Türkiye?de Yoğun Dinselliğe (Muhafazakârlığa) Rağmen Neden Hakiki Dindarlık (Takva) Yok?
?Havada bulut çok, bu ne kuraklık??
Prof. Dr. İlhami Güler*
Giriş:
Önce başlıkta kullandığımız ?dinsellik? ile ?dindarlık? kavramlarıyla neyi kastettiğimizi açıklayalım. Dinsellik ile bir dine ait olan ifade, ibadet, itikad, amentü, simge, form, şekil, nesnelerle ilişkili olanı kastediyorum. Cami, tarikat, şeyh, ezan, başörtüsü, çarşaf, sakal, iftar, ramazan, tekbir getirmek vs. Dinsellik, dinin dünyevi biçim/form kazanma şekilleri olan cemaat(mezhep/tarikat) ve gelenek (itikad, şeriat, sünnet) ile kendini somutlaştırmasıdır. Kurumsallık, alışkanlık, tekrar, istikrar, taklit ve dogmatiklik dinselliğin yaygın/genel özellikleridir. Buna mukabil ?Dindarlık? ise, gösteriş/görünüş (riya/rü?yet) ve şekilden daha ziyade, bireylerin samimi ve kasdi şuurlarının ve davranışlarının birer eylemi ve niteliği olarak iman ve salih amel(ahlak)dir. Simgesel ve şekli olanı içermekle beraber ağırlık bunlarda değildir. Dinsellik kolay, faydalı ve hoştur; dindarlık ise doğası gereği düşünce, dikkat, sabır ve bazen meşakkat gerektirdiği için zordur. Dindar kalabilmek hem zihinsel (bilgisel, düşünsel), hem de iradi (içgüdülerin karşıtı anlamda) bir çaba gerektirir. Dindarlığın bir karakter özelliği (parçası) haline gelmesi süreci zordur; fakat geldikten sonra da ahlaki eylemler bireyden fazla zorlanmadan hâsıl olur. Kur?an, Yahudilerin içine düştükleri ?Dinsellik? tehlikesine karşı müminleri uyarmaktadır: ?İnananların Allah?a ve kendilerine inen hakikate karşı saygılı olma/huşu duyma zamanı gelmedi mi? Onlar, kendilerinden önce kitap verilenler gibi olmasınlar; zira aradan uzun zaman geçince bunların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmışlardır.? (57/16) Dindarlığı dinselliğe dönüştüren zamanın, yani tekrarın, rutinin, alışkanlık ve taklit?in yıpratıcılığıdır. Kurucu tecrübenin hakiki esprisi zaman/tarih boyunca tefekkür ve şuurla korunamadığı sürece bundan kaçınılamaz.
1- Dindarlık ve Sosyo-Kültürel Çevre/İklim
Dindarlığın aynı dine inanan insanlardan oluşan bir sosyal kültürel çevre içinde ?kolayca? yaşanabileceği mantıki olarak açıktır. Biyolojik yaşam için atmosfer ve iklim ne ise, ruhsal/manevi yaşam için dini/ kültürel ve sosyal bir iklim oluşturmak da o derece önemlidir. Dinin toplumlarda düşünce/kültür ve eğitim/tebliğ olarak yerleşkelerde/şehirlerde yeşil parklar gibi oluşturulması, korunması ve sürdürülmesi gerekir. Bu atmosfer ve iklim metaforları aslında her toplumun bir kültürel hegemonyaya dayandığını ifade eder. Kur?an da bunu kabul eder: ?Eğer yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah?ın yolundan saptırırlar; zira, onların çoğu zanna tabi olma ve tahminden öteye bir hakikate sahip değiller .?(6/116) Hz. Nuh, başarılı olamadığı sosyal/kültürel çevre için şöyle beddua ediyordu: ?Rabbim; onlardan hiçbirini sağ bırakma; eğer bırakırsan kullarını saptırıp kâfir ve facir yeni nesiller doğurmaktan başka bir şey yapmayacaklar.? (71/26?27) Yine şu ayetler bu gerçeği ifade eder: ?Ey iman edenler; eğer kitap ehlinden birilerine uyarsanız /itaat ederseniz, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürmek isterler.? (3/100, 149) ?Üzüm üzüme baka baka kararır? ve ?Ağaç yaş iken eğilir? sözleri bu sosyo-psikolojik gerçeği ifade eder. Zira kimlik ve kişilik olarak insan, ?iş-lediklerinin/ yaptıklarının rehinesidir?(74/38) veya ?Herkes şekillendirilmesine/yetiştirilmesine göre davranır? (17/84). Ürün tarlada, insan da kültürde yetişir.
