Dolar

34,9547

Euro

36,6033

Altın

3.023,14

Bist

10.058,63

Doğa Temelli Paradigma

Modernitenin felsefi söylevinde kozmik bir düzen olarak doğa farklı tanımlanmıştır.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-03-02 03:43:00

Doğa Temelli Paradigma

Abdulvahhab el-Messiri*

Temel teşkil eden içkinci panteist görüşün (vahdet-i vücud ve embriyonik hal), aşkınlığı reddeden ve nihayetinde fena ile, doğadaki ayrı bir kategori olarak insanın yok oluşuyla sonuçlanan monist bir paradigma olduğunu tartıştıktan sonra, tezimi Batı felsefe geleneğindeki en merkezi kavramlardan birisine ve modernitenin felsefi söylevindeki anahtar bir fikre, yani doğa mefhumuna genişletmeme izin verin.

 

?Doğa? genellikle ?eşyanın özü? ya da ?bir şeyin esas karakteri? olarak tanımlanmıştır. Grekler doğayı insan tarafından değiştirilmemiş dünya olarak görürler. Ortaçağ Hıristiyanlığı ise onu insana göre, ?insan ona düşmeden/inmeden?, ?Tanrı tarafından henüz yaratılan dünya? olarak algılar. Doğa kavramı ?fiziksel doğa? ile ?insan doğası? arasında gidip gelmektedir ve hatta bazı filozoflar insan doğasında kökleri olan gerçek olarak, evrensel gerçek hakkında konuşmaktadır. Doğanın başka anlamları da bulunmaktadır (Lovejoy, ünlü makalesinde 66 anlam sıralamaktadır)[1]. Burada kendimi, ?genel kozmik düzen? anlamıyla sınırlandıracağım.

Dini bir bakış, bu düzenin ilahi, yani doğa yasalarının arkasında yatan, özde içkin olan bir otorite tarafından belirlendiği görüşündedir. Maddi dünyayı aşan ve ona anlam bahşedip bir amaç veren üst bir düzen vardır. Tanrı?nın vekili olan insan, doğada vardır, ancak ondan farklı bir şekildedir, zira üst düzenden haberdar olup doğayı ve kendi doğal özünü aşabilmektedir. Bu insan-doğa dualitesi bağlamında önceliğe sahip olan insan, bilinç ve aklı sebebiyle ayrıcalıklıdır. Aslında evrenin merkezindedir.

 

Modernitenin felsefi söylevinde kozmik bir düzen olarak doğa farklı tanımlanmıştır. Aşağıdakiler bunun seküler bir açıdan bazı en önemli özellikleridir.

 

Doğa sonsuz, özdenlikli, başkasına ihtiyaç duymayan, kendine bağımlı ve kendine yeterlidir. Ayrıca kendini harekete geçiren, kendini düzenleyen, kendi kendine işleyen, kendini yönlendiren ve hatta kendini dönüştürendir. Nihayetinde kendinden referanslı ve böylece kendini açıklayandır. (Geleneksel teolojinin Tanrı?ya atfettiği tüm özellikleri benimser.)

Doğa kanunları esasta içkindir ve uzay ile zamanda var olan nesneler, olaylar ve süreçlerin toplamı olan doğa, aynı zamanda kendisinden ötesi olmayan bir gerçeklik seviyesidir. Herşeyi kapsayan ve bir aralığa ya da boşluğa, süreksizliğe, belirleyiciliklere, dualitelere, hiyararşilere, nihai karara, indirgenemez varlıklara ve hatta bütünlüklere izin vermeyen bir bütündür. Diğer bir ifadeyle doğa sistemi monisttir.

 

Aşkın bir varlıktan bağımsız olarak doğa sistemi yalnızca kendi öz karakteri tarafından belirlenir ve ancak, kendisinde içkin olan, nedensel, değişmez, tekbiçimli bir kanunlar kümesine indirgenebilir. Bu kanunlar kendileriyle çatışılmaz, çiğnenemez, askıya alınamaz ya da dışarıdan tayin edilemezdir. Onlar herşeyi tanımlayıp belirlerken, hiçbir şey onları tanımlayıp belirleyemez. Bunun anlamı hiçbir şey doğa kanunlarını aşamaz ya da kendisini onlardan bağımsız hissedemez. Aynı zamanda bunun manası ?doğa?nın, kendisinden daha temel bir şey tarafından aşılamaz ya da ona indirgenemez nihai ve son kategori olduğudur.

Tüm doğal fenomenin temeli (katı) madde ve (akışkan) enerji olsa da, doğa asla sabit değildir. Daha üstün olana ve hayat ile bilginin daha karmaşık formlarına ulaşmayı sürdüren bir devamlı bir akıştır. Ancak bunlar ne kadar üstün olursa olsunlar, son tahlilde doğaya indirgenebilirler.

 

Doğal süreçler kendi parçaları (insan dahil) için farksızdır. Tüm parçalar, parça niteliğinde olanlar, doğa açısından aynı değere ve öneme sahiptir, zira doğa, değer ya da önem tanımaz. Böylece maddi kanunlar, belirleyiciliklerden ve hiyerarşilerden farksız bir biçimde, fiziksel ya da insani tüm fenomenler için aynıdır.

 

Doğa paradigmasının evreni, Batı modernitesinin tanımladığı gibi, tüm dualiteler tasfiye edildiği ve aşkınlık reddedildiği için indirgeyici ve monisttir. Diğer bir ifadeyle içkinci paradigmaların tüm özelliklerini taşımaktadır.

