğu söylenebilseydi, bu çok hoş olurdu. Maalesef durum bu değildir. Bir frekans dağılımı kesin olarak belirlenemese de dinin milletler arası ve ulus içinde, barıştan çok savaşı beslediği büyük bir olasılıktır. Eğer öyleyse bu, neredeyse yeni bir tarihtir. Dini kurum ve hareketler Hindistan alt kıtasında, Ortadoğu?da ve Afrika?da savaşı ve iç çatışmaları körüklemektedir. Dini kurumlar savaşçı politikaları reddetmeyi ya da savaşan taraflar için arabuluculuk yapmayı nadiren denerler. Vatikan, Latin Amerika?daki uluslararası bazı anlaşmazlıklarda başarıyla arabuluculuk yapmıştır. Bazı ülkelerde (örneğin, Vietnam savaşı sırasında ABD?de) dinden ilham alan barış hareketleri de olagelmiştir. Hem Protestan hem de Katolik rahipler gözle görülebilir başarısızlıkla birlikte Kuzey İrlanda?daki çatışmalarda arabuluculuk yapmaya çalışmışlardır. Ancak yalnızca resmi dini kurumların faaliyetlerinde odaklanmak muhtemelen hata olacaktır. Kilise yapılarının resmi faaliyetlerinin yokluğunda dahi barış yanlısı sonuçlara sahip olabilecek şekilde dini değerlerin bir topluma sızması söz konusu olabilir. Örneğin bazı uzmanlar Hıristiyan değerlerinin genişçe sızmasının, kiliselerin bizatihi çoğunlukla savaşın iki tarafında kutuplaşmış olmasına (en azından rejimin son beş yılına kadar, Dutch Reformed Kilisesi?nin ırkçılık karşısındaki pozisyonunu değiştirmesine kadar) rağmen, Güney Afrika?daki ırkçı rejimi sona erdiren süreçte arabulucu bir rol oynadığını öne sürmüşlerdir.
Konuyla ilgili başka bir mesele de dini bir canlanmanın ekonomik gelişme için çok önemli anlamlar içermesidir. Din ile ekonomik gelişme arasındaki ilişki hakkında temel metin tabi ki Max Weber?in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseridir. Uzmanlar bu kitabın öne sürdüğü tezler hakkında doksan yıldan fazladır tartışmaktadırlar. Bununla birlikte kimileri (şans eseri ben değişmez bir Weberciyim) bazı değerlerin açık bir şekilde modern ekonomik gelişmeyi diğerlerinden daha fazla beslediğini kabul edecektir. Weber?in ?Protestan ahlakı? gibi bir şey kapitalist büyümenin ? dinden ilham alsın ya da almasın kişisel disipline, çok çalışma, tutumluluk ve eğitime değer veren bir ahlak ? erken aşamalarında muhtemelen işlevseldir.
Latin Amerika?daki yeni Evancelikalizm, bu değerleri bir kristal berraklığında göstermektedir. Aksine, Latin Amerika?da iyi yapılanmış olan İberyan Katolikliği bu değerleri beslememektedir. Franco rejiminin sonlarına doğru İspanya gözle görülür derecede başarılı bir ekonomik gelişme dönemi yaşamıştır ve önemli faktörlerden birisi sert teolojik ortodoksluk ile pazar yanlısı açık ekonomiyi birleştiren Opus Dei[4]?nin etkisi olmuştur. İslam, modern bir pazar ekonomisi ? özellikle modern bankacılık ? ile genellikle sorunlar yaşamıştır ancak Müslüman göçmenler birtakım ülkelerde (örneğin alt Sahra Afrikası) büyük başarılara imza atmışlardır ve Endonezya?da Katolik dünyasında Opus Dei?ye benzer bir rol oynayabilecek güçlü bir İslami ? daha önce bahsedilen Nahdetul Ulema ? hareket vardır. Şimdi de Doğu Asya?daki ekonomik başarı öykülerinde Konfüçyan değerlerin oynadığı rol üzerine yıllardır süren büyük bir tartışma vardır ve eğer ?Konfüçyanlik sonrası tezi?ne (ve aynı zamanda Konfüçyanizmin din olmasına) itimat edilirse ekonomik gelişmeye çok önemli bir katkıda bulunabilecektir.
Bu meselenin ahlaki açıdan sıkıntılı yönlerinden birisi ekonomik gelişmenin bir döneminde işlevsel olan değerlerin başka bir dönemde işlevsel olmayabilmesidir. ?Protestan ahlakı? ya da işlevsel bir benzerinin değerleri Walt Rostow?un ?havalanma? olarak adlandırdığı bir dönemde muhtemelen gerekliydi.[5] Bunun sonraki bir aşamada da aynı şekilde olup olmayacağı belirli değildir. Çok daha sade değerler Avrupa, Kuzey Amerika ve Doğu Asya?daki sözde sanayileşme sonrası ekonomilerde daha işlevsel olabilir. Bununla beraber ahlaki açıdan takdire değer olan tutumluluk, ekonomik bir ağızla konuşulursa gerçekte kötü bir alışkanlık olarak değerlendirilebilir. Disiplinsiz hedonistler ilkel yoksulluğun dışına çıkarken zorluklarla karşılaşabilirler fakat yeterince zeki iseler gelişmiş toplumların yüksek teknolojili, bilgi güdümlü ekonomilerinde yüksek bir başarı elde edebilirler.
Son olarak dini canlanmanın insan hakları ve sosyal adalet üzerinde dünya çapında bir etkisi bulunmaktadır. Dini kurumların insan hakları ve sosyal adalet üzerine doğal olarak açıklamaları vardır. ABD?deki sivil haklar mücadelesi ya da Avrupa?daki komünist rejimlerin yıkılmasında olduğu gibi bu açıklamaların önemli siyasi sonuçları olmuştur. Ancak daha önce de bahsedildiği gibi insan haklarının doğası üzerine farklı şekillerde ifade edilen dini görüşler vardır. Aynı şey sosyal adalet fikirleri için de geçerlidir; bazı gruplar için adil olan başkaları için büyük bir adaletsizlik olmaktadır. Roma Katolik Kilisesi?nin kürtaj ya da gebelikten korunmaya karşı ilkeli muhalefetinde olduğu gibi dini grupların kimi meselelerdeki pozisyonunun zaman zaman dini bir mantığa dayalı olduğu açıktır. Ancak başka zamanlar sosyal adalet karşısındaki pozisyon, dini söylem tarafından meşrulaştırılmış olsa bile, dini olmayan şu veya bu sosyal sınıf ve çıkarlar ağındaki dini fonksiyonerlerin mevkisini yansıtmaktadır. Aynı örnek çerçevesinde olmak kaydıyla Amerikan Katolik kurumlarının cinsellik ve çoğalma konularından çok, sosyal adalet meselelerinde çoğu tavrı bu kategoriye dâhildir.
Bu karışık analiz bizim genel kararımız olması gereken şeyi simgelemektedir. Dünya meselelerinde dinin rolü hakkında hem büyük umutlar besleyenler hem de bu rolden endişe edenler nihai değerlendirmede bir değil aynı anda çok yönü gösteren gerçeklere dayanan deliller karşısında hayal kırıklığına uğramış olmalıdırlar. Bu rolün değerlendirmesinde ince farkları gözeten, durumdan duruma farklı yaklaşımda bulunmaktan başka bir alternatif yoktur. Ancak bir açıklama büyük bir güvenle yapılabilir: Çağdaş meselelerin analizinde dini ihmal edenler önemli bir sorumluluk altına girmektedirler.
*Amerikalı ünlü sosyolog. Yazarın birkaç kitabı da Türkçe?ye tercüme edilmiştir.
Bu makale Gürkan Bayır tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.
[1] ?Genelde Evancelik terimi reform döneminden itibaren, öğretilerini yalnızca İncillere dayandırma iddialarından dolayı Protestan kiliselere atfedildi. Almanya ve İsviçre?de ise Evancelik terimi uzun zaman özellikle Protestan kiliselerinin Lutherci grupları için kullanıldı. Öte yandan İngiliz kilisesinde terim, kişisel ihtidayı ve İsa Mesih?in keffaret olarak öldüğüne iman yoluyla açıklayan akım için kullanılmaktadır.?, Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz,Vadi: Ankara, 1998, s. 122. (çev. notu).
[2] ?Bir tarihsel çağın (Zeit) karakteristik ruhunu (Geist) anlatan bir terim. Voltaire gibi on sekizinci yüzyıl filozofları ?çağın ruhu? fikrine kafa yormuşlar, fakat bu kavramı en eksiksiz biçimde Hegel geliştirmişti. Hegel, filozofların ve sanat eserlerinin, onları üreten çağı aşamayacağını ileri sürüyordu. Felsefelerin ve sanat eserlerinin ifadesi daima sembolik ve eksikli kalacaktı. İnsan ruhunun ilerlemesine damgasını vuran öğe, belli bir çağın sınırlarını aşan mutlak ruhu, ya da hakikati ne ölçüde yakalayabildiğiydi. Artık Zeitgeist terimi, herhangi bir dönemin genel kültürel niteliklerini tarif etmek üzere (? ?60?lar? ya da ?romantik çağ? gibi) daha gevşek biçimde kullanılmaya başlanmıştır ve Hegelci felsefenin güçlü tarihsici özelliklerini taşımaz.?, Sosyoloji Sözlüğü, Gordon Marshall, çevirenler: Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat: Ankara, 1999, s. 836. (çev. notu).
[3] ?Hıristiyanlıkta özellikle Pentekostal Kiliseler tarafından temsil edilen bir dinsel akım. Bu akım nesupları, ilk Hıristiyanların Pentekost gününde (Res. İşl. 2:1-4) geçirdikleri tecrübenin ve mükafatın aynısının kendilerince de sahip olunmasının mümkün olduğu inancını taşırlar. Ayrıca onlar toplu duaya önem verirler. Pentekostal Kiliseler, özellikle ABD?de ve İngiltere?de yaygın olan siyahlara veya göçmenlere ait çeşitli kiliseleri bünyesinde toplar. Mesih?te Tanrının Kilisesi, Elim Kilisesi, Apostolik Kilise gibi kiliseler bunlar arasında sayılır.? , Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz,Vadi: Ankara, 1998, s. 122. (çev. notu).
[4] Seküler toplumdaki bireylerin Hıristiyan erdemleri yerine getirmesini desteklemek için 1928?de kurulan bir Roma Katolik cemiyetinin adı. [Editörün notu]
[5] Başkan J.F. Keneddy (1961-1963) ve Başkan Lyndon B. Johnson?un (1966-1969) danışmanlığını yapmıştır. Texas Üniversitesi Ekonomi ve Tarih profesörü ve bilhassa ekonomik gelişmeyle ilgili pek çok kitabın yazarıdır. Ekonomik gelişmenin beş aşamasından geçen toplumlar hakkındaki teorisiyle tanınmaktadır. [Editörün notu]