2-Dindarlık ve Düşünme
Dinselliğin, cemaat (mezhep/tarikat) ve gelenek işi olarak genellikle adet, alışkanlık, taklit, itaat olduğu; dindarlığın ise bilinçlilik/şuurluluk, teyakkuz hali, kritik ve düşünce içeren hasbi ve muhasibi bir süreç olduğunu söylemiştik. Kur?an, buna haddinden fazla önem verir, önce bu tavsiye Hz. Muhammed?e yapılmıştır. ?Gece yarısı kalk ve yavaş yavaş Kur?an oku?..zira, gece okumak daha etkili ve zihin daha zindedir. Oysa gündüz seni meşgul edecek bir yığın iş var.? (73/1-7) Fikir yaratmanın kaynağı olarak düşünmenin en önemli ön şartı olarak ?sükunet?i şart koşan Schopenhauer da orta boy bir Alman kasabasındaki kamçı şıkırdatmalarını büyük bir ?gürültü? olarak görür ve şöyle der: ?Bütün Avrupa uluslarının en zeki olanı ?Asla müdahale etme/Kesintiye uğratma? düsturunu on birinci emir olarak kabul etmiştir. Fakat gürültü, bütün müdahale biçimlerinin en nüfuz edici olanıdır. Çünkü gürültü sadece düşüncelerimizi kesintiye uğratmaz; fakat onları dağıtır da. ? (1)
Kur?an, sağlıklı bir dindarlığın oluşması için ?düşünmeyi? lüks olmaktan çıkararak herkese tavsiye etmiştir. Düşünme, beş değişik fiille, tefekkür, (3/191,7/176,30/21?), taakkul(2//76,12/2,22/46?), tezekkür(14/24,2/269,25/62,?), tafakkuh,(6/98,8/65,9/122?) ve tedebbür(13/2,32/5,4/82,38/29?) olarak yüzlerce defa öğütlenmiştir. Düşünülecek alanlar, başlıca Allah?ın kudret, azamet ve merhametini kavramak ve Ahiret?in vuku bulacağını idrak etmek için tabiat olayları, Kur?an?ın kendisi, yani ayetleri ve bir de insanın kendi yaşamı, düşünceleri/kabulleri yapıp ettikleridir. Yani özeleştiri.
Ayrıca bakmak(Nazar- 6/11, 11/101), görmek (rüyet, 28/71) veya dinleme (semi, 39/18) de, düşünmeyi mecazi olarak ifade ederler. Oysa kitleler, genellikle aklını kullanma, düşünme yerine tembelce hemen, kolayca inanmayı tercih ederler. Batıl itikad ve hurafeler böyle oluşur. Kur?an, dinsel anlamda imanı kategorik olarak olumlamadığını şöyle ifade eder: ?Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor?? (2/93) Düşünme hem imanın doğru olması için, hem de aktif olması için zorunlu olduğu gibi; doğru davranışın seçilmesinde de şarttır. Zira şairin dediği gibi: ?Ahlak yolu dardır/ tetik bas önü yardır.?