 

Bu evrende insanın kaderi nedir? Daha önce içkinci paradigmalarda keşfedildiği gibi örnek modele dikkat edeceğiz; yani açık bir başlangıç dualizmini (insan, doğa  karşısında) sıkı bir monizm (naturalist) izleyecektir.

 

İnsan ilk başta, doğanın tüm temel ilkelerini paylaşan, ancak onu fethetme ve içine çekme yeteneğine sahip özgür, sınırsız bir unsur olarak modern doğa kavramı ve kozmik düzen çerçevesinde görünmüştür.

 

Ancak insanın, kendisini doğadan ya da onun özde içkin olan kanunlarından ayıran bir boşluk ya da aralık olmadığı gibi doğa üzerinde bir denetimi de yoktur ve onun sadece organik bir parçasıdır. O, doğanın olağan iş ve süreçlerine atfedilebilen sıradan, hatta tesadüfi, doğal bir madde, bir olaydır. Doğayı içine çektiğinde aslında onunla birleşir ve ona indirgenir.

İnsanın bilgisi doğa olayları ve bu olaylar arasındaki ilişkilerle sınırlıdır. Gerçek, maddi gerçektir ve insan aklının ne nedensel bir etkisi vardır ne de doğanın işlemesi için gereklidir.

İnsan davranışı diğer hayvanlarınkinden daha karmaşık olabilir ancak son tahlilde onlarla açıklanabilir ve onlara bağlanabilir. Diğer bir ifadeyle insan, doğa ve doğa kanunları ile tamamen açıklanabilir ve onlara indirgenebilir.

 

İnsanın etik değerleri, içtepileri, faaliyetleri ve kısıtlamaları doğal zeminlerde haklı çıkarılabilir, onun en yüce iyiliği doğal koşullar altında kovalanmış ve elde edilmiş olup, doğa kanunları tarafından belirlenmiştir.

 

Özde içkin olan doğa kanunları hem tarafsız/nötr hem de değişmez olup, insanın ihtiyaç duyduğu tüm kavramaya ilişkin ve ahlaki sistemleri içermektedir. Buna göre tercih ve ahlaki ayrımcılığa yer yoktur. İnsan kendi anlık şahsiyetini aşma yeteneğine sahip özerk, ahlaki sorumluluğa sahip bir temsilci olarak kendi spesifik sınırlarını kaybeder. Diğer bir ifadeyle başlangıçta özgür, sınırsız temsilci, doğayı denetleyen ve ona hükmeden olarak görünen insan, doğanın sadece organik bir parçası ve onun kanunlarına tabi hale gelir. Başlangıçtaki bir insan-doğa dualizmi, bir ?naturalist monizm?de erir; ki modern Batı sözlüğünde bu, basitçe ?naturalizm? olarak geçmektedir.

 

Naturalizm, farklı şekillerde tanımlanmış; indirgenmiş felsefi bir görüş açısıdır. Yine de naturalizm ile materyalizm arasında, eşanlam ve kimlik açısından olmasa bile, pek çok tanım bu ikisi arasında yakın bir ilişki olduğunda hemfikirdir. Naturalizm, çoğunlukla ?sosyal ve daha genel olarak insani yaşamın doğadan bağımsızlığı, yani materyalizm? ? ?evrenin (doğanın) yegane gerçek olduğu inancı? ? ?bilimsel açıklamaya göre şüpheli olma manasında var olan ya da vuku bulan herşeyi doğal gören bir tür felsefi monizm? olarak tanımlanmıştır. Materyalizm gibi naturalizm de, yukarıda tanımlandığı gibi doğa paradigmasının, bütün bir varlık olarak insanoğluna uygulanmasıdır.

 

Böylece ?doğa? terimini kullanmak yerine, bileşik bir kelime, ?doğa-temel? kelimesini kullanmamız ve ?doğa-temelli paradigma? hakkında konuşmamız gerektiğini savunmaktayım. Bu şekilde modernite ve sekülerizmin felsefi söylevinin görünüşteki mucize ve çelişkilerinin çoğunu çözme şansına sahip oluruz. ?Doğal insan? yerine doğa kanunları tarafından, buna göre doğa-temel tarafından belirlenen ?doğa-temelli insan? hakkında konuşmalıyız. Bu insan doğal süreçler yani doğa-temelli süreçler tarafından kuşatılmıştır ve tüm hareketleri doğal, yani doğa-temelli hareketlerdir. Bu şekilde doğal insanı (Batı hümanitelerinde merkezi bir kavram) doğru felsefi bağlama yerleştirebilir ve onun epistemolojik ve değer kuramsal sistemlerini daha iyi anlayabiliriz. Doğa halinde insan, kozmik düzende farklı bir statüye sahip olmaksızın, doğada dışlayıcı bir şekilde var olur, tamamen ona ve ondaki içkin kanunlara indirgenmiştir, özerklik, karmaşıklık ve aşkınlık ile ahlaki ayırım gücünden koparılmıştır.

 

Yukarıda tanımlanan indirgemeci, monist doğa-temelli paradigma modern bir buluş değildir. Sokrat öncesi filozoflar, doğanın temel karakteristiklerinin onun bilinç dahil tüm fenomenlerini rafine etmek ve izah etmek için yeterince faal olduğuna inanmışlardır. Sinoplu Diyojen?in[2] takipçileri olan Sinikler, doğa-temelli paradigmaya yani insan zekasının bulduğu ya da ortaya çıkardığı herşeyi terketme düşüncesine inanmışlardır. Evler, giyinme, pişirilmiş yiyecekler, sosyal örgütlenmeler doğal değildi ve böylece Diyojen, bir şarap fıçısında yaşamış, kürk, tüy ya da balık pulu yerine tek parça bir elbise giymiş, suyu bir köpek gibi diliyle içmiş ve tüm sosyal ödevlerden çekilmiştir. Diğer bir ifadeyle; aynı anda tamamen özgür ve tamamen kararlı olan, gerçekten embriyonik doğal hayat için yol göstermiştir. Materyalist ya da naturalist monizm, Adem?den bu yana önemli ve felsefi eğilim olagelmiştir. Ancak marijinal kalmıştır, zira tüm toplumlar doğanın akışı ve atomların hareketi ötesinde bir varlığa sahip olan logos ve telos[3] hakkında bir tür inanç etrafında dönmüştür. Sosyal ve etik normlar bu inanca dayanmaktadır.[4]

 

Batı modernitesinin gelişmesinden beri Batı?da bazı şeyler değişmiştir. Doğa-temelli paradigma, marjinallikten uzaklaşıp değer kazanmaya başlamıştır. Tarihte ilk defa doğa-temelli paradigmaya dayalı bir kültürel şekillenme olmaya başlamıştır ve insan toplumları ile insanın kendisi, doğa-temel?in kanunları (?doğa kanunları?, ?devinim kanunları?, ?zorunluluk kanunları?, ?nesnel gerçeklik kanunları? vs) açısından münhasıran işledikleri düşünülmüştür. Böylece en azından paradigmatik düzeyde toplum, bir yanda tamamen özgür özerk bireylerden (doğal insanlar) meydana gelmiş olarak görülürken, ancak diğer yandan özde içkin, değişmez doğa kanunlarının yönettiği kendini yaratan, kendi kendine harekete geçen ve değerden bağımsız süreçler tarafından tamamen kontrol edildiği düşünülmüştür.

 

Sekülerizm, Kısmi ve Kapsamlı

 

Modern kültürün seküler olmadığı zaman hiçbir şey olduğı konusunda genel bir kanı vardır. Bununla birlikte, daha önce işaret edildiği gibi sekülerizmin kilise ve devlet ayrımı şeklindeki bir tanımı, anlamaya yönelik bir bakış açısına göre zayıftır. Terimi açıklamak için ?kısmi sekülerizm? ile ?kapsamlı sekülerizm? olarak adlandırdığım şeyleri ayırmak istiyorum. Kısmi sekülerizm sadece şudur: Kendisini siyaset ve belki de ekonomiye hapsederek bir kapsayıcılık iddiasında bulunmayan bir dünya görüşü. Sekülerizme böyle bir bakış ?kilise ve devlet ayrımı? tanımına dolaylı olarak yakındır. ?Kilise?nin anlamı ruhbanlık ve resmi hiyerarşi ile organize olmuş dindir. Tanımlama mutlak ya da sürekli değerler (ahlaki, dini ya da başka) konusunda sessizliğini korumaktadır ve insanın kökeni, kaderi, hayatının anlamı vs. gibi temel konulara hitab etmez. Tanımda geçen ?devlet?, genellikle devlet aygıtlarına ve kelimenin ilk ve yakın anlamında siyasete işaret etmektedir. Muhtemelen ekonomik faaliyet ve kamu yaşamının bazı yönlerine de atıf yapmaktadır, ancak bütünüyle insan özel hayatının ve büyük oranda kamu yaşamının dışında kalmaktadır. ?Devlet? terimi hiçbir zaman insanın özel mutluluk ve üzüntülerini, ahlaki ve felsefi görüşünü, vicdanını, hayatının temel sorusunu vs. kaplama iddiasında bulunmaz. Diğer bir ifadeyle kısmi sekülerizm, insan hayatının derin ve daha temel yönlerine asla ulaşmaz ve onun karşılaştığı temel sorulara cevap verme iddiasında değildir.

 

İnsanlar ?seküler? terimini genellikle ?kısmi sekülerizm? olarak kullanır. Bu kısmi sekülerizm yukarıda bahsedilen siyasi sürece karışmadıkları müddetçe, mutlak ahlaki ve hatta dini değerlerle birlikte varlığını sürdürebilir. Hıristiyan ve Müslüman pek çok düşünür sekülerizmin bu türüyle birlikte yaşamaya ve işbirliğine tamamen isteklidir. Hatta bazıları bunu memnuniyetle karşılamıştır, zira sekülerizmin bu türü dini, kaçınılmaz pragmatizmden ve günlük siyaset ve ekonomi dünyasının ayakoyunlarından özgür bırakır.

 

Diğer yanda kapsamlı sekülerizm tamamen farklı bir görüş açısıdır. Sadece kilise ile devlet ve kamu hayatının bazı yönlerinin ayrılmasının ötesinde tüm değerlerin (dini, ahlaki, insani) yalnızca ?devlet?ten değil kamu yaşamı ve özel yaşamdan ve geniş manada tüm dünyadan ayrılmasını talep etmektedir. Diğer bir ifadeyle değerden bağımsız bir dünya yaratılması gayretindedir. Yine de incelemeyi biraz daha derinleştirirsek onun doğa-temelli paradigmaya göre işlediğini keşfedeceğiz. Aslında kapsamlı sekülerizm, naturalist materyalist monizmin ve içkinlik metafiziğinin bir çeşitlemesinden başka bir şey değildir.

 

Pek çok ve hatta belki de tüm dünya görüşleri gibi kapsamlı sekülerizm üç unsur etrafında dönmektedir: Tanrı, insan ve doğa. Tanrı?ya gösterilen tutum (O, aşkın mı yoksa içkin midir, doğa ve insan ile tarihin üstünde mi yoksa onlarda içkin midir?) insanın evrendeki statüsünü ve doğa-temel ile ilişkisini belirlemektedir. Ancak, Tanrı?ya karşı seküler tutum ne açık ne de basit değildir. Bazılarının öne sürdüğü gibi kapsamlı sekülerizm açıkça ya da mütemadiyen ateist olmayabilir. Genellikle deisttir ve buna göre teizmin tüm meselelerine çomak sokar ve Tanrı?nın varlığını reddetmek yerine O?nu marjinalleştirir, bir kere marjinalleşince bizim epistemolojik, etik, estetik ve anlamlandırıcı sistemlerimize müdahele etmeyi bırakır.

Marjinalleştirme süreci görünüşte tamamen zıt olan iki uç şekil almaktadır:

Bir Kuvvet olarak Tanrı, çok aşkın;  insan ile doğadan uzak, onlardan tamamen farklı görünmektedir.

 

Bir Kuvvet olarak Tanrı, hem insan hem de doğada (ya da ikisinden birinde) içkin görünmektedir ve böylece onlardan ayrı bir varlığa sahip değildir. Spinoza?nın felsefesine göre Tanrı ve doğanın kimliği o kadar eksiksizdir ki deus sive natura (Tanrı, yani doğa) hakkında konuşmaktadır. Bu, 18. yüzyıl materyalistleri ile 19. yüzyıl romantistlerinin Tanrı-doğasıdır.

 

Bu keskin dualizm (aşırı aşkınlık ve aşırı içkinlik dualizmi) Reformasyondan beri Batı?daki Tanrı anlayışında görülebilir: Bir yanda durumu insan tarafından tamamen anlaşılamayan ve hiçbir insan eyleminin teskin edemediği anlaşılmaz ve yatıştırılmaz bir Tanrı, diğer yanda zaman zaman inananların ?iç sesi? olan, çok rahat (ve yardımsever) bir Tanrı.

 

Bu iki zıt kutup arasındaki ortak unsur, bizim somut ve karmaşık insan yaşamımıza göre Tanrı?yı marjinalleştirmeleridir. Her ikisi de dünyayı ilahi, aşkın ve kutsal olandan ve böylece tüm dualite ve karmaşıklıklardan ?özgür? kılarlar. Hayatımızdan çok uzak bir Tanrı, gündem dışı kalır ve insan, buna göre herşeyden öte Tanrı ulaşılmaz ve erişilmez olduğu için, kendi hayatını O?na herhangi bir atıfta bulunmadan sürdürebilir. Eğer Tanrı aşağıya iner ve insanın iç sesi haline gelirse insan yine ona atıfta bulunmadan yaşamını sürdürebilir, zira O, insanın kalbi, beyni ya da anatomisinde uygun herhangi bir yerinde derin bir biçimde ve tamamen gömülü durumdadır.

 

Aynı şey doğa için de geçerlidir, doğadan çok uzak ve ondan farklı bir Tanrı ya da doğa ile özdeşleşecek kadar ona yakın bir Tanrı; doğanın, kendine yeten, kendine bağımlı ve kendini açıklayan olduğu anlamına gelmektedir.

 

Bizim seküler görüş açımızda marjinalleşmenin her iki şekli de bulunmaktadır, ancak günümüzde geçerliliği daha fazla olan ikincisi, yani Tanrı?nın tüm aşkınlığını yitirip insan ve doğa ile bir oluncaya kadar tedricen içkinleşmesidir.

 

Tanrı hakkındaki seküler görüşe değindikten sonra doğa ve insan hakkındaki seküler görüşe dönebiliriz. Sekülerizm söylevinde insan kategorisi, varsayımlı olarak doğa kategorisinden farklı olsa da ayrılığın geçici olduğunu, zira iki kategorinin er ya da geç yakınlaşacağını iddia ediyorum. Böylece ikisi de eşzamanlı olarak ele alınacaktır. Az önce gösterdiğimiz gibi esaslı bir monizme yol veren, başlangıçtaki keskin bir dualizm modeli, insan ve doğa karşısındaki seküler tutumda keşfedilebilir. Daha önce işaret edildiği gibi materyalist görüş açısı, aşkın bir Tanrı ya da logos fikrine taraftar değildir. Evrenin birleştirici ilkesi onda içkindir ve böylece dünyanın tamamen anlaşılması ve kendisinden faydalanılması için gerekli olan ne varsa yine dünyadadır. Bu materyalist referans çerçevesinde insan aklı doğayı tamamen anlayabilmek için gerekli tüm bilgiye ulaşabilecek kadar donanımlıdır.

 

Materyalist, içkinci görüş açısının yakınlığı, kesinliği, açıklığı ve basitliği sebebiyle oldukça cazip olduğu ispatlanmıştır. Hem sebep hem de sonuç çok açıktır ve akıl, somut verilerde güvence bulabilir. Ancak bu basitlik antik Grek materyalistleri ya da modern Batı seküleristleri olsun tüm materyalistlerin karşılaştığı derin bir çelişkiyi yani logos?un, dünyanın merkezinin nasıl içkin olduğunu, kendisini doğa sürecinde ya da insan aklında nasıl ifade ettiğini gizlemektedir. Diğer bir ifadeyle bu materyalist görüş açısı başlangıçta hem doğa hem de insan aklının özerk ve merkezi olduğunu farzetmektedir ki bu da doğal olarak keskin bir dualizm ile kutuplaşmaya ve nesne ile özne arasında sürekli (bazen komik) bir salınıma yol açmaktadır. Zira buradaki sorun, aynı yapının nasıl iki tane içkinlik merkezinin olacağıdır.

Bu dualizm tamamen zıt iki seküler görüş açısı meydana getirmektedir:

 

1. İnsan merkezli (antroposentrik) görüş açısı: İnsan doğa-temelde var olmuş, onun organik bir parçası olmuşsa da aklına usavurma, soyutlama, bir araya getirme vs. gibi bazı fıtri güçler verilmiş aslında rasyonel bir mahluktur. Nesnel ve ahlaki gerçeğe ulaşmak için harici bir referans noktasına ihtiyaç duymadan kendi sınırsız aklını (logos ve içkinlik merkezi) kullanabilir. Diğer bir deyişle akıl, özerk ve kendinden referanslı olan akıl, öte?den ilahi bir ilhama ihtiyaç duymaz, zira tüm bilgi aşağıdan ve içeriden gelmektedir. İnsanın kendisi dahil tüm fenomenleri, tarafsız ve yansız bir şekilde gözlemleyerek ulaştığı bilgi, onun kendisi ve doğayı tamamen anlayabilmesi için ihtiyaç duyduğu tek şeydir.

 

Evrenin düzenleyici ilkesi olarak insan, Tanrı?nın işlevsel eşitidir. O, kendine yeterli ve kendini dönüştürendir. Pico Della Mirandola?nın ifadesiyle ?Tanrı insanlaşmıştır, böylece insan da Tanrılaşabilir.?[5] İsa?da insanlaşmış Tanrı, insanda somutlaşmış Tanrı olmuştur. Yine de bir yanda insan diğer yanda doğa var olduğu için bu insan merkezli evren, bir miktar dualiteye (ya da dualizme) sahiptir. İnsan orada var olduğu ve doğaya göre önceliği olduğu için aynı zamanda hiyerarşik bir evrendir. İnsan ona anlam ve amaç verir, onun merkezi gibi hareket eder ve onun nihai referans noktasıdır. Ayrıca bir miktar özgürlük ile mutlaklık değilse bile süreklilik ya da en azından ona yakın bir şey, yani doğal akışın ortasında indirgenemez bir varlık olarak ve yükselen bilinci vasıtasıyla hem doğayı hem de doğal benliğini aşabilme yeteneğine sahip bir mahluk olarak insan kategorisi vardır. Eğer doğadaki herşey kutsal dışı ve tarafsız ise, insan kendiliğinden kutsal ve hatta kendisi ilahlaşmış, evrenin merkezi olarak kalmaktadır.

 

Bu, Rönesans hümanizminin (ve diğer din dışı seküler tüm hümanizmaların) insanı evrenin merkezine yerleştiren ve insanın doğaya göre önceliğini öne süren insan merkezli evrenidir. Bu insan merkezli görüş açısı, başlangıçtaki dualitesine rağmen, çok geçmeden insanın herhangi bir arabulucu olmaksızın doğayla karşı karşıya geldiği ve böylece onunla savaşa girdiği keskin bir dualizm haline gelmektedir. Dualizm subjektivist bir monizme, nesnel dünyanın tamamen inkar edildiği ve benlik dışında hiçbir şeyin kalmadığı eksiksiz bir tekbenciliğe dönüşmektedir. Bu, kademeli bir şekilde bozularak logos?u dışa vuran benliğin diğerlerini inkar ettiği emperyalist ırkçılık dünya görüşü haline dönüşür. Burada bir ?emperyalist monizm? hakkında gerçekten söz edebiliriz.

 

2. Doğa merkezli görüş açısı: Logos?u dışa vuran insan aklı değil doğa-temeldir, insan, madde dünyasına tamamen indirgenebilen ve ona tabi olan, onun organik bir parçası olmaktan başka bir özelliği olmayandır. Doğa-temel, sürekli akışı ve durmaksızın gelişmesi vasıtasıyla hayat ve bilginin daha üst ve karmaşık şekillerine ulaşmak için evrimleşmeyi sürdürür. Diğer bir ifadeyle bu, evrenin yaratıcı ve birleştirici ilkesidir.

 

Bütün dünya (doğa ve evren) tek ve aynı doğa kanununa tabidir. Bu doğa merkezli evrende insan, doğa tarafsız olduğu ve fark gözetmediği için, herhangi bir özel statüye sahip değildir. Böylece hiyerarşi, üstünlükler ve dualiteler yerine, tüm fenomenleri kendi en düşük ortak paydalarına düşüren bütün bir materyalist monizm hâkim olur ve nesne ile soyut, karaktersiz, genel kanunlardan başka bir şey kalmaz.

 

Doğa merkezli görüş açısı daha parlak ve ayrıntılı, hatta daha karmaşık görülebilir (diyalektik materyalizmde olduğu gibi), ancak son tahlilde herşey merhametsiz bir monistik nedenselliğe tabidir. Başka bir deyişle kendimizi bazı antik pagan panteizmlerinin dualizminden farksız bir biçimde keskin bir dualizmde buluruz. Bir yanda tamamen tekbenci ve emperyalist, kendine yeterli, kendini dönüştüren ve kendini açıklayıcı insan bireyi, diğer yanda yine kendine yeterli, kendini dönüştüren ve kendini açıklayıcı doğa-temel bulunmaktadır. Özerk özne, özerk nesneden tamamen ayrılmıştır.

 

Monistik doğa merkezli görüş açısı gerçekte egemen olsa da, insan merkezli görüş açısı, aklın bütün gücüyle aşkınlığı konusundaki hümanist umutlar da yok değildir, monizme direnmek ve belki de onu yenmek için ve sonlanma, bir tarihin sonu olmaksızın bitmeyen bir diyalektik için sağlam ve indirgenemeyen bir temel sağlamaktadır. Bununla birlikte yakın bir bakış bu düşüncenin yanlışlığını gösterecektir, zira ortada ne bir dualite ne de diyalektik vardır; daha ziyade tam bir monizme dönüşen yanıltıcı dualizmin modeline eşit bir model bulunmaktadır. Gerçeklik, kendisini ilk olarak insan merkezli bir görüş açısı ile doğa merkezli bir görüş açısı, aşırı bireycilik ile aşırı kolektivite, tekbencilik ile somutlaştırma, özne ile nesne arasında bocalama ile gösterir. Dualizmi yalnızca bir dualite olarak algılayan Batı hümanizması, insan ile doğa arasındaki bocalamayı iki stratejiyle, insanı doğanın üstünde, dünyanın merkezine yerleştirerek ya da madde kategorilerinin bir şekilde akıl kategorileriyle uygun olduğunu farzederek çözmeye çalışmıştır. Akıl ile madde, özne ile nesne, fikir ile doğa arasında nihai uzlaşma böylece başarılmış olur, zira doğanın genel kanunları içkindir ve hem doğada hem insan aklında eşit derecede bulunmaktadır.

 

İnsan ile doğayı ve özne ile nesneyi uzlaştırma stratejilerinin her ikisi de başarısız olmuş ve naturalistik monizme ulaşılmıştır, zira doğanın üzerine yerleştirilen ya da onunla paralel hale getirilen benlik, doğal materyal bir benliktir. İnsan ve doğa denkleminde insan kendisini tanrılaştırabilir, ancak kendisini yaratamaz. Yalnızca doğa, kendisinin sebebi olan ve kendini oluşturandır. Kendi görüntüsünde kendisini yaratan, kendisinde içkin olan yasalarca yönetilen doğal materyal bir insandır.

 

İnsanı doğadan ayıran ve ona merkezilik bahşeden, farazi insanlık niteliği aynı zamanda doğada içkindir (zira materyalist bir referans çerçevesinde ve içkinlik metafiziği bağlamında madde dünyası dışında hiçbir şey yoktur). Diğer bir deyişle insanın doğaya üstünlüğünün ve ondaki merkeziliğinin ve hatta onunla benzerliğinin temeli çok zayıf ve aslında yanıltıcıdır.

 

Zira doğal bir varlığın kendisini doğanın üstüne ya da ona paralel olacak şekilde nasıl yerleştireceği sorusu cevapsız kalmaktadır. Doğal olmakla insan, doğanın bir parçası olmaktan ?başka bir şey değildir?. Doğal insan, kendi benliği etrafında toplandığında çok geçmeden bunun doğal bir benlik olduğunu, doğa-temelden önemli bir farkı bulunmadığını keşfedecektir. İnsan kendisini ayrı bir kategori ve varlık olarak ayıran şeyleri kaybeder ve böylece doğada erir, onun içinde kaybolur, nihayetinde kendi bütünü içinde doğa-temele indirgenir. Tekbenci doğal insan, kendini tatmin etme çabasında özünde içkin doğa kanunlarını izler ve doğal olarak, sistematik olarak kendisini ortadan kaldırır. Tekbencilik determinizme yol verir. Tam öznellik merhametsiz nesnelliğe yol açar. Kendi maddi çevresini ve doğal benliğini aşma ve doğa ile etkileşerek ahlaki ve estetik normlar yaratma yeteneğine sahip karmaşık, sorumlu, özgür ve özerk birey yerine görünen, doğal kanunların ve bir tür determinizme tabi ; ya doğa kanunlarını somutlaştırmak (ve üstün bir insan ve bir Nietzsche?ci olmak) ya da köle gibi onlara boyun eğmek (ve bir aşağı insan ve bir pragmatist olmak) suretiyle sadece doğanın bir parçası olabilen doğal insandır. Asil Prometheus, sekülerizmin mistik kahramanı ve Faustus, sekülerizmin trajik kahramanı, ilk olarak mekanik bir Frankestein?in (Mary Shelley?in ifadesiyle ?modern Prometheus?) ve sonra da kurbanlarının kanını emen ve bu şekilde beslenen organik bir Dracula?nın yaratılması ile yerlerini tedricen bıraktılar.[6]

 

Antik paganizmlerde iyilik ve ışık tanrısı; şeytan ve karanlık tanrısını yenmiştir. Bu modern dualizmde ise doğa-temelin nesnel Tanrısı, halihazırda doğada var olan kendini tanrılaştırmış bir unsuru, yani insanı yenmiş ve nihayetinde ona egemen olmuştur. Böylece insan ve doğa dualizmi tasfiye olmuş tarafların uzlaşması, doğanın insana üstünlüğü ve insanın somutlaşarak doğada tamamen emilmesine yol açmıştır. Bu da tahmin edilmiş bir şeydir, zira insanı başka türlü görmek, onun aşkınlığı reddeden Batı modernitesinin epistemolojik temeli ile içkinlik metafiziğini yıkabilecek aşkınlık güçlerine atıfta bulunmaktır.

 

Aynı materyalist monizm, tüm bilimlerin tekliği varsayımında da görülebilir. İnsan için başka doğa için bir başka, ruh (benlik) için başka beden için bir başka, insanın manevi arzuları için başka, biyolojik güdüleri için bir başka kanun yoktur. Tüm fenomenlerin gözlemlenmesi ve araştırılması için yalnızca tek bir metod vardır. Zira bu monistik referans çerçevesinde insan ile doğal arasındaki fark tür değil derece, nitelik değil nicelik farkıdır. Tüm mahlukat için geçerli tek bir kanun vardır. Bu, bilimlerin tekliği, vahdet el-ulum kavramında gizli bir varsayımdır. Bu tabir ilk başta insanın karmaşık bütünlüğüne işaret ediyordu, zira tüm insani ilimler tek olduğu için insan birleşmiş bir bütündü. Ancak şu anki anlamı insan ile doğa ve insani ilimler ile fiziksel ilimler arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasına, doğa-temelin içkin kanunlarının ve değerden bağımsız bilimin insani alanda anlaşıldığı materyalist bir varlık birliği şekli, vahdet-i vücud?dur. İnsan, tüm karmaşıklığı ve zengin çeşitliliği içinde insani olmayan yani doğa ve maddenin genel kanunları vasıtasıyla tamamen açıklanabilir. Böylece çözülür ve kimyasal bileşenler ile matematiksel denklemlere indirgenir. Vahdet-i vücud monizmi gibi vahdet-i ulum monizmi insanın yok oluşuna, fena?ya yol açmaktadır.

Doğa-temel kategorisi kendisini, kendi yapılarında doğa-temel kategorisinin indirgenmiş monizmini kopyalayan daha ince kategoriler (?seküler mutlaklar?) altında gizleyebilir. En genel mutlaklar şunlardır: Ulus-devlet, pazar ekonomisi, kar güdüsü, fayda ilkesi, arz ve talep, görünmez el, üretim araç ve şekilleri, karasal üstünlük, haz ilkesi, libido, eros, ?sana ait olan?, Volk, Mutlak Fikir, élan vital, güçlünün yaşaması, irade, tarihi kaçınılmazlık, proleterya diktatörlüğü, beyaz adamın ağırlığı vs. Bu listeye geçişli bir şekilde devam edebilir, ancak tüm bu mutlakların ayırıcı karakteristiği ve her birinin nihai referans noktası nedensel önceliğe sahip olan ve hem insan hem de doğanın kapsamlı açıklayıcı gücü olduğu varsayılan bir primum mobile[7]?dir.

 

Eğer tüm bu terim ve metodolojiler doğa temel kavramının türevleri ya da açıklamaları ise aynı şey rasyonalizm, ilerleme, gelişme, planlama gibi kavramlar için de söylenebilir. Bütün hepsi, maddi faktörlerin birisi ya da birkaçının kombinasyonunun nedensel önceliğine göre işler.

 

Bu şekilde dünya, bir şekilde ?sonuç?, ?cevap?, ?üstyapı? ile birlikte akıl üreten, ?aklın? ?maddenin üst bir formundan? başka bir şey olmadığı madde gibi, materyalist sert nedensellik, acımasız ve belirgin şekilde sonuca ulaştıran sebep, cevap üreten uyarıcı ve bir üstyapıyı gizleyen altyapı ağına yakalanmıştır.

 

Materyalist (kozmik, naturalist) monizm; insan dahil herşeyin temelde içkin tek bir doğa kanununa indirgenmesi, bir tarafsızlaştırma, kişilik kaybettirmek ve sadece doğanın değil aynı zamanda insanın da kutsallıktan uzaklaşarak sıradanlaşma süreci için epistemolojik temeldir. Farksızlaştırılmış madde seviyesine indirgenen herşey bu şekilde ölçme, miktar belirleme, yararlı hale getirme, faydalanma, planlama, teknokrat mühendislik, programlamaya, kısaca değerden bağımsız rasyonalizasyona, yani aşkınlığı reddeden bir içkinlik metafiziği bağlamında yer alan rasyonalizasyona daha uygun hale gelir.

 

Bu makale Gürkan Bayır tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.

 

Makalenin devamı için tıklayın:

 


Yapıbozumu: Katı ya da Sıvı

 

[1] A. O. Lovejoy, ?Nature as Static Norm?, Essays in the History of Ideas, Baltimore: John Hopkins University Press, 1948.

[2] Grek Sinik filozof ve ahlakçı (M.Ö. 412-323). Asya Minör, Pontus, Sinop?ta doğmuştur. Genç bir insan iken Atina?ya gitmiş ve kendisiyle birlikte sert bir çilecilik ve kendine yeterliliği vaaz eden Sinik tarikatını kurduğu, Antisthenes?in öğrencisi olmuştur. Gelenek dışı davranışları ve ev rahatlığını dikkat çekici biçimde gözardı etmesi sebebiyle efsaneleşen Diyojen?in ?bir köpek? gibi bir tüpte yaşadığı söylenmiştir. Büyük İskender onu ziyaret edip kendisi için ne yapabileceğini sorduğunda ?Güneşin önünden çekilip benim üzerime gölge düşmemesini sağlayabilirsin? şeklinde cevap vermiştir. Başka bir öyküye göre gündüz Atina?da elinde fenerle dolaşıp ?dürüst bir adam? aramıştır. Daha sonra bir deniz yolculuğu sırasında korsanlar tarafından yakalanıp Korint?li Xeniades?e köle olarak satılmıştır. Sonunda özgür kalarak Xeniades?in çocuklarına özel öğretmen olarak atanmış ve hayatının geri kalanında Korint?te yaşamıştır. (Editörün notu).

[3] ?Yunanca hedef, erek, amaç anlamına gelen terim.

Bir süreç, eylem ya da işlemin nihai terim ya da hedefini, bir gelişme ya da değişmenin kendisine yönelmiş olduğu sonsal amaç ya da tamamlanmışlık halini tanımlayan terim olarak telos Yunan ahlak görüşleri ve felsefesinde olduğu kadar, Yunan biliminde de önemli bir rol oynamıştır. Buna göre, bir insan varlığının amacı muyluluk ya da iyi yaşamdır; işte onun eylem ya da genel olarak tüm faaliyetlerinde bu telos ışığında değer biçilmelidir.

Yunan düşüncesinde bu durum yalnızca insan varlıkları değil, fakat canlı cansız tüm diğer varlıklar için de geçerlidir. Telos, varlıkların davranış ve ilişkilerini kendisiyle değerlendirilmek durumunda olduğu hedef ya da amaçtır. Platon?un felsefesinde bu amaç ya da telos, insan varlıklarıyla doğal nesnelere aşkın bir amaç veya güç iken, Aristoteles telosu duyusal bir varlığın kendi içkin formuyla tanımlar.?, F. E. Peters, Greek Philosophical Terms, A Historical Lexicon, New York, 1967; L. Versenyi, Sokrates ve İnsan Sevgisi (çev. A. Cevizci), 3. baskı, Ankara, 1994 , Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, 6. Basım: İstanbul, 2000, s. 919. (çev. notu).

 

[4] Logos Yunancadır. Felsefi tartışma bağlamında rasyonel, anlaşılır ilke, yapı ya da bir şeyi kaplayan düzen veya bu düzenin kaynağı veya bu düzen hakkında hesap vermek anlamları başta olmak üzere geniş bir anlam içeriğine sahiptir. Telos da başka bir Yunanca kelimedir. Son ya da amaç; buradan da bir şeyin sonu, amacı ya da hedefi çalışması olan teoloji manasına gelir.

[5] Pico Della Mirandola (1463-1494) İtalyan bir filozof ve hümanisttir. Çalışmaları şunlardır: Conclusiones (1486), De hominis dignitate oratio (1486), Heptaplus (1490) ve De ente et uno (1492). (Editörün notu).


[6] Prometheus: Yunan mitolojisinde bir devdir, Iapetus?un oğlu ve Epimetheus?un kardeşidir; başlangıçta Zeus?u kurnazlıkla yenen bir düzenbazdır; ismi ?geleceği gören? anlamına gelmektedir. İnsanoğlunu balçıktan meydana getirip onlara uygarlık sanatlarını öğretmiştir. Zeus?un ortadan kaldırmak istediği insanoğluna yardım etmek için cennetten ateşi çalmıştır ve Kafkaslarda bir kayaya zincirlenmek suretiyle cezalandırılmıştır; her gün bir kartal gelip ciğerini yemekte ve ciğeri gece tekrar büyümekteydi. Zeus?un geleceğini ilgilendiren sırrı biliyordu ve serbest bırakılması için pazarlık yaptı. Kafkaslar?a giden Heracles, kartalı vurdu ve Prometheus?u serbest bıraktı. Faustus ya da Faust 16. yüzyılda efsanevi bir Alman bilgindir (ismini tarihte adı geçen bir büyücüden almıştır) ve bilgi, sihirli güç ve uzun gençlik karşılığında ruhunu şeytana satmıştır. Onun hikayesi Marlowe?un Dr Faustus (1592), Lessing?in edebi çalışmaları (1784), Goethe (1808-1832) ve Thomas Mann (1947) ile Gounud?un Faust operası gibi müzikal çalışmalar için ilham kaynağı olmuştur. (Editörün notu).

[7] ? ?Hareket bakımından ilk olan? anlamına gelen ve Hıristiyan Ortaçağ düşüncesine, Aristotelesçi kozmolojinin gökyüzündeki ilk ya da en dış küresini tanımlamak için kullanılan Latince terim.?, G. N. Agmondis, Collins Dictionary of Philosophy, London, 1997, Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, 6. Basım: İstanbul, 2000, s. 778. (çev. notu).

 

 

 

 

 

SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara