Tunuslu ünlü Müslüman düşünür Raşid Gannuşi, Türkiye?ye ilk geldiğinde kimin mezarını ziyaret etti. Demokrasi ve insan hakları hakkında neler düşünüyor. Timeturk sizin için Gannuşi?ye sordu?
Bülent Şahin Erdeğer / TİMETURK
Tunuslu Müslüman düşünür Raşid el Gannuşi Türkiye?de de tanınan bir kişilik. Nahda (Uyanış)Hareketi lideri Ganuşi?nin Türkçe?ye tercüme edilmiş birçok kitabı ve makalesi bulunuyor. Uzun yıllardır sürgünde yaşayan Gannuşi?nin ülkesine girmesi yasak. Bundan dolayı muhtelif İslam ülkeleri arasında mekik dokuyor. Şimdilerde İngiltere?de yaşayan üstad Gannuşi?nin yakın zamanda çıkacak bir af ile ülkesine dönmesini temenni ediyoruz. Geçtiğimiz hafta sonu ülkemizi ziyaret eden Üstad ile Timeturk okuyucuları içir röportaj yaptık. İşte, Şii-Sünni sorunundan Osmanlıya, Demokrasi?den İnsan haklarına yaptığımız röportaj;
?Sayın Gannuşi öncelikle Türkiye?ye hoş geldiniz. İlk olarak size, sizin de müdahil olduğunuz bir konudan sormak istiyorum. Üstad Yusuf el-Karadavi ve İran arasındaki ihtilafın sebebi nedir? Neden bugün böyle bir itiraz yükseltme gereği duydu?
-Bismillahirrahmanirrahim,
Öncelikle Türkiye'de bulunmaktan mutluluk duyuyorum, tüm Arap kardeşlerinizin ve özellikle de Tunuslular'ın da Türk kardeşleri hakkında aynı duygular içinde olduğunu belirtmek istiyorum.
Sorunuz'a şöyle cevap verebilirim; Üstad Karadavi açıklamasıyla Mezhepler arasında oluşan olumsuz etkilere dikkat çekti. Günümüzde mezhepler arasında bulunan en önemli olumsuzluk bir mezhebin başka mezhep mensuplarına yayılma çabasıdır. Bu çaba gelecekte olması muhtemel olan İslami vahdeti engellemektedir. Mezhepçi hareketler özellikle bu çabalarını İslam ülkelerinde yürütmektedirler. Biz yıllar öncesinden biliyoruz ki Şii kardeşlerimizden bir kısmı bahsettiğimiz mezhepçi hareketleri oluşturmuşlardır. Ve Şiiliği yaymada özellikle de Mısır, Kuzey Afrika, Afrika ülkeleri gibi Müslüman toprakları seçmişlerdir. Oysa bu ülkelerde yaşayan Müslümanların açlık, bilinçsizlik, sömürü ve cehalet gibi sorunları varken neden mezhepçilik gibi ihtiyaçları olmayan bir davetle oralara gidilmektedir. Bu da ister istemez mahalli tepkileri ortaya çıkarmaktadır. Bugünlerde mezhebi tartışmalardan uzak durmalıyız. Onun için Şii olsun Sünni olsun mezhebi davet ile uğraşanların önü kesilmeli. Biliyoruz ki, Sünni dünyada İslami çevrelerin geneli Saddam rejimine karşı savaş yıllarında İran'ı desteklemişti ve Son savaşta da Hizbullah?ın yanında yer almaktan uzak durmadı. Bu desteğin temelinde İslam kardeşliği yatıyor.
Üstad Karadavi olaya, Sünni mezhepçiliği yaparak bakmadı. Şiilerin kendi aralarında Şiiliği anlatmalarına da karşı çıkmıyor. O Sünnileri Şiileştirme çabasının bir fitne olduğunu düşündüğünden böyle bir tavır aldı. O'nun hiçbir kitabında Şiiliği kötülediğini ve hedef gösterdiğini göremezsiniz. Oysa kötü bir kültür olarak pek çok Şii kitabında Resulullah'ın eşlerine ve sahabesine sövüldüğünü görebilirsiniz. Bu durum İslami vahdet'e katkı mı sağlıyor?! Sünni Müslümanlar'ın tamamı Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ine saygı ve sevgi beslemektedir. Ancak Şiiler'in en azından önemli bir kısmı saygı ve sevgi konusunda Resulullah (as)'ın eşlerine ve ashabına karşı olumsuz tavır takınmaktadır. Şii kardeşlerimiz Müslümanların genelinin sevgi ve saygı duyduğu Özellikle Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Aişe (Allah hepsinden razı olsun) şahsiyetlere karşı eleştiri sınırını aşan hakaretlerden kaçınmalıdırlar.
Maalesef bugün dahi Allah Resulü'nün eşlerine ve ashabına hakaret dolu ifadeler birçok Şii kitabında bulunmaktadır. Bu İslami Vahdet için bir deprem etkisi yapmaktadır. Oysa Sahabe peygamber değildir ve elbette hatalar da işlemiştir ancak aynı sahabe Resulullah'ın yanında İslami mücadelenin öncüsü olmuş, Resulullah'ı korumuş ve kollamıştır. Resulullah'ın en çok sevdiği eşi Hz. Hatice'den sonra Hz. Aişe'dir. Ve biliyorsunuz ki tüm Müslümanlar Hz. Ali'yi severler ve sayarlar.
MEZHEPÇİ FİTNEYE KARŞI ÇIKMALIYIZ
Peki, üstad Karadavi neden zamanlama olarak bugünleri seçti?
Çünkü Üstad, mutedil bir Sünni âlimdir. Ve Şiilerin sahabeye sövmeleri geçmişte kalmamıştır. Bugün dahi devam etmektedir. Örneğin sonradan Şii olmuş olan Tunuslu yazar et-Ticani, ?Nasıl Hidayete erdim?? isminde bir kitap yazmıştır. Bu kitapta bahsettiğimiz kötü Şii gelenek tekrar edilmektedir. Bugüne kadar bu kitap İran tarafından birçok dile çevrildi ve ben bu kitabı eleştiren Fadlullah dışında Şii bir din adamı hatırlamıyorum. Bugün Siyonizm ve emperyalizm varken Resulullah'ın sahabisine iftira atmak kime ne kazandırıyor? Oysa Karadavi'nin de vurguladığı şey, Sünni Müslümanlar nasıl Şiilerin saygı duydukları şahsiyetlere hakaret etmiyorlar aksine sevgi besliyorlarsa Şii kardeşlerimiz de Sünnilerin saygı duydukları kişilere saldırmamalıdırlar. Ancak böyle sağlıklı bir diyalog kurulabilir.
Üstad Karadavi, İmam Hamaney'e ve İran'lı yetkili Ali Ekber Velayeti'ye bu mesajlarını daha önceden iletmişti. Hatta Sayın Rafsancani ile El-Cezire TV'de Şeriat ve Hayat programında bu kaygılarını sadece İslami Vahdet'in gerçekleşmesi kaygısıyla dile getirmiştir.
?Ancak Sayın Gannuşi, biliyorsunuz ki Şii dünya içinde de örneğin Seyyid Huseyn Fadlullah gibi merciiler de Sahabeye hakaretin haram olduğuna dair fetva verdiler.
Fadlullah'ın Şii dünya üzerindeki etkisi oldukça az maalesef. O sanki kapalı bir odada... Ama sözü geçenler mezhepçi merciiler... Özellikle Şii kitleler üzerinde etkili olan ses İran'ın resmi söylemidir. Karadavi Şiilerin de Müslüman olduklarını ve kardeşlerimiz olduklarını defalarca yazdığı makale ve kitaplarında yinelemiştir. Ancak Onun Şii mezhepçiliğine karşı olan çıkışı tüm bu çabalarının görmezden gelinerek ona karşı bir öfke kampanyasının başlatılmasına sebep olmuştur. Oysa Temmuz savaşı sırasında Suudi şeyhi Cibrin'in eskiden vermiş olduğu tekfirci fetvası Suudiler tarafından yeniden gündemleştirilmişti. Suudi şeyh Hizbullah'a dua etmenin haram olduğunu söylüyordu. Böylesi bir tekfirciliğe kim karşı çıkmıştı? Üstadımız Karadavi! Karadavi el Cezire?de televizyonunda Cibrin?e karşı sert açıklamalarda bulunmuştu.