3-Dindarlık ve Sohbet/Tavsiye/Tebliğ/Vaaz (Eğitim)
Dindarlığın bir aktif öz -bilinç hali olarak uzun sürmesi ve unutkanlığın, ihmalin ve boş vermişliğin önlenmesi bağlamında müminlerin birbiriyle sohbette bulunması, bilmeyenlere tavsiye ve tebliğde bulunmaları (vaaz ve irşad) gerekir. Dinin kitlelere öğretimi ve eğitimi, dinsel iklimin sürmesinin ön şartıdır. Kur?an şöyle der: ?İçinizden insanları iyi/doğru olana davet eden ve kötü/yanlış olandan uzaklaştıran bir grup oluşsun.? (3/104) ?İnsanları hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış?(16/125) Bu bağlamda sahabenin birbirine:?Gelin oturup bir saat (müddet) iman edelim (sohbet edelim)? (2) dediği rivayet edilir. Kur?an, sık sık kendinin bir ?hatırlatma? olduğunu (43/44, 65/10) ve Hz. Muhammed?e de: ?Sen sadece hatırlat, senin misyonun hatırlatmadan başka bir şey değildir.? (88/21) demiştir.
Şu halde, dindarlığın toplumda baki kalması için toplumda düşünme alışkanlığı ve düşünce merkezlerine ihtiyaç olduğu kadar; insanları eğitmeye ve eğitim merkezlerine de ihtiyaç vardır. Bu merkezler, örgün veya yaygın, resmi veya sivil olabilir. Önemli olan, fikri-bağımsız ve çok olmalarıdır. Toplumda dinsel iklimin devamı buna bağlıdır.
4-Dindarlık/Dinsellik ve Çağımız
Hıristiyanlığın ortaçağlarda Avrupa halklarına yaşattığı soğuk ve yoğun ?kış? mevsiminden dolayı halklar Kiliseye baş kaldırdı. (Aydınlanma, Rönesans ve Reform). İfrat-tefrit veya etki- tepki bağlamında, Avrupa halkları, bu sefer, sonbahar ve ilkbaharı görmeden, bilmeden aşırı kurak/sıcak ve çölleştirici yaz mevsimine geçti. Dört mevsimden ikisi batıda hep atlandı. Nietzsche, bu gerçeği, yüzyıl önce şöyle ifade etmişti: ?Çöl büyüyor; vay haline çölü gizleyenin.? (3) Fiziki anlamda Global Isınma, İklim değişiklikleri ve Ekolojik Dengenin bozulmasına paralel olarak, manevi/dini iklim de bozuldu. Tanrı, din ve mabed/kilise değer kaybetti/gözden düştü. Bunlara sadece sözde/dilde bir bağlık kaldı.
Seküler/Duyumcul/Materyalist ve Prometeuscu Yunan-Roma çağları, tekrar geri geldi. Avrupa ve Kuzey Amerika?da gelişen bu kültür, yedeğindeki bilim/teknoloji ve maddi zenginlik dolayısıyla bütün dünyayı etkisi altına alarak Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Konfüçyanizm vs. gibi modernlik öncesi dini kültür/uygarlıkları geriletti ve değerden düşürdü. Bu arada İslam dini/ kültürü ve medeniyetini de hatırı sayılır oranda durdurdu, geriletti ve değersizleştirdi.
