Abdülvahab el-Messiri*
Modernitenin, dolayısıyla kapsamlı sekülerizmin bir içkinlik formu olduğunu, böylece sekülerizasyon seviyelerini yükseltmenin aynı zamanda içkinleştirme seviyelerini yükseltmek anlamına geldiğini yeterince tartışmış olduk. Ayrıca içkinleştirme sürecinin evrendeki aşkın düzenleyici güç olarak Tanrı?nın fiilen yok oluşuna yol açtığından da bahsettik. Başlangıçta Tanrı hem doğa hem de insanda ikamet etmektedir ve bu da, insan-doğa ve özne-nesne keskin dualizmiyle sonuçlanmıştır. Daha önce tartışıldığı gibi, dualizm çözülerek monizme dönüşmektedir.
Bir adım daha atabilir ve çözülmenin, içkinleşme sürecinin derinleşmesi vasıtasıyla somut sosyo-historik seviyede gerçekleştiğine dikkat çekebiliriz. İnsan hayatının farklı yönleri kendinden referanslı, kendi kendine harekete geçen, kendini dönüştüren ve kendini açıklayan bir hale gelmek için kendilerini insandan ve onun kavrayışından ayırırlar. Batı dünyasında içkinleşmenin, dolayısıyla sekülerizasyon, modernizasyon ve natüralizasyonun paradigmatik sırası, bazı ekonomik adacıkların kendilerini ?adil karşılık? gibi bazı Hıristiyan değer ya da kavramlarından ?özgürleştirdikleri? yani Ortaçağ?ın sonlarında bir yerden başlamıştır.
Herhangi bir ahlaki ya da insani düşünce karışmamış kuralcı ekonomik kriterlerin yerini yalnızca ekonomik faaliyet ile ekonomik başarı ve başarısızlığa uygulanan kriterler aldı. Başka bir deyişle ekonomik alan, değerden bağımsız hale gelmek ve yalnızca kendisine atıfta bulunmak, kendi kriter ve standartları kendisinde içkin olmak suretiyle içkinleştirildi.
Aynı model kendisini insani faaliyetlerin tüm alanlarında tekrarladı. Örneğin, siyasi alan Rönesans?ta, modern devlet teorisinin doğuşuna tanık oldu. Devlet, bir dini ya da ahlaki temelde meşruiyet aramaktan ziyade, değerden bağımsız, kendisini raison d?état (varlık sebebi) vasıtasıyla haklı çıkaran bir hale dönüşmüştür. Diğer bir ifadeyle devlet, kendini haklı çıkaran, kendini doğrulayan ve kendinden referanslı bir hale geldi. Siyasi alan kendisini dış değerlerden özgürleştirdi ve içkin kurallarıyla yargılandı.
Diğer alanlar kendisini dini, ahlaki ya da insani değer ve düşüncelerden özgür kıldıktan sonra insan hayatının bir alanı, biz neticede bilime ulaşıncaya kadar kendine yeterli, kendini düzenleyen, kendini dönüştüren ve kendini açıklayan bir hale gelmektedir. Değerden bağımsız ve amaçtan bağımsız hale gelerek kendisini insani bakış ve amaçlardan da kurtardı. Bilimsel kanunlar ve normların, insanın arzu ve amaçlarını sanki ?harici? bir şeymiş gibi dışlayan bilimsel süreçte içkin olduğu farzedildi. Duygular ve amaçlılık herşeyden öte ?bilimsel? değildi. Yalnızca teleolojiktiler.
İnsan ile karşı karşıya gelen dünya, her biri kendinde içkin olan kanunlara sahip varsayılan kendinden referanslı çeşitli faaliyet alanlarından oluşmuş gibidir. Ancak buradaki ironi, insan hayatının bir alanı kendisini insan kontrolünden kurtarınca, özünde içkin doğa kanunlarına tabi olmaktadır. İnsan benliğinin (eros, duygular, beden, akıl vs.) farklı yönleri ayrıca her bir özelliğin kendinden referanslı olup, nihayetinde temelde içkin doğa kanunlarına tabi olduğu aynı içkinleşme sürecine (sekülerizasyon ? modernizasyon ? atomizasyon) tabidirler. İnsan öznesi, artık evrendeki düzenleyici ya da birleştirici ilke değildir; doğal materyal bütünün bir parçası olmaktan başka bir şey değildir.
İçkinleştirme/modernizasyon/sekülerizasyon sürecini tümüyle Tanrı?nın ölümü söylevi açısından görebiliriz. Tanrı ilk önce tek bir insanda değil, bütünüyle insanoğlunda ve geçici değil kalıcı olarak somutlaştı (içkinleşti). Bu, hümanizmanın ve tekbenci öznenin yükselmesine yol açtı. Bu hümanizma, Tanrı tek bir toplumda somutlaşınca emperyalizm ve ırkçılık, Lider?de somutlaşınca faşizme dönüşmektedir. Ancak Tanrı, doğada somutlaştığı için az önce bahsedilen somutlaşma insanla sınırlı kalmadı. Bu da daha önce atıfta bulunduğumuz keskin dualizm ile insan ve doğanın, özne ve nesnenin paralelleştirilmesinde ısrar eden çılgın Alman ?idealistik? felsefesi girişimine yol açtı. Böylece Tanrı sadece doğa temelde somutlaştı ve bu hulul?un (tedrici nüfuz), merkezde doğa-temel olacak şekilde son düzeye yani materyalist vahdet-i vücud?a, varlığın tekliğine ulaştığı noktadır. Spinoza, Kant ve Hegel, tüm dalgalanma ve bölünmelerine rağmen logosentrik olan bu içkinlik seviyesine göre çalıştılar. Bu Aydınlanma, Batı rasyonalizmi ve benim ?cesur materyalizm? olarak adlandırdığım şeye yol açtı.[1]
Ancak süreç çok amansız şekilde devam etti ve içkinleştirme (sekülerizasyon/ modernizasyon) daha radikal hale geldi. Merkez, kaymayı sürdürdü ve biz, bir merkezler çokluğuna sahip oluncaya kadar somutlaşma-cisimleşme çok fazlaydı. Doğanın kendisi parçalandı ve atomize oldu. Dengesini, tutarlılığını ve kendinden referanslılığını kaybetti. Artık dengeli bir merkez olarak görev yapamazdı.
Bütün bunların anlamı, bizim modernitenin katı logosentrik seviyesinden onun akışkan logosentrik seviyesine, materyalist irrasyonalizm, dünyanın merkezsiz olduğu kahramanlık karşıtı seviyeye hareket etmiş olduğumuzdur. Arkamızda bıraktığımız sadece Prometheus ve Faustus değil aynı zamanda Frankestein canavarıdır. Dracula yerine Madonna ve Micheal Jackson?a sahibiz, şimdi Derrida?mız vardır.
Katıdan sıvıya kayma doğa-temel paradigmada gizlidir. Daha önce işaret edildiği gibi doğa ya (katı) madde ya da (akışkan) enerjiden oluşmuştur. Ancak katı ya da akışkan olsun doğa-temel en katı koşullarında bile esas karakteristiği onun hareketin kalıcı durumunda olması gerçeğidir. Değişmeyen tek şey değişimdir.
Değişimin bu devamlı durumu ?akış? olarak adlandırılır. Değişen, dalgalanan bu doğa temel fikri Sokrat öncesi filozoflara kadar uzanmaktadır. Heraclitus (öl. MÖ 460) ?hiçbir şey aynı kalmaz?; ?her şey değişir? (akar, ayrılır, çözünür) açıklamalarında bulunmuştur. Bu, ?aynı nehirde neden iki kez yıkanamayacağınızın? sebebidir, zira gerçeklik bir akıştır, bir nehrin akışı asla durmaz.
Ancak Heraclitus, tam bir materyalizmin felsefi anlamlarını kabul edecek kadar cesur değildi ve bir logos, eşyanın sabit akışında açık olan bir model ve kimliğin içkin bir nedeni varsayımında bulundu. Onun evreni, kalıcılık ve değişim, sabitlik ve akış dualizminin karakterize ettiği logosentrik bir evrendi.
Ancak akışın varış noktasını; sadece içkinliği savunanlar da vardı. Bunlar, doğa-temel paradigmayı karanlık tüm anlamlarıyla birlikte kabul ettiler. Sofist Gorgias[2] (M.Ö. 490-385) aslında hiçbir şeyin varolmadığını söylerken daha çok dramatik olarak ve kısaca bu felsefi tutumu özetliyordu. Gerçekten bir şey var olsa bile onu bilemezdik; bilsek bile bilgimizi onunla iletişime geçiremezdik. Sahip olabileceğimiz bir bilgiyi, aynı şey, aynı anda, iki farklı yerde olamayacağı için iki insan aynı şeyi düşünemeyeceğinden, açıklayamazdık. Her şey akışın kontrolüne ve mutlak göreceliğe düşmek için insan anlayışından kaçmaktadır; her şey çözülmektedir.
Modernist seküler proje, kalkış noktasını radikal materyalizm ile mutlak göreceliğin benzer tutumlarından alır, sonuç; insanın, sonra bizzat doğanın ve nihayetinde her ikisinin de çözülmesidir. Bu, Hobbes?un daha başlangıçta keşfettiği şeydi. Kendi dünyeviliğinde seçkin bir şekilde yaşayan insan, insan kardeşinin kurdu ve dünya da vahşi gücün idare ettiği bir ormandan başka bir şey değildir. Darwin daha sonra bu gerçeğe vurgu yapmış ve Freud da bu vahşi ormanın dışarıda olduğu kadar içeride olduğuna işaret etmiştir. Bu karanlık gerçeği gizlemeye çalışan Batı felsefi söylevi, hiçbir kutsal kökeni olmayan ancak yine de bir şekilde tabiatı gereği iyi ve mükemmelleşebilir olan doğal insanın yükselişini ilan eden Aydınlanma projesini geliştirmiştir. Ayrıca düzenleyici ilkenin merkezleri olarak doğa temel ve/veya benlik ile birlikte logosentrik bir evren varsayımında bulunmuştur. Ancak karanlık olan aydınlatıcılar, dinç bir şekilde reddedip yıkarak her zaman var olmuşlardır.
Nietzche, başka herhangi bir düşünürden daha fazla bu gerçeği meydana çıkaran, kutlayan ve açıkça ifade eden filozoftur; insan hem materyalist hem de logosentrik, geçici ve anlamlı bir dünyaya sahip olamaz. Gerçek geçiciliğin anlamı değerler ve amaçtan kurtulmaktır. Hatta, merkezli bir evrenin temeli olan bütünlük fikri bile sürdürülemez. Bu, Tanrı?nın ölümünün gerçek anlamıdır yani insan sınırsız ve tesadüfi yaşayacaktır. Nedenselllik ve bütünlük hakkında konuşmayı sürdürürsek; Tanrı ölmüş olsa da gölgesinin hala yerinde olduğunu söylememiz gerekir. Nietzche Tanrı?nın gölgesinin tamamen silinmesini istemiştir, zira ancak bu şekilde gerçekten modern bir dünyaya, özsüz, bütünlüğün, doğru ya da yanlışın, sebep ve sonucun, insan doğasının, amaç ya da yönün, nesnel gerçekliğin, rasyonel söylev ihtimalinin, özne ya da nesnenin ve kutsal ya da profanın olmadığı özgür, merkezsiz bir evrene ulaşabiliriz. Üstün insan ile alt insandan başka hiçbir şey; özerk sonsuz yinelemeden başka hiçbir şey. Bir aşkınlık özlemi, ?doğa üstü doğacılık? ya da ?temel (özdek) yoluyla aşkınlık? hakkında herhangi bir konuşma sadece kendini aldatma, kibirli bir tarzda kendini tanrılaştırma ve kendini kutsallaştırmadır.
Modernite, dünyanın hem insan hem de doğanın dünyevileştirilmesi olarak doğru biçimde tanımlanmıştır. Modernitenin bazı yönlerini tanımlamak için ?de? önekiyle kullanılan fiiller dikkat çekici olabilir: ?Demistife?, ?debunk? (yanlışları açığa vurmak), ?demitolojize?, ?demetafizikalize?, ?detekstualize? ve ?dehümanize?, ki tüm bunlar her yerde ve her zaman hazır oluşumuzun, herşeyi ?yapıbozumuna? uğratışımızın müjdecisidir.
Uğursuz öneki başka bir fiil ile kullanan Richard Rorty, modernite projesinin ?de-divinizasyon? (divinizasyon, yani ilahileştirme) olduğunu söylemiştir, yani insan hiçbir şeyi kutsallaştırmayacak, hiçbir şeye, kendisine bile tapmayacaktır. Hiçbir şeyi kutsal addetmeyecek ve kökenleri aşkın olmadığı için insan uzatılmış dünyevi verileri aşma arzusu hissetmeyecektir.[3] Sınırlı ve bağlı olduğu için de nihai soruları sormayacaktır. Herhangi bir köken ya da gerçeğe sahip olmayan bir masum işaretler dünyasında yaşayacaktır.
Rorty?nin açıklaması, post-modernist yapıbozucu projede gizli olan insan düşüncesiyle doğrudan ilgilenme meziyetine sahiptir. Maalesef post-modernist söylev daima bu kadar açık değildir. Tam aksine çok kabarık ve şişkin olma eğilimindedir. Postmodernizm, örneğin bir postmodernist tarafından ?logosentrik, bütünleyici, aşkın, değişmiş öykülere? karşı olarak tanımlanmıştır. Metin, bir başkası tarafından ?hiçbir yerden yayılmayan, kimsenin niyetlenmediği, hiçbir şeye atıfta bulunmayan, boşlukta tiksindirici? olarak tanımlanmıştır. Burada dildeki yozlaşma, bir kördüğüm haline gelmiş kültürel ve felsefi bir projenin ifadesidir. Bu proje ise gerçekliği bir şey ya da başka bir şey sonrası (post-kapitalist, post-endüstriel, post-ideolojik, post-historik) açısından görür ve dünyaya baktığında boşluktan başka bir şey görmez.
Yine de postmodernist söylev, daha anlaşılır ve genel ifadelerle çözülüp yeniden kurulabilir. Boşluk bile yorumlanabilir. Sessizliğin etkili ve güzel olduğu söylenmektedir.
Postmodernizm, metafiziksel bir tutumu yadsıma konusundaki heyecanlı girişimine rağmen kendi metafiziğine sahiptir. Aşkınlık, bütünlük, kalıcılık ve dualiteyi reddeder ve onun bu reddedişi içkinlik metafiziğinin bir ifadesi olarak, onun gerçek felsefi kimliğini göstermiştir.
Başka bir deyişle postmodernizm modernite ve içkinleştirme/sekülerizasyon projesinin gelişiminde sadece bir üst (ya da alt) aşamadır. Metin okumalarının çok fazla laf kalabalığı üreten bir şekli olabilir, ancak terminoloji ve söyleniş labirentinin arkasında bir paradigma bulunmaktadır. Belirsiz, sınırsız postmodernist çılgınlıkta bir paradigmanın içinde köklenmiş belirli, kesin bir yöntem vardır.
Monizmin, içkinliğin yeri ve evrenin merkezine (özne ya da nesne, doğa, temel ya da benlik) bağlı olarak çeşitleri bulunmaktadır. Ancak ne özne ne de nesnenin içkinleştirme/ sekülerizasyonun yükselen seviyesi vasıtasıyla, evrenin merkezi (bir logos) görevi yapamayacağı belirli bir gerçektir, tasfiyeden başka seçenek yoktur.
Tüm bunlar yeni bir monizm çeşidine, ?atomist monizm?e yol açmaktadır. Bu monizmde dünya, sayısız atomlardan oluşan düz, sıvı bir dünyadır ve her bir atom belli bir amaç ya da yön olmaksızın hızlıca hareket ederek kendi küçük hikayesinde yerini almıştır. Ne logos ne de merkez vardır; ne algılanan tutarlı bir özne ne de algılanan tutarlı bir nesne bulunmaktadır. Olan tek şey akıştır. Tüm gerçeklik çözülerek atomlara indirgenmiştir. Tüm hepsi çözülmüş ve evrenin düzenleyici ya da bozucu ilkesi olarak anlamsız bir akışa indirgenmiştir.
Anlamlandıran ile anlamlanan arasındaki ilişkinin bütün meselesi atomist monizmin bir manifestosudur. Eğer anlamlandıran, anlamlanandan bir boşluk, algılanabilir ile algılanamazın, anlamlı ile anlamsızın, konuşma ile yazmanın ve doğa ile kültürün dualitesi ile ayrılırsa sonuç monizmin çökmesi olacaktır, zira bunun manası yalın akışın arkasında bir şeyin olacağı ve bir anlamın, telos?un bulunacağıdır.
Dualitenin bir özelliği, işaretin anlamlı tarafı akışın içine dalmış durumdadır, ancak öyleyse anlaşılır olan hakkında ne söylenebilir? Kaçınılmaz olarak yüzünü, akıştan algıladığı anlamı yorumlayabilen ve bildirebilen bir insana çevirmektedir. Bu, insani koşulun, yalın akışın üzerinde olduğu ve embriyonik durumun sınırsızlığı ile doğa durumunun bir anlamsızlığı tuzağına düşmediği anlamına gelmektedir. Ancak aşkınlık zinciri, anlamlandıranın anlaşılır yanı bir kez doğa akışı dışında görülünce akış, yani Tanrı, dışında nihai bir sabitlik noktasına ulaşıncaya kadar devam edecektir. Böylece yapıbozumu, yayılma ve la differance cinleri savuşturulabilir.
Derrida?nın emin bir şekilde ileri sürdüğü gibi işaretin anlaşılabilir kısmı, yüzünü Tanrı?ya, bir logos?a çevirmektedir. Diğer bir ifadeyle dünya, logosentrik, aşkın bir anlamlandırıcıda köklenmiş, nihai bir atıf, mutlak bir kurum, dil oyunu dışında kalmış, sistem içinde sözlü ya da yazılı bir ifadenin özel anlamını yerleştirmek gibi bir metodla linguistik sistemi ortalamak (sabitlemek ve düzenlemek anlamında) için yeterli hale gelmektedir. Diğer yandan, akış dünyasındaki nüfuz alanı ile oyunu son derece ve dışlayıcı şekilde genişleten aşkın bir anlamlananın mevcut olmayışı tüm dualiteleri tasfiye etmektedir. İşaretler sistemi böylece kendisini metafiziksel varsayımlardaki köklerinden kurtarmak zorundadır. Böylece tüm dünya bir oyun, sınırların, seçimin ya da sorumluluğun olmadığı gerçek bir embriyonik hal durumuna gelecektir. Bu, eğer anlamlandıran ile anlamlanan arasındaki boşluğa bir köprü yapılır ve böylece birini diğerinden ayıran bir boşluk olmaksızın, biri gerçekten diğeri haline gelecek şekilde, gerçek bir varlık birliği, vahdet-i vücud olan sıkı bir organik birlik oluşturabilseydiler, başarılabilirdi. Bu yolla anlamlandıran anlamlanandan, gerçeklikten kurtulmuş olur ve böylelikle kendine yeterli ve kendini açıklayıcı hale gelir.
Ancak işaretler, bir kez aşkın anlamlandırandan bağımsız olduğunda tüm işaretler sistemi kendine yeterli hale gelmektedir. Böylece her işaret bir başka işarete, o da bir üçüncüsüne atıfta bulunacaktır. Her yorum bir başkasına, o da bir diğerine geçişli olarak atıf yapacaktır. Yapıbozumsal baş dönmesi böylece başlamış olacaktır. Sınırsız yorumlama, artık herhangi bir yere sabitlenmiş olmayan sınırlanmamış bir semantik oyun bunun neticesidir. Metinler sadece ?boşluktaki karanlık? haline gelecek ya da işaret oyununu durduracak bir merkez olmaksızın her kelimenin bir diğerine atıf yaptığı sözlükteki kelimelere benzer bir hal alacaktır. Herşey başka herşeydir ve herşey sıvı bir hiç, fena?dır. Ya da Derrida?nın ifadesiyle: ?Yapıbozumu ne değildir? Tabi ki herşey. Yapıbozumu nedir? Tabi ki hiçbir şey.?
Hiçliği kutlayan, 16. yüzyıldaki Mısırlı şair İbn Savdun el-Mısri, kendini yapıbozumuna uğratan logosentrik olmayan şiirler yazmıştır. Onun şiiri üst organik birlik tarafından karakterize edilmektedir, zira dikkat çekici tarzda sadece kendine atıf yapmaktadır. Anlamlandıranlar, birini diğerine eşit yaparak anlamlananlardan ve anlamlandırma fikrinden kurtulmaktadır.
Dünya dünyadır: ve cennet cennettir,
Ve cehennemin iğrenç olduğu söylenir.
Akan nehrin ortasına oturduk,
Sanki suyla çevrili insanlar gibi.
Bazı postmodernistler en ikonik ve şeffaf dilin, işareti aşkın anlamlandırandan tamamen özgürleşmesine yaklaşan, belki de onu somutlaştıran olduğunu öne sürdüler. Bu işaretler kendisini acıdan ayıran bir boşluğun olmadığı acı çığlıklarıydı. Cinsel hazzın tek heceli ifadeleri de benzer şekilde sınıflandırıldı. Bu tümüyle, oldukça embriyonik ve monistiktir. Derrida, Antoine Artaud (zulüm tiyatrosunun savunucusu) tarafından yazılmış gerçekten şeffaf bir şiir buldu. Kendi dışında hiçbir şeye atıfta bulunmayan yalın seslerden oluşmaktadır; sesler kendini açıklayıcı ve kendine yeterlidir:
afidana/ nakimov/ taudidana/ taukomiv
nasidano/ nakomiv/ trakoniv/ nakomi
Bu sesler az gelişmiş hayvanlarınkinden (yunusların çok sofistike bir iletişim dili vardır) ayrılamaz. Bu, Derrida?nın tarih ya da metafiziğin kirletmediği işaretler, yaratılıştan önce (tahminen Adem?in yalnızca çamur olduğu ve Tanrı?nın ona tüm bitki ve hayvanların adını öğretmesinden, böylece onunla doğa arasında bir boşluk yaratıp ona özel insani özellikleri bahşetmesinden önce) kullanılan işaretler bulma rüyasının gerçekleşmesidir.
Ancak durum böyleyse, sessizlik insanın ?dilsiz, hissiz şeylerin? parçası olduğu paradigmanın gerçekten gerçekleşmesidir. Gerçek bir fena; yokoluş bu değil midir? Bu, postmodernizmin ve içkinlik metafiziğinin gerçekleşmesi değil midir? İdeal, ikonik, kendine yeterli, kendinden referanslı bir metin ararken Derrida şu yapıyı bulmuştur: ?Şemsiyemi bıraktım?. Nietzsche tarafından boş bir kağıda yazılmış ve kağıtları arasında bulunmuştur. Niçin ve kime yazıldığını, birine yazılıp yazılmadığını, gerçekten şemsiyesini bırakıp bırakmadığını ve şemsiyenin gerçek mi yoksa sembol mü olduğunu bilmiyoruz. Anlamlanmamış gerçek bir anlamlandırıcıdır.
Özel bir sebebi olmaksızın ?Xfnd-?4gl? olarak adlandırılan aşağıdaki şiir, nihai postmodernist metin olarak görülmelidir:
O boşluktaki karanlık değil, boşluktaki boşluktur. Şu ana kadar yazılmış (ya da yazılmamış) en küçük şiirdir. Ayrıca kendini açıklar, yani açıklanmaya ihtiyacı yoktur. Böylece kendinden referanslıdır, yani dışarıdan görülmez. Kendisinden daha temel bir şeye indirgenemez zira yoktur. Dili metafizik (ya da aynı sebepten fizik) tarafından en az kirletilmiş olan değildir. Tam sessizlik onun dile getirdiği yegane dildir.
Ancak bildiğimiz kadarıyla sessizlik etkili ve güzeldir; metafiziği anlamlandırır ve böylece ona dayalıdır. Bu, bizim şeffaf, masum şiirimizin yazık ki öyle olmadığı ve aslında metafizik tarafından kirletildiği gerçeği konusunda uyarır; aslında logosentriktir, zira boşluğa ya da yokluğa, fena?ya, insanın yokoluşuna atıfta bulunur. Bu yolla postmodernist projenin anti-hümanistik telos?unu bütün modernite (sekülerizm, içkinlik) projesinin yapıbozumsal doğasını açığa çıkarır. Yani nihilistin sessizliği bile bir telos?u anlamlandırır ve telos da logos?a, doğa ve tarihin ötesinde bir Tanrı?ya atıfta bulunur.
Bu makale Gürkan Bayır tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.
Makalenin 1. ve 2. bölümlerini okumak için tıklayın
Sekülerizm, İçkinlik ve Yapıbozumu
Doğa Temelli Paradigma
[1] Logosentrizm genellikle Jacques Derrida ve felsefi ve edebi teoride dekonstrüksiyonun taraftarlarınca kullanılan bir terimdir. Bu kullanımda logosentrik bir söylev dil, anlam ve gerçek konusunda geleneksel sıraya taraftar olandır. Böylece bu söylevde ilk olarak dil (konuşma dili) zaten akılda olan fikirleri ifade etmek için aşağı yukarı yeterli olduğu, ikinci olarak zihindekileri bir türev, ek işaretler alanına, kendi gerçeği sadece otantik konuşma vasıtasıyla açığa çıkarılabilecek logosun ?yaşayan varlık?ından iki defa silinen alana yazmak olarak düşünülmüştür. (Editörün notu).
[2] ?M. Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan önemli Sofist düşünür. Yokluk Üstüne ve Helen?e Övgü adlı eserlerin sahibi olan Gorgias, kendisini bir görecelilikle sınırlamayarak, gerçek bir hiççiliğin savunucusu olmuştur.
Hiçbir değerin varolmadığını, insanlara ikna yoluyla herşeyin kabul ettirilebileceğini, zira insanların bilgiden yoksun olduklarını söyleyen Gorgias, ikna sanatına, sözün terbiye edilip geliştirilmesine büyük bir önem vermiştir. Ona göre, ikna sanatı, konuşma, inanç ve düşünceyle ilgili olan tüm diğer sanatların kendisine dayandığı temel sanattır. İnsanlar bilgisiz oldukları için, Gorgias, aldanmayla doğruluk arasında büyük bir fark olmadığını belirtmiştir. Olmadığı için de, ona göre, doğru söz ya da akılyürütmeyle yanlış söz ya da akılyürütme arasında değil, fakat yalnızca başarılı, doyurucu, ikna edici akılyürütme ve tartışmayla kısır söz ve tartışma arasında ayırım ypabiliriz. Logosun, sözün büyük gücü olduğunu öne süren Gorgias, bir yandan da sözün bu gücünün, aydınlatan ve bilgi veren bir güç olmayıp, dalgalandıran ve etkileyen bir güç olduğunu söylemiştir.? W. Kranz, Antik Felsefe (çev. S. Y. Baydur), İstanbul, 1984; G. Kerferd, The Sophistic Movement, Cambridge, 1981, Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, 6. Basım: İstanbul, 2000, s. 412-413. (çev. notu).
[3] Donnée, Fransızca bir kelimedir ve (datum) veriler anlamındadır. Temel bir gerçek ya da varsayım kadar bir hikayenin vs.konu ya da temasını belirtir. (Editörün notu).
Makalenin 1. ve 2. bölümlerini okumak için tıklayın
Sekülerizm, İçkinlik ve Yapıbozumu
Doğa Temelli Paradigma