İRAN?I SAVUNDUM DİYE 5 YIL HAPİS YATTIM
?Sayın Gannuşi bu sorunu Müslümanlar Moğol saldırılarında da yaşamışlardı. Hariçten gelen istilacılarla uğraşma yerine birbirleriyle çatışmak bir hastalık. Peki, biz bugün emperyalizme karşı Müslümanlar olarak ne yapmalıyız?
Öncelikle Müslümanlar kendi aralarında düşmanlığa sebep olacak şiddette kavgaların önünü almalıdır. Emperyalizme karşı tek bir saf halinde buluşmalıyız. Bu sebeple Şeyh Karadavi ABD İran'a saldırırsa İran'ın safında savaşmak farzdır diye fetva verdi. Öncelikler fıkhı ve stratejik öncelik olarak aramızdaki ihtilafların alevlendirilmesi değil dışarıdan gelen saldırılara karşı ortak noktalarda buluşmaktır. Örneğin İran devlet olarak Filistin davasına büyük katkılarda bulunmaktadır. Bunu hiçbir Müslüman görmezlikten gelemez. Biz de bunu saygıyla karşılıyoruz.
?Üstad sizin uçaktan İran'a indiğinizde ülkeye sokulmadığınıza dair iddialar var. Bu iddialar doğru mu?
Hayır hayır. Bu iddialar doğru değil. Ancak olayın aslı şu: İran'a gitmek için başvurduğumda İran makamları Tunus rejimiyle olan ilişkilerini ve anlaşmaları gerekçe göstererek benim İran'a giremeyeceğimi beyan ettiler. Bu giriş yasağı sebebiyle de İran'a gidemiyorum. Bunun sebebi Tunus rejimidir. Oysa ben 80?li yıllarda 2 kere İran İslam devrimini savunduğum için yargılandım ve toplam 5 yıl bu sebepten Tunus hapishanelerinde yattım. Ancak bugün geçmişte savunduğum ve onun için hapis yattığım ülkeye giremiyorum. Ne ise bu uygulamanın sebebi günümüzde İran-Tunus arasındaki diplomatik ilişkilerden kaynaklanıyor olabilir. Fakat, Filistin davasındaki adaletli duruşunun aksine İran'ın Tunus gibi diktatör bir rejimle ilişkiye girmesi adaletli bir tutum değil.
'DEMOKRASİ VE LAİKLİĞİ AYIRMAK GEREK'
?Üstad, biz sizi ayrıca ?İslami Demokrasi? kavramının ciddi müdafilerinden olarak da biliyoruz. Sizce İslami söylemin herhangi çağdaş söylemle ortak bir isimlendirmeyle nitelenmesi doğru mudur? Örneğin Mustafa Sıbai ?İslam Sosyalizmi? terkibini kullanmıştı, daha sonraları ?İslami Liberalizm? ve ?İslami demokrasi? gibi ifadeler gündeme geldi. Farklı düşünen başka bir kesim ise bu adlandırmaların doğru olmadığını söylüyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Şunu netleştirmeliyiz. Bu kullanımlar felsefi temelde yapılan tanımlamalar mıdır? Yoksa teknik olarak, bir yöntem temelinde kast edilen isimlendirmeler midir? Hem Üstad Sıbai hem de diğer müellifler bu ifadeleri kullanırken zaten İslam'da varolan bir özelliğin güncel dille ifade etmişlerdir. İslam'ın sosyal adalet boyutunu vurgulamak için ?İslam Sosyalizmi? demiştir. Oysa Materyalizmle İslam'ı sentezlememiştir.
İslam ve demokrasi arasındaki bağa gelelim. Örneğin İslam'da insani haklar sistemi mevcut. İslam'ın adalet ve maslahatlarının gerçekleşmesi için ortaya konacak olan araçlar ve yöntemler değişebilir. Araçlar İslami temel ilkelerle çatışmadığı sürece bu araçların isimlerinin bir önemi yoktur. İslam'da şura, istişare, halk iradesi, toplumun yönetiminde önemli belirleyenlerdir. Dolayısıyla araç olarak yani bir yönetim biçimi olarak ?İslami Demokrasi?'nin akla ve nakle aykırı bir yönü yoktur. İslami adaletin sağlanması için monarşi vb. eski sistemler de geçmişte araç olarak kullanılmaya çalışılmıştı. Günümüzde ise toplumlar toplum yönetiminde adaletin tesisi için demokratik yönetim sistemlerini tesis etmeye çalışmaktadırlar. İslam'ın amaçlarını gerçekleştirmedi yöntemleri ve dereceleri farklı farklıdır. Çünkü İslam tek bir yöneteme sıkıştırılamaz. Aynı zamanda üzerinde düşündüğümüzde toplum yönetimi yani devlet dediğimiz şey, tek bir sistemle de organize değildir. Yani, Bürokrasisinden tutun, kişi haklarına, yerel yönetiminden, genel meclis ve hüküm vermeye, yargısından ordusuna içiçe geçmiş pek çok yönetim biçiminin oluşturduğu bir yapıdır. O halde bu yapı için demokrasi sisteminden yararlanılabilir.
Şöyle deniyor: İslam eksik mi ki yanına başka bir isim konuluyor? Elbette İslam eksik değil ancak hayatın şartları değişiyor ve kâmil olan İslam ilkeleri bu değişen şartlara içtihadi yöntemlerle uygulanmaya çalışılıyor. Bu İslam'ın eksikliğinden kaynaklanmıyor. İnsanlığın ortak aklı ve tecrübesi demokratik yönetim biçiminin daha uygulanabilir ve adil olduğunu gösteriyor. Şura'nın tatbiki içinde uygun bir yöntem Demokrasi. Biz de diyoruz ki İslam şurasının uygulanması için insanlığın ulaştığı bu tecrübe neden gözardı edilsin? Kaldı ki biz İslam tarihinde insanlığın tecrübesinden gelen araçların İslami yönetimde kullanıldığını görüyoruz. Örneğin Hz. Ömer (ra) divan sistemini Mecusi İran?dan almıştı. Bu bağlamda hadiseye bakarsak, Demokratik düzen Müslümanların şurayı tatbiki için bir araç olabilir.
Demokrasinin Batı havzasında kazandığı felsefi anlam ise Laiklikle iç içe geçmiştir. Bu sebeple çoğu Batılı, demokrasi deyince sekülerizm ve laikliği de Demokrasinin felsefesi olarak düşünür. Oysa bu bir yanılsamadır. Demokrasi bir felsefe değildir ama sekülerizm bir felsefedir. Sekülarizm dini toplum hayatından dışlayan bir felsefeyken demokrasi bir yönetim biçimidir. Yani Sekülarizm/Laiklik ayrı bir şeydir, Demokrasi başka bir şeydir. Laiklik materyalist bir felsefedir. Ve İslam karşıtıdır. Örneğin Laik ama demokratik olmayan pek çok ülke vardır. Hatta batılı ülkelerin çoğu laik değildir. Özellikle diktatör ve askeri rejimlerin demokrasiye karşı laikliğe sığındıkları gözden kaçmamalı. Örneğin Nazizm laikti ve nasyonal sosyalistti ama demokrat değildi. Tunus rejimi, Saddam yönetimi ve Türkiye?deki generaller sistemi laiktir ama demokratik değildir. Türkiye?de birçok laik/seküler devrim yapıldı ama bu devrimler demokrasi yerine tek parti yönetimi getirdi. Bu yönetimlerde yaşayan Müslümanlar ise demokratik yönetimi talep edenlerin başında geliyorlar. Örneğin Fas?taki Adalet ve Kalkınma partisi, Endonezya?da Adalet ve Refah partisi hem İslamcı hem de demokratik partilerdir. Türkiye?deki Adalet ve Kalkınma Partisi ise kendisini İslami bir hareket olarak tanımlamıyor. O sebeple onun ismini bu partilerle birlikte anmıyorum. Biz, Demokrasi ve Laiklik arasındaki ayrıma dikkat çekiyoruz ve bir yönetim biçimi olarak demokrasiyi desteklerken bir felsefe ve yaşam tarzı olarak dayatılan materyalizme karşı çıkıyoruz.
?Peki, Demokrasinin kendisine has bir felsefesi hayat tarzı yok mu?
Demokrasinin tek bir çeşidi yok. Batı içinde bile farklı demokrasi çeşitleri var. Ancak Batı'nın yaşadığı Reform ve Rönesans tecrübesi din olarak Kiliseyi tanıdığından kiliseye karşı Materyalist bir karakter kazanmıştır. Ancak İslam dünyasında ortaya çıkan Islah önderleri Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh bilimin dinle çatışmadığını dillendirdiler. Bu sebeple İslam toplumlarında laikliğe gerek yoktu. Laiklik ve Bilim arasında, Laiklik ve Demokrasi arasında mantıksal bir bağ yok. Bu bağ Avrupa?nın kendi tecrübesinin bir ürünü ve tarihidir. Ama tarih Avrupa?nın tecrübeleriyle son bulmadı. Biz kendi tarihimizi yaşamaya ve kendi tecrübelerimizle devam edeceğiz..
İSLAM İNSAN HAKLARINI KORUMAK İÇİN GELMİŞTİR
??İnsan hakları? kavramı son yıllarda en çok kullanılan kavramlardan biri. Bazı Müslümanlar bu kavramın kullanılmaması gerektiği çünkü İslam?ın zaten varlığının nedenin bizzat insan olduğunu söylüyorlar. Yani İslam?ın böyle bir sorunu yok, bu sadece batıya ait bir sorun. Siz, İslam?ın insan haklarına bakışı konusunda ne diyeceksiniz?
İslam insana saygı duyar ve onu korur. Söylediklerinize katılıyorum. İslam'ın hedefi insanlığın mutluluğuna hizmettir. Resulullah (as) veda hutbesinde tüm insanlığa bu hakları ilan etmiştir. İslam'a göre insan hakları doğal ve savunulması zorunlu haklardır, bu haklar bir dayatma ya da lütuf değildir. Ve bu haklar sadece müminler için değil inanmayanlar için de mevcuttur. Hatta bu haklar insan özgür irade sahibi olmadan çocukken sahip olunan bir durumdur. Bu haklar İslam hukuk felsefesinin ve yönetim anlayışının temelini teşkil ederler. Biz bu bakışı insan hakları beyannamesinden yüzyıllar önce Kur'an-ı Kerim?de okuyoruz. Kur'an ey insanlar! diye hitap etmektedir. Yani Müslüman ve gayri-Müslimlere toptan seslenmektedir. Ve insan gruplarının tanışmak için yaratıldığını ifade etmektedir:
?Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi gruplara ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.? (Hucurat- 49/13)
İnsanlık da gelişimi sonucu Kur'an'daki bu gerçeğe ulaşmıştır. Bu gelişim insanlığın yüzyıllar sonra Birleşmiş milletler gibi bir çatı altında toplanmasını sağlamıştır. İnsanlığın geldiği bu nokta aslında İslam'a doğru oluşan bir yöneliştir. İnsanlığın içinde çok farklı görüşler ve yaklaşımlar bulunmakta hatta bu durum kimi zaman çatışmalara yol açmaktadır. Ancak bu farklılıklar ve çeşitlilikler karşılıklı diyalog ile ve ortak noktalarda buluşmakla rahmete dönüşebilmektedir. Bu İslami bir gelişmedir.
Ancak insanlığın bu gelişiminin olumsuz bir zaafı da bulunmaktadır. Bu gelişme esnasında dünyevileşme/laikleşme de yayılma göstermiştir. İnsan haklarının ilanı ve bu haklar içinde inanç özgürlüğünün de vurgulanmış olmasının yanında inançların hayat tarzı olarak yayılması bir tahakküm olarak algılanmıştır. Oysa bu hatalı bir algılamadır. İslami yaşam tarzı sekülarizm'den çok daha öncelikli olarak insan haklarını içermektedir. İşte konunun başında da değindiğimiz gibi Üstad Sıbai'nin ?İslam Sosyalizmi? olarak tanımladığı İslam'ın demokratik yönetim sistemine aykırı olmadığı, sosyal adalete ve halk iradesine dayalı bir toplum istediği anlamına gelir. İslam sosyalizmi bu anlamda İslami Demokrasidir. İslam'ın istediği sistem adalet temelli olarak tüm insan sınıflarını ve düşüncelerin özgürlüğüne güvence veren sistemdir. İslam Sosyalizmi/demokrasisi bu anlamda yani toplumun sınıfsal ayrıcalıklar olmaksızın eşit haklara sahip olduğu bir düzendir. Yoksa Bu düzenin felsefi anlamdaki Diyalektik Materyalist Marksizm ile bir bağlantısı yoktur.
Elbette İslam tarihinde olumsuzluklar yaşanmıştır sonuçta Müslümanların tarihi meleklerin tarihi değildir. Ancak tüm eksiklerine rağmen tüm insanlık tarihiyle mukayese edildiğinde Müslümanların tarihi yine de insan hakları tarihi açısından bir iftihar tablosudur. Bu tablonun ardından karşılaştığımız şey ise; Ulusçuluğun İslam topraklarını parçalaması olmuştur. Bu parçalanma Bosna soykırımı ve Irak işgali gibi insanlık dramlarıyla devam etmektedir. Oysa bahsini ettiğim yerlerde insanlar yüzyıllarca sorunsuz yaşamışlardı. Hatta bu topraklarda İslami hilafet döneminde şeytana tapanlardan tutun da Yezidilere, Zerdüştlerden Marunilere, Yahudilerden Sabiilere pek çok inanç grubu özgürce yaşayabilmişti. Ancak yakın dönemde gördüğümüz gibi Irak işgali sonrası inançlar mozaği olan Irakta farklı gruplar birbirlerini öldürmeye başladı. Aynı şekilde Türkiye'yi de örnek verebiliriz. Osmanlı döneminde çok hukuklu adalet sistemi sayesinde huzur içinde yaşayan halklar ulus devlet haline gelen Modern Türkiye döneminde birbirlerini katletmişlerdir. Türklerle Ermeniler, Yunanlılarla Türkler, Kürtlerle Türkler ve Araplar halen çatışıyor. Bunun sebebi nedir? Elbette cevabı açık. Sebebi Laik ulus devlet projesidir. Ulus kimlik farklılıkları çatışmaya dönüştürmektedir. Bu sebeple farklılıkların uyumlu biçimde yönetime dâhil olması anlamına gelen demokrasiyle çelişmektedir.
İNTERNET ÇAĞI TEKTİPÇİLİĞİ BİTİRDİ
?Üstad, Modernizm'in hâkim olmasından sonra ortaya çıkan ulus devletlerin çatışmaya neden olduğunu söylediniz. Ancak son dönemde ulus devletler de küreselleşme sonucunda çözülmeye başladı. Bu döneme fetret dönemi diyebiliriz. Peki, bu süreç sonunda ne olur?
Şu an geldiğimiz nokta İletişim devrimidir. İletişim araçlarının kürselleşmesi halkların ortak bir akılda buluşmasına sebep oluyor. Artık fikirler ve haberler hızlı biçimde tüm dünya ile paylaşılabiliyor. Bu ortak paylaşım ulus devlet projesine aykırı bir durum. Çünkü Ulus projesinde sadece ulusal sınırlar içerisinde devletin resmi ideolojisi çerçevesinde ?vatandaş? tipi şekillendirilmeye çalışılır. Oysa bu tektipçi insan ile iletişim çağında paylaşan insan aynı mıdır? Bu sebeple Ulus devlet projesine katı biçimde savunan yönetimler internete karşıdırlar. Çünkü internet tüm insanlığı ortak bir ağda buluşturuyor. Yani uydurma tarihler internet ve uydularla yok olup gidiyor. Halklar artık resmi ideolojileri ciddi manada sorgular hale geldi. Bu gelişmenin yani ?İnternet Devrimi?nin oluşturacağı etkiyi anlayan ulus devletler resmi tarihlerini yeniden yazmaya başladılar. Kısacası dünya büyük bir değişimin eşiğinde.
Ayrıca, Amerikan seçimlerini buna örnek verebiliriz. İlk kez bir siyah başkan seçildi. Bu durum Amerikan halkı için bir devrim niteliğinde. Bu tıpkı bir Kürdün Türkiye cumhurbaşkanı olması gibi bir durum. Bu durum Amerika için önemli bir zihniyet değişimi demek. Beyaz ırk'ın ideal ?vatandaş? olarak belirlendiği siyahların lokantalara bile ayrı ayrı sokulduğu, otobüslere binişte dahi ayrımcılığın olduğu ABD'den bugün Obama'nın başkan seçildiği ABD'ye gelmiş bulunuyoruz. Bu Ulus devlet döneminin son bulduğunun ve iletişim devriminin olgunlaştığının en büyük belirtisi. Bir de şimdi dünyaya bir bakın. Bir zamanlar ulusalcıların karşı oldukları tüm düşünceler her yerde iktidarda. Zavallılar bunu okumakta bile acizler?
?Peki, İnternet çağında İslam dünyasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
İslam dünyasında da değişimler var. Pek çok despot rejim yumuşamaya başladı. Müslümanlar kendi coğrafyalarında İslam kardeşliği ve insani kardeşlik çevresinde ulusçuluktan uzaklaşıyorlar. Bu iyi bir şey. İslami söylem içinde bulunduğu çağın dilini ve imkânlarını kullanır. İnternet çağında dünya bir köye dönüşmüş durumda. İslam'ın hayata ve insanlığın sorunlarına ne gibi çözümler getirdiği, insanın kendi nefsini nasıl şekillendirdiğini bu küçük köyde çok iyi biçimde anlatabiliriz. Mesela sizin İnternet üzerinden çok dilli yayın yapmanız. Bu küçümsenmeyecek bir çalışma. Turan Kışlakçı beyin bu çalışmasını birkaç yıldır takip ediyorum ve takdir ediyorum. Timeturk?ün ileride büyük işlere imza atacağını düşünüyorum?
HEPİMİZ OSMANLIYIZ...
?Türkiye ve Tunus arasında nasıl bir bağ var? Bu konuda daha önce bir hatıranızı anlatmıştınız. Tekrar anlatır mısınız?
Evet. Tunus'ta tanınan bir tarihi kişilik var. Adı Sinan Paşa. Sinan Paşa tüm Tunus ders kitaplarında okutulan bir Osmanlı Paşası, çünkü Tunus 16. yy'da İspanyol işgaline uğrayınca, Osmanlı hilafeti Tunuslu kardeşlerini Hıristiyan zulmünden kurtarmak için Sinan paşa ve donanmasını gönderir. Sinan Paşa büyük bir kahramanlık örneği göstererek Kuzey Afrika'dan işgalcileri kovar. Bundan dolayı küçüklüğümden beri Sinan Paşa?ya karşı hep içimde bir sevgi olmuştur. İstabul'u ziyarete ilk geldiğimde bir vefa borcu olarak Kahramanımız Sinan Paşa'nın kabrini araştırdım ve mezarını Sultan Ahmet yakınlarında buldum. Ve tüm Tunuslular adına onun için dua ettim ve ?Hepimiz Osmanlıyız? diye haykırdım. Çünkü Sinan Paşa Tunus dâhil hepimizin kahramanı. Bundan dolayı diyorum ki, bir zamanlar nasıl hepimiz Osmanlı idiysek bugün de hepimiz hepimiz Osmanlıyız...
?Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Ben de Türkiyeli kardeşlerime fikirlerimi ulaştırdığı için TIMETURK'e teşekkür ediyorum...