Ancak, dini kimlik yerine inşa edilen Milliyetçilik ve Pozitivizm, son kırk/elli yılda gerilemeye ve dağılmaya başladı(postmodernizm). Sosyalizmin/Sovyetler Birliğinin çökmesi ve Ulus-Devletin gevşemesiyle, kısaca modern kimliğin krize girmesiyle din, kimlik idamesi/ikamesi olarak tekrar canlandı ve geri geldi. Gellner?in deyimiyle her topluluk kendi totemine geri döndü. (4) Ortalıkta ?Fundamentalizm?, ?Tanrının İntikamı? ve ?Dinin Gerigelişi? gibi sloganik kavramlarla ifade edilmek istenen şey, kanaatimce, sahici bir din ?uğruna? dindarlık olarak Tanrının talep ettiği Takva(iman-salih amel) değil; seküler bir kimlik ikamesi ?için? dinselliktir. Zira, modern seküler kültür, oluşturduğu insan psikolojisi, üretim ilişkileri ve yeryüzünde oluşturduğu teknolojik örüntü ile insanların ideolojik, davranışsal ve maddi kültür unsurlarını/iklimini toptan değiştirmiştir. Artık modernite sırtımızdaki bir deri gibidir ve istesek de atamayız. Modern teknoloji, Heidegger?in dediği gibi ayağımızı yerden/tabiattan keserek bizi ?çepe-çevre kuşatmıştır/izole etmiştir.? (5) Belki şu Kur?an ayetleri çağımızdaki insanlık durumunun din/iman karşısındaki ahlaki-psikolojik yönünü tasvir etmektedir: ?Biz onların çenelerine dayanacak şekilde boyunlarına kelepçeler geçirmişizdir; bundan dolayı, burunlarının doğrultusunda havaya bakarlar. Önlerine ve arkalarına setler çektik; gözlerini de perdeledik; artık hakikati göremezler; onları uyarsan da uyarmasan da fark etmez; inan(a)mazlar?(36/8-9) Daha önce değindiğimiz gibi bu süreç, ?insan, işlediklerinin/elleriyle yaptığının rehinesidir?(74/38) gerçeği ile olmuştur. Yoksa Tanrının keyfi kararı ile değil. Artık her şeyi ?hesaplayan? bilim çağında yaşıyoruz. Nereden gelip nereye gittiğimize dair köken sorularını soramıyoruz. Dindarlığın ön şartı olan ?Düşünce? büyük oranda ortadan kalktı. En çok düşündürücü olan, düşünüyor olamamamızdır. Şimdi bu konuda çağımızın ?İnsanlık Durumu?nu büyük bir vukufiyetle tahlil eden Hannah Arendt?i dinleyelim: ?? Bana öyle geliyor ki düşünmeme hali ?gaflet içindeki bir umursamazlık ya da dumura uğramış bir zihin ya da koflaşmış ?doğrular? ı tasasızca terennüm eden bu hal ? zamanımızın en bariz özellikleri arasındadır. O nedenle önerdiğim şey çok basittir: Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir? [ Modern toplum ] ?, çalışanlar toplumu olarak emeğin zincirlerinden kurtulmak üzere olan bir toplumdur ve artık bu toplum bu özgürlüğün uğruna kazanıldığı diğer bütün yüksek ve anlamlı etkinliklerden bihaberdir. İnsanları çalışma ( iş ) yoluyla bir araya getirdiği için (Homo Fabor ) eşitlikçi olan bu toplumda ne sınıf ne de insanın öteki melekelerinin [ örneğin din, düşünce İ.G. ] ihyasının kendinde yeni bir başlangıç bulabileceği ?ne siyasi ne de tinsel doğadan- bir aristokrasi kalmıştır. [?Tarihin sonu? tartışmaları hatırlansın İ.G. ] Hatta başkanlar, krallar ve başbakanlar bile resmi görevlerini toplumun yaşaması için zorunlu birer ?iş? gibi düşünmektedirler. [Başbakan T. Erdoğan, Türkiye?yi ?pazarlamaya? çalıştığını söylemişti. İ.G. ] Aynı şekilde, entelektüeller arasında da geriye, yaptıklarını canlandırmak olarak değil; iş olarak gören yalnız bireyler kalmıştır. Emeksiz, yani geriye yapacak hiçbir şeyi kalmamış bir ? çalışanlar? toplumu manzarası ile karşı karşıyayız. Elbette hiçbir şey bundan daha kötü olamaz.? (6)
