Haber Merkezi / TİMETURK
Siz Balkanlarda küreselleşme, medeniyetler çatışması, kopyalama ve benzeri çağdaş konulara önem veren Müslüman şahsiyetlerden birisiniz. Bu duruma nasıl bakıyorsunuz? Müslüman topluma bu konulardaki cevabınız hususunda herhangi bir takdimde bulundunuz mu?
Benim dini çevrelerle olan ilişkim daha çok kopyalama olgusu, bunun ahlaki bakış açısından değerlendirilmesi hususuyla sınırlı. Felsefi ve dini kelamla ilgili yazdığım bu kitaplar, insanın kopyalanmasını savunanlarca dikkate alınmayan üç ilke üzerinde duruyor: İtidal, sınırlar ve bütünlük ilkesi.
Emirler ve Nehiyler
Özellikle de modern çağda bilimsel devrimin büyük bir mesafe kat ettiği gerçeğini göz önünde bulundurarak bu ilkeleri bizlere açıklayabilir misiniz? İster ahlaki ölçütler ister ahlak dışı ölçütler olsun, ölçüsüz kalmak isteyen ya da bu ölçüleri tamamıyla reddeden var mı?
Tartışma, bizim modern medeniyetimizin Babil, Mısır, Hind, Çin ve Yunan medeniyetleri ya da Ortaçağ?daki Batı ve İslam medeniyetleri karşılaştırıldığında diğerlerinden ayıran özellikler hakkında meydana geldiğinde doğru ve hatta hakikati ifade eden cevaplar vermek mümkündür. Ancak sağlam cevaplar alabilmemiz için, modern medeniyetle kadim medeniyetleri karşılaştırmadan elde edeceğimiz temel ilkeler üzerinde konsensus sağlamamız gerekiyor.
Kadim medeniyetlerde bütün dinlerin davet etmekte olduğu itidal prensibini ele aldığımızda bunun sadece doğayı insanın azgınlığından koruduğunu değil aynı zamanda insan tabiatını da insanın azgınlığından koruyan bir ölçü olduğunu görüyoruz.
Buda, Sokrat, Konfüçyüs ve diğerleri gibi ?Mihver Çağı? döneminin filozof ve din öğretmenleri, öğreti ve vaazlarının içerisine çok miktarda ?Hayır? ve ?Ne olursun yapma? kelimelerini katmıştır. İnsanoğluna herhangi bir işi yapmaya kalktığında son derece uyanık ve dikkatli olmasını öğütlemiştir. Çünkü insanların, kendi yaptıkları nedeniyle başına gelen felaket ve musibetler, yapmadıklarından dolayı başlarına gelenlerden çok daha fazladır. Beşer türünün insanoğlunun bildiklerini hayata geçirmesinden dolayı çektikleri göz yaşı ve sıkıntı, cehaletin getirdikleri nedeniyle dökülen göz yaşlarından kat be kat fazladır.
İtidal ölçüsü yasaklamalar olmadan geçerli olamaz. Bu nedenle kadim çağlarda dinlerin ve beşeri kültürlerin tümünün öncelikle yasaklamalar üzerinde yükselmesi raslantı değildir. Kuran-ı Kerim, ilahi işlerden ve kendisinden uzak durulması gereken işlerden bahseder. ?Hayır? ve ?Ne olursun yapma? gibi sözcüklerle insandan yapılmamasının istendiği şeyler onun değerinin düşürmez, tersine yasaklananları yapmaktan kaçınması onu yüceltir. Madenler, bitkiler ve hayvanlar dünyası içerisinde onu yeryüzündeki mahluklardan farklı kılar ve ahlaken onu doğru yola iletir.
Allah (c.c.), madenler, bitkiler ve hayvanlar dünyasına herhangi bir yasak getirmemiş, onları hiçbir şeyden menetmemiş, insana emrettiği şeyleri onlara emretmemiştir. Madenler, bitkiler ve hayvanlar dünyası, ya da bizim tanımladığımız şekliyle doğa, zaten istenen denge içerisinde yaşamaktadır. Hatta doğa, bizatihi dengenin kendisidir.
Bu nedenle itidal ve dengelilik, insanın yerine getirmezse bunu mutlaka gerçekleştirmeye zorlanması gereken iki temel ölçüdür. Bunun nedeni, insanın sadece zaruretlerin ve doğanın meydana getirdiği bir varlık olmamasından aynı zamanda özgürlükler ve kültür varlığı olmasından kaynaklanıyor. Kısacası, Allah (c.c.) bu çok miktardaki yasaklarla insanı dizginlemeyi murad etmiştir. Çünkü insan ne doğanın ne de doğa içerisindeki daracık bir alanın ürünüdür. O, kevnî bir varlıktır, bu da onun bir çok imkan ve güçten yararlandığını gösterir. Bunların bir kısmı olumlu bir kısmı ise olumsuzdur. Bunların içerisinde ahlaken nötr olanlar da vardır.
Bu imkan ve gücün, insanla kainat arasındaki çok yönlü ortak ilişkinin insana getirilen yasaklamaların bu kadar çok olmasının nedenidir. Bu yasaklamalar, bir uyarı ve ikaz olarak insanın bakışının, fiilinin, düşüncesinin apaçık bir şekilde önündedir.
Basit bir ifadeyle bütün dini yasama, ahlaki düzenleme, hukuk ve kanunlar hayatımıza, bir insan olarak aramızdaki ilişkilerimizi belirli bir düzene koyma amacıyla getirilmiştir, ta ki insanlar; kuşlar, yırtıcı hayvanlar, sürüngenler, kurtlar ve koyun sürüleri gibi yaşamasınlar.
Mutedil olana ihanet etmek
Peki bu anlattıklarınızın insan kopyalamayla ne ilgisi var?
Bugün insan kopyalanmasının dini gruplar tarafından eleştirilmesi, kadim mirasımızdaki itidal ilkesi üzerine yükselen ilimsel bir eylemdir. Çünkü insanın kopyalanması açık bir şekilde insanın saygınlığının ihlalidir. Dinler, insan kopyalanması işine beşeri doğaya karşı sorumluluğundan azade olmuş laik ve teknolojik aklın, insana açtığı savaş olarak bakar. İnsanın kopyalanması aynı şekilde modern çağda dini literatür tarafından Allah?ın (c.c.) koymuş olduğu ilahi düzene bir başkaldırı olarak görülmektedir. Çünkü bu durum insanı, yaratan düzeyine çıkaran bir varlık yapmaktadır.
Çağdaş dini literatür, eski medeniyetlere ait dinlerin insanı kevnî bir varlık olarak gördüğünü ancak kendisinden dini öğütlerin çıktığı kainatın bize insanın kevniliğinin çelişki ve risk barındırdığını belirterek, başımızın üstünde Allah?tan başka kimsenin sonunu bilmediği yıldızlarla süslenmiş gökyüzünün, bizde uzak ve meçhul olanı didik etmek, onu derinlemesine inceleme noktasındaki iştiyakımızı kamçıladığını ancak içimizdeki ahlaki kanunun, bu uzak ve meçhul olanın, kendisine ulaşılmasına izin verilmeyen bir iş olduğunu göstermektedir.
Bu tanıma göre insanın ve başka canlı varlıkların kopyalanmasına başvurmak, itidal prensibine yapılmış bir ihanettir. Bu ölçü, insanoğlunun bu gezegende kendisiyle birlikte yaşamasını öğrenmesi gerektiği bir ölçüdür.
Sözlerinizin başında insan medeniyeti için üç prensipten bahsettiniz, ve bu ilkelerden itidal ilkesinin açılımını yaptınız. Peki sınırlar/hadler ilkesi hakkında neler söyleyeceksiniz?
Sınırlar/hadler ilkesi, içimizde olan ahlaki bir kanundan bahseder. Ancak biz onu dinlersek o bir ahlaki kanundur. Aşılmaması gereken ahlaki uyarılar, İslam?da da mevcuttur. Bu dinin en temel misyonu insana haddini/sınırlarını bildirmek ve ona ölçüyü yani hakkında hiç bir tartışmanın olmadığı apaçık ahlaki ilkeleri öğretmektir. İslami kültür mirasında ?Hadler? başlığı altında incelenen zengin bir literatür vardır: ?İnsanın aşmaması gereken sınırlar.?
Kuran-ı Kerim?de anne babaya saygı ve onlara iyi davranma yönündeki emirleri okuduğumuzda bu emirlerin bize sınırların bilgisi hakkında uyarıda bulunduklarını görürüz. Yani baba, evlat açısından aşılmaması gereken bir çizgiyi temsil eder. Evlat da baba açısından aşılmaması gereken bir haddi hatırlatır. Anne, anneliğiyle oğul için bir sınırdır, anne olarak bu sınırlara uyar, sadece anne olması nedeniyle buna riayet eder.
Bu ilişkiden meydana gelen kopma, sınırların aşılması, haddin bilinmemesi anlamına gelir. Anne, oğlunun karısı olamaz, baba da kızının kocası olamaz. Erkeğin dişiye dişinin de erkeğe dönüştürülmesi de sınırları aşmaktır. Erkeğin kendisi gibi bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi ya da kadının kadınla bu ilişkiyi yaşaması yine sınırları aşmaktır.
Bu sınırlar hakkındaki dini öğretiler, bir çok devletin kanun ve hukukuna girmiştir. Beşeri kanunlarda ve medeni hukukta gördüğümüz hususlar, hatta bunların laik olanları da dahil olmak üzere kökenine inildiğinde dinler ortaya çıkacaktır. Nasıl ki doğa güneşli bir günün ardından başka güneş değil bu güneş sayesinde rahatlar ve bir nefes alırsa bu da tıpkı öyledir.
Şüphesiz insan, nisbi/göreli özgürlüğüyle bu temel prensiplere karşı çıkarak sadece dini yasaklamalara karşı gelmiş olmayacak aynı zamanda içerisinde yaşamakta olduğu ülkenin kurallarına da karşı gelmiş olacaktır.
Doğal olarak, sınırların aşılması, tarihte yeni bir şey değildir. Beşeriyet uzun tarihi boyunca sınırları aşan çok insan tanımıştır. Bazı durumlarda bir millet bütünüyle bu sınırları aşmıştır. İslam ise insanın sınırları aşmasını günah olarak nitelerken beşeri hukuk sistemleri bir canın yok edilmesini suç olarak tanımlar. İslam bu eylemi hem büyük bir günah hem de büyük bir suç olarak tanımlar: (??? ?????? ??????? ???????? ?????? ???? ??????? ??? ???????? ???????????? ?????? ???????? ????????).
{Kim ki bir canı haksız yere öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir.}
Bütün dini emir ve nehiyler, bütün yasama ve hükümet kanunları, insanın özgürlüğünü ve insan bilgisini kısıtlayarak onu belirli bir düzene sokmaya çalışır. İsyankar beşeri özgürlük ve sorumsuz beşeri bilgi, işleri kaos noktasına getirir. Bunun en büyük kanıtı, insanoğlunun yakın dönemlerden beri kullanmakta olduğu kitle imha silahlarını birbirine karşı kullanımından ötürü insanoğlunun çektiği acılardır. Bu korkutucu bombalar, cehalet sonucu değil bilakis bu sorumsuz bilmenin sonucu gerçekleşmiştir.
Kopyalama cinayeti
Bir çoklarının kopyalamayı reddetmelerinin sebebi nedir?
Kopyalamadan bahseden bir çok dini metin ve felsefi kaynak, Allah (c.c.)?ın koyduğu sınırların aşılması olmasına vurgu yapar. Kopyalamaya karşı çıkan filozof ve din adamları, ?Kopyalanan kişinin annesi kimdir, babası kimdir??, ?Kopyalanan varlık, doğal yaratılma sırrından mahrum mu kalmıştır??, ?Bizim, kopyalama yoluyla varlık alanına çıkan kişiyi, doğal yaratılmayla elde edeceği tabii şahsiyetinden mahrum bırakmamız doğru mudur?? sorularını sormaktadırlar.
Özetle, herhangi bir kişinin yüzünü kopyalama hakkına sahip miyiz? O yüz ki içimizdeki gizleri ortaya çıkaran ve önümüze koyarak sayfalarını okumamızı sağlayan, sayesinde birbirimizi tanıdığımız, kendisinde evrenin şaşılası sırlarını gördüğümüz acayip, bedensel bir iletim aracı. Yüzümüz, her birimizin alamet-i farikasıdır. Bizim orijinalliğimizi ve kopyalanmış bir resim ya da sahte bir varlık olmadığımızı gösteren bedenimize vurulmuş ilahi bir damgadır. Özetle ifade etmek gerekirse Allahu Teala bizi bağımsız varlıklar olarak yarattığını bu yüz sayesinde ifade etmekte, bizi yarattığı sırada rahmetine gark ederek ilahi gözetimiyle bize baktığı ve koruduğunu bu yüz sayesinde bizlere söylemektedir.
Bu kopyalama işlemi, gerek karakteri göstermesi gerekse görünümüyle bu benzersiz beşer yüzünün saygınlığının ihlaline yol açacak mıdır? Bu bize sunulan içerisinde nasıl yaşanacak bir dünyadır? Her birimizi sayesinde tanıdığımız, gülümseme ve sevinç emarelerini benzersiz bir şekilde gösterdiği gibi hüzün ve keder işaretlerini de kendine has bir şekilde dışa vuran bir yüze sahip olma hakkımız bile elimizden alınmaktadır.
Arap şairlerden biri şunları söylemektedir: ?Ey İnsan! Ensenle, kafanın arkasıyla gülemezsin!?. Bu, Allahu Teala?nın bizim özelliklerimiz arasına yerleştirdiği insan yüzündeki bedii sırrın itirafından başka bir şey değildir. Allah (c.c.) (orjinal bir şekilde) yaratır, kopyalamaz. Allah (c.c.) birdir, tektir, ancak yarattıkları birbirinden farklıdır, Allah?ın (c.c.) yarattığı orjinaldir ve onda taklit ya da kopya yoktur.
Çağdaş dini ve felsefi metinler temel bir ilkenin çiğnenmesi ya da kaldırılmasının binlerce haddin/sınırın ihlal edilmesi anlamına geldiğini söyler. Örneğin modern bilim bize alternatif anneye sahip olma imkanını verdiğinde sınır aşılmış demektir. Ancak bu durumda sadece tek bir sınır aşılmış olmaz, tabii, ahlaki, kanuni ve dini bir çok sınır ihlal edilmiş olur.
Alternatif anneden bahsedildiğinde çocuk bu tür bir tecrübede, çözümü olmayan ahlaki bir gerilim yaşar, bu gerilim de ?İnsanı doğuran kişi artık anne değildir. Ya da anne artık onun yumurtalıklarından çıkmış kişi değildir.? Buradaki sorun biz alternatif anneliği kabul ettiğimizde sorun birken binlerce oluveriyor. Bu nedenle din alimleri bu alternatif annelikte kopyalama işlemini kesin bir dille reddetme nedenleri görmüşlerdir. İnsanlığa aşılması doğru olmayan sınırları hatırlatmışlardır.
Teknolojik aklın getirdiği felaketler
Peki insana bu sınırlar ne için hatırlatılma ihtiyacı hissediliyor?
Tüm bunlar insanın önünde geniş bir çok yol olmasından kaynaklanıyor. Bu yollar, başka mahlukatın önündeki yollardan çok daha fazladır. Sebebi, insanın önünde geniş ve kocaman bir yolun varlığında yatmaktadır. Bu yollar başka mahlukata verilmiş seçeneklerden çok daha fazladır. Dinler, bu yolların sadece benliklerinin derinliklerinde sarsılmayan sınırlara saygı gösteren insanlara hasr edilmiş olduğunu vurguladıkça modern teknoloji çağı insanda bu sınırlara karşı başkaldırma duygusunu kışkırtmaktadır.
Teknolojik akıl, Prometeus?un Tanrı Zeus?tan ateşi çalmasını kutlamaktadır. Teknoloji çağının zirvesinde (bazılarının 20. yüzyıl olarak isimlendirmeyi uygun gördüğü) iki dünya savaşında toplam 50 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Bu çağın zirvesinde Carl Jaspers?ı büyük bir sorumluluk hissiyle hareket ederek felsefi düşüncesinde insan ve üzerinde
Sınırlama olgusu üzerinde durmuştur. Doğum bir sınırlamadır, cinsellik (erkek ya da kadın olsun) bir sınırlamadır, kopyalama yoluyla değil doğal olarak dünyaya geliriz bu bir sınırlamadır, dil bir sınırlamadır, hastalık, beden, ruh ve ölüm bir sınırlamadır. Tüm bunlar sınırlardır. Sınır aynı zamanda her birimizin kendine ait yüzü taşıması ve kimliğine başka bir insanın ortak olmamasıdır.
Carl Jaspers?ın the sınır durumlar (border situation) dediği araştırmasına ilişkin küçük kitapçığındaki mesajı çok açıktır: ?Hiçbir teknoloji yoktur ki ahlaki bir yöntemle insanın bu sınır durumları yenilgiye uğratmamış ya da ortadan kaldırmamış olsun.?
Küllilik ölçütünden de bahsetmiştiniz..Küllilikle neyi kastediyorsunuz?
Sınırların kavranması kazanımını edinmek ve bu sınırlara saygı duymak, son derece önemli olan itidal ölçüsünü bilmekle sonuçlanır. Ancak itidal ve sınırlar ölçüsü, küllilik ölçüsüyle çok yakından bağlantılıdır. İnsan, kuş, ağaç yaprağı, tırtıl?Bunların hepsi külliliği temsil eder, ya da bu saydıklarıma küllilikten verilen bağımsız örnekler de diyebilirsiniz.
Ancak tüm bu varlıkların her biri, külliliğini daha büyük bir küllilik içerisinde yaşamaktadır. İnsanı insan yapan küllilik, bağımsız bir küllik değildir. İnsan, öyle ya da böyle bilinen ve bilinmeyen bütün küllilerle bağlıdır. Bu, meri ve meri olmayan bütün küllilerle bağlantılıdır, ve koparılması mümkün olmayan çok çeşitli iplerle bu külliliğe bağlıdır. İnsan havanın külliliği içerisinde nefes alır, yerin çekim merkezinin külliliği sayesinde dünya üzerinde dolaşır, hayvanlar ve bitkiler aleminin külliliği içerisinde beslenir..vs. Sanki bizim beşeri külliliğimiz, tıpkı suyun üzerine bir cisim düştüğünde üzerinde oluşan daireler gibi bizi çevreleyen kader ve küllilikle iç içe geçmiş beşeriliğimizle aynıdır. Dışarıdan baktığımızda işler böyle görünüyor.
Ancak külliliğin dışsal yönleri de vardır. Kopyalamaya karşı çıkan din ve felsefe adamları, Allah?ın külliyatı orijinal bir şekilde yarattığını, bütünüyle ya da kısmen kopyalamadığını vurgulamaktadırlar. Buğday tanesi ve karınca küllidir, kuş küllidir, insan küllidir. Yaratıklar daima külli yaratılışla yaratılır. Bizim içimizde izole edilmiş bir kalbin, ciğerin ya da böbreğin olması mümkün değildir.
Doğal olarak, kopyalama işlemine insani bir boyut katmaya çalışanlar bulunmaktadır. Bu kimseler kopyalama sayesinde ihtiyaç duyduğumuz uzuvlara kavuşacağımızı zannediyorlar. Bir bölüme ulaşmak istiyorsak, bütünü kopyalamamız gerekir, çünkü bu bölüme ulaşmak ancak bütüne ulaşmakla mümkün olur Küllilik ise bu bölümü/cüzü sağlayan şeydir.
Din alimleri arasında kopyalamanın başarılı olması durumunda bunun ahlaki, hukuki ve estetik bir çok sorunu beraberinde getireceği yönünde konsensus var. Çünkü kendisine kopyalama yoluyla sahip olunacak şey annelik, babalık ve akrabalık gibi bağlardan yoksun olacak. Bu nedenle bizim ruh olarak isimlendirdiğimiz şeyden, kişiliğinden, gökyüzünün mavisinin derinliklerine bakmaktan da mahrum olmuş olacak. Bu şeyin şekli ve doğası ne olursa olsun, kopyalama yoluyla elde edilen bu varlığın sunması mümkün olan vücut organları nedeniyle öldürülmesi yasaklanacak.
Kopyalama, teknolojinin ölümün yok edilmesi ya da bunun mümkün olmadığı durumlarda ertelenmesi amacıyla geliştirilen bir çabadan başka bir şey değildir. Kopyalama, teknolojinin yaratılışın sırrını ebediyetin insana ölüm zevkini tatmadan gülümsediği Allah?tan (c.c.) çalma çabasını temsil etmektedir. Dinler de ebediyetin varlığını teyit etmektedir ancak onlara ulaşma ölüm üzerinden olacaktır.
İnsan burada Necm Suresi?nin 24. ayetini hatırlamadan edemiyor:
?İnsan, her dilediğini elde etme hakkına sahip olduğunu mu sanır?? ((???? ??????????? ??? ????????