Modern insanın vicdanının uğradığı ?dumur? u ise Erich Fromm şöyle tasvir ediyor: ?Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için kendi kendimizi dinlemeye gücümüzün yetmesi gerekir. Bu ise bizim kültürümüzde insanların çoğunun yapmakta güçlük çektiği bir şeydir. Biz, her sesi [ daha doğrusu gürültüyü İ.G. ] ve herkesi dinler; ama kendimizi dinleyemeyiz. Eğer kendi kendimizi dinlemeyi engellemeyi amaçlı bir şekilde planlamış olsaydık, bundan iyisini beceremezdik. İnsanın kendi kendini dinlemesi, kendi kendisiyle baş başa / yalnız kalabilme yeteneğini gerektirir. Biz gerçekte yalnız kalma korkusuna kapılmış bulunuyoruz. En sudan ve giderek en iğrenç beraberlikleri, en anlamsız etkinlikleri bile kendi kendimizle yalnız kalmaya tercih ediyoruz.? (7) Fromm?a eklenecek tek şey, belki biz Türklerin modernleşmeden önce de kültürel genetik olarak zaten düşünceye ve yalnız kalmaya epeyce mesafeli oluşumuzdur. Orta çağlarda tarikatların, cemaatlerin, köy odalarının, sıra gecelerinin sıcağında; şimdilerde ise, şehir kulüplerinin, hemşeri derneklerinin, kahvehanelerin ve festivallerin? kucağında boş zamanını öldürmek : ? El ile gelen karagün düğün-bayramdır?, ?Yalnızlık Allah?a mahsustur?, ?Kara kara düşünme?, ? Neden düşüncelisin? Bir derdin mi var???
5-Şehir ve Dindarlık
Çağımızda hakiki anlamda dindarlığın fiilen imkânsızlığını intaç eden unsurlardan başta geleni, seküler metafiziğin mücessem hale geldiği ?Büyük-şehir?lerdir. Dindarlık, doğası gereği tabiatın (rahmetin, inayetin, nimetin) kucağında, köy, kasaba ve nüfusu 50?60 bin?i geçmeyen şehirlerde mümkündür. Bir Rus düşünürünün dediği gibi, eğer bir şehrin nüfusu yüz bin?i geçmişse orada ?insanlık? mümkün değildir. Orta çağın İslam ve Hıristiyan şehirleri çoğunlukla bu sınırı aşmamıştır. Modern/seküler Batı Kültürünün yaratmış olduğu sanayi-endüstri şehirlerinin manevi/kültürel iklimini ve geleceğini en güzel Oswald Spengler tasvir etmiştir. Uzunca bir alıntıyla sözü Spengler?e bırakalım: ?Bu şehirler, tamamıyla inceleşmiş zekânın canavarca sembolü ve içinde barındığı kap(tırlar); Kültürlerin kendi kendilerine dönerek içinde yaşam- devrelerini sona erdirdikleri megalopolis. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu, bütün anavatanını değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri aşağılık ve önemsiz ?taşra bölgeleri? haline getirir. Babil, Thebes, İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal, ilk dünya şehirlerinin örnekleridir. Paris, Londra, Berlin ve özellikle New York daha yakın örneklerdir. [İstanbul?a, Ankara, İzmir, İzmit, Bursa, Antep, Adana, Diyarbakır?ı yakın örnekler olarak ekleyelim İG.] Bu şehirler ?tümüyle zeka?dır. (Türkiye?dekileri istisna ediyoruz tabii olarak. İ.G) Ruhsuzluğun sembolü olan satranç tahtası biçimini erek edinirler. ?Yuva? değildirler. Bu şehirlerin doğumu büyümeleriyle, zenginlik ve yoksulluk karşıtlıklarıyla, yapay uyarımlarıyla, toedium vitae?leriyle (yaşam sıkıntılarıyla) ve nihayet megalopolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini gerektirir. Dünya şehri, ölüme doğru metafizik bir dönüş gösterir. Megapolis?in insanı artık yaşamak istememektedir. Köylü kadını her şeyden önce ve her şeyden çok bir ana?dır. Megapolis kadını ise, ister Paris ya da New York?ta olsun, ister Lao-tzu Çin?inde ya da Çarkava Hindistan?ında, çocuksuz bir İbsen kadınıdır, bir Nora ya da Nana?dır. [Ya da Nataşa İ.G.] Bu düzeyde bütün Uygarlıklar, yüzyıllarca sürebilecek olan nüfussuzlaşma aşamasına girerler. Kültür adamının bütün piramidi ortadan kaybolur. Tepesinden itibaren yıkılmaya başlar, önce dünya şehirleri gider, sonra ?bölgeler?, sonra da en iyi kanı şehre boşaltıp tüketen toprağın kendisi. Sonunda en iyi öğelerinden soyulmuş olarak, yalnızca ilkel kan canlı kalır. Bu kalıntı, Fellah tipindedir, ahmak, vurdumduymaz, yarı-serf, yarı-özgür köylü-emekçi. Bugünün onca makine tekniği olan Batılı dünya şehirlerinde, bizler büyük bir Kültürün tragedyasının son perdesini hem seyrediyor hem de oynuyoruz. Dünyanın efendisi, Nordik insan makinenin kölesi oluyor. Dünyanın makineleşmesi, yüksek derecede tehlikeli bir aşırı-gerilim aşamasına girmiştir. Bütün organik şeyler, bu megapolis makine örgütünün pençesinde can vermektedir. Hatta kendi ekonomik uygulamasıyla bile çelişmektedir. Makine sonunda kendi amacını yenmektedir. Büyük şehirlerde otomobil, sayı çokluğundan ötürü kendi değerini yıkmıştır: yayan daha hızlı gidilmektedir. Dünya şehirlerinin taş ve çelik kafesinde Faustçu insan, makinelerden ve uygarlıktan bıkıp usanmaya ve yaşamın daha yalın biçimlerine dönmeye, Doğaya daha yakın olamaya başlar. Falcılık (occultism)ve Tinselcilik (spiritualism), Hint Felsefeleri ve Hıristiyan ya da başka biçimler altında metafizik gnostiklik canlanırlar. İkinci dinsellik dalgası hazırlanmaktadır. Doğuştan önderin makineden kaçışı başlamıştır. Sömürülen koloni halkları megapolis?in beyaz adamına karşı ayaklanmaktadır. Bu makine tekniği kendisini yıkmaya başlamıştır ve bir gün demir yollarımız ve buharlı gemilerimiz, Roma yolları ve Çin duvarları kadar ölü, dev şehirlerimiz ve gök-delenlerimiz eski Memphis ve Babil gibi yıkıntı halinde, parça parça unutulmuş yatacaktır. Megapolis ve makine tekniğinin tarihi, hızla kaçınılmaz sonuna yaklaşmaktadır. Her Kültürün ve bütün Kültürlerin büyük biçimleri gibi, içinden yenecektir. Ne zaman ve nasıl bilmiyoruz.? (8)
Spengler?in kehanetlerinin tutabileceğini bir tür tarih felsefesi yapan Kur?an?dan takip edebiliriz. Örneğin, Ad toplumu da yaşadıkları şehirlerin ?her tepesine anıtlar/gökdelenler dikip, dünyada ebedi kalacakmış gibi köşkler-bahçeler yapıyor, başkalarına karşı da zorbalık yapıyorlardı? (26/128-130) Kur?an, bu toplumun ahlaki gerekçelerle içinden çöktüğünü söyler. Çünkü, bu tip insanlar zeki ve ?gözü açık?tır; ancak, gönül gözleri ?kör?dür(22/46).
6-Türkiye?de Dinsellik ve Dindarlık
Politik bir ideoloji olarak ?Muhafazakârlık?, vazgeçilmez hazinesi olan dini modern bir müdahaleye tabi tutar; onu dünyevi saiklerle yeniden yorumlar ve yeniden biçimlendirmek ister. Dini belki kendi ?uğruna? olmaktan ziyade, toplumun ?istikrarı? ve ?otorite? açısından kaçınılmaz sayar. Dindarlıktan çok, dinin ?ritüellerine?, dinin oluşturduğu toplumsal ?bağa? ehemmiyet verir. Sahih din ile dinin dünyevi biçimleri olan gelenek ve cemaat [mezhep/tarikat] arasındaki açıyı sıfırlaması, muhafazakârlığın alamet-i farikasıdır. Muhafazakârlık, zaten var olana güvenir. Var olan, hem sebebin, nedenselliğin; hem de normatif açıklamanın, meşruiyetin bizzat kendisidir. (9) Muhafazakâr toplumlar, ?evinin aydınlatma sistemini ve yapısını çağdaş teknolojiden, ama tüm dekorasyon ve mobilyalarını antikacıdan alan bir kadın gibi yaşarlar. Bu yolla bir yandan sıcak ve rahat bir yaşam sürerken, diğer yandan da hiç değilse yüzeyde estetik tutarlılık kaygılarını doyurabilir.? (10)
Aslında muhafazakâr tutum bir yanıyla insanlıkta/tarihte sabit olana, değişmeyene, değişmemesi gerekene (asalete/değere) olan ilgiyi ifade ederken; diğer yandan da, insanlıkta/tarihte gerçekleşen ve gerçekleşmesi gereken yeniliği görmemesi/görememesi ve tekrarın/adetin/alışkanlığın/statükonun çürütücü, kokuşan yanını göremeyen bir ahlaki/düşünsel tembelliktir, körlüktür. Bilincin uyanık/müteyakkız hali düşünme ve kritiktir. Uyuşuk ve uyku hali ise adet/alışkanlık ve taklittir. Her adet/alışkanlık kötü ve yanlış değildir; ancak, dinde çürütücü ve boğucu olan şeyler, adet ve gelenek şeklindedir. Din, dogma (akaid) ve değişmeyen ritüelleri şuursuz/alışkanlık halinde tekrar yoluyla çoğu kez bu ikinci çukura düşer. Spinoza?nın dediği gibi, kitleler sürekli Tanrı?yı kandırma peşindedir: az emek/enerji/zahmet ile büyük ödüller kazanmayı isterler: Yükte hafif pahada ağır. Örneğin, her gün ve her davranışında dürüst olma mecburiyeti yerine, ?kadir gecesinde? veya kandil gecelerinde, Cumada, Ramazanda, Hacc?da işi toptan bitirme daha kolaydır. Türkiye?deki dinsellik de büyük ölçüde bu yöndedir. Çok büyük boyutlara varan ahlaksızlıklar ile görünürdeki muhafazakârlığın/dinselliğin bir arada bulunması bundandır. Türkiye coğrafyasının yüzyılın başındaki ?kara bulutları? (dinsellik/gericilik) dağılmış; seksen küsur senedir dinsel atmosfer dağıtılmaya çalışılarak Batının Yaz (kuraklık/sekülerlik) mevsimine sokulmaya çalışılmıştır. Yağmursuz (rahmetsiz/dindar olmayan ) bulutlar, hala Anadolu?nun üzerinden tümüyle kovulamadı belki; hala o bulutlarla gölgeleniyoruz. Ancak, bu bulutlar rahmetsiz ve yağmur indirmiyor. Anadolu toprağı giderek çoraklaştı; bakmaya bakmaya sadece ?dağ? olmadı, aynı zamanda ?çölleşme? başladı. Zaman zaman bardaktan boşanırcasına sele dönüşen (Hizbullah, Aczimendiler, İslami Holdingler, vs.) yağmurlar yağıyor; ancak, ürün ve meyve veren ?rahmet? kesildi. Nisan Yağmurları, Kırkikindiler yok artık. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde şair M. Akif?i bütün bir ?Safahat? boyunca ağlatıp inleten ?ölü-dinsellik?, maalesef Cumhuriyet Türkiye?sinde aktif bir düşünceye ve canlı bir imana dönüşmedi; bin üç yüz yıldan kalma yamalı bir bohça gibi, bir müddet daha kabuğundan çıkmış kestaneler dışındaki halkımızı sardı. Ellilerden sonra bohçanın yamaları peyderpey aynı anda hem yıprandı, hem de yenilendi; fakat, dini bilinçte ve dini düşüncede herhangi bir değişme/yenilenme (Rönesans) olmadı. Hz. İsa?nın, Yahudilerin imansız (ancak, dogmatik-inançlı) ve ahlaksız (ancak, şekilci/ritüelci) ?dinselliğini? eleştirmek için kullandığı benzetmeler özü itibariyle tarihin her döneminde geçerli olduğu gibi, bizim için de hala geçerlidir: ?Siz bardağın ve tabağın dışını temizlersiniz; ancak, içiniz açgözlülük ve kötülükle doludur?; siz, kaplarınızın içindekini sadaka olarak verin, o zaman sizin için her şey temiz olur. Siz nanenin, sedef otunun ve her tür sebzenin ondalığını(öşür) verirsiniz de, adaleti ve Allah?ı sevmeyi ihmal edersiniz; esas bunları yerine getirmelisiniz. Havralarda başköşeye kurulmaya, meydanlarda selamlanmaya bayılırsınız??(Luka /11.Bölüm,39-44). Özet olarak, istatistiklerde ve görünürde dinselliğin artmasına rağmen, hakiki dindarlığın gerilemesinin ve zayıflamasının dinamik ve gerekçelerinden bazıları işte böyledir. Kötülük kendi başını yemedikçe iyiliğe yol bulmak hayli zordur, veya diğer deyimle, kötülük zirveye ulaşmadıkça iyiliğe fırsat tanınmamaktadır. İnsanlığın hakiki dindarlığa dönüşü de burnunun epeyce sürtülmesinden sonra başlayacak gibi.
-------------------------------------
(1) Schopenhauer, ?Düşünmenin Gereksediği: Sükunet?, Düşüncenin Çağrısı, Çev. Ahmet Aydoğan, İst. 2008Adlı kitabın içinde. S. 108
(2) Buhari, İman (I/8); Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/265
(3) Nietzsche, Friedrich, Zerdüşt Böyle Buyurdu, Çev. Osman Derinsu, İst. 1983, s. 345
(4) Gellner, Ernest, Postmodernizm, İslam ve Akıl, Çev: B. Peker, Ankara, 1994, s.131.
(5) Heidegger, Martin, Tekniğe yönelik Soru, Çev. Doğan Özlem, İst. 1997, s. 86
(6) Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, Çev: Bahadır Sina Şener, İst. 2006, s. 32
(7) Fromm, Erich, Kendini Savunan İnsan, Çev: Necla Arat, İst. 1991, s. 160
(8) Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev: Mete Tuncay, Ank. 1972, s. 100-101
(9) Bora, Tanıl, Türk Sağının Üç Hali, İst. 1998, s. 58-59
(10) Gellner, Ernest, Postmodernizm, İslam ve Akıl, Çev: B. Peker, Ankara, 1994, s.135
BİBLİYOGRAFYA
? Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, Çev: Bahadır Sina Şener, İst. 2006
? Bora, Tanıl, Türk Sağının Üç Hali, İst. 1998
? Buhari, İman (I/8); Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/265
? Fromm, Erich, Kendini Savunan İnsan, Çev: Necla Arat, İst. 1991
? Gellner, Ernest, Postmodernizm, İslam ve Akıl, Çev: B. Peker, Ankara, 1994
? Heidegger, Martin, Tekniğe yönelik Soru, Çev. Doğan Özlem, İst. 1997
? Nietzsche, Friedrich, Zerdüşt Böyle Buyurdu, Çev. Osman Derinsu, İst. 1983
? Schopenhauer, ?Düşünmenin Gereksediği: Sükunet?, Düşüncenin Çağrısı, Çev. Ahmet Aydoğan, İst. 2008Adlı kitabın içinde.
? Sorokin, P. Alexandroviç,Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev: Mete Tuncay, Ank. 1972
* Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi