Haber Merkezi / TİMETURK
Siz önceleri Hıristiyan ve Marksist bir düşünür olarak tanınırdınız. Sonra Milliyetçilerin saflarına geçtiniz. Ardından da İslam?ı kabul ettiniz. Sizi İslam?a ulaştıran şey neydi? Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
İslam?ı kabul ettiğimde örgütsel bağlantısı olan Marksist değildim, Komünist Parti?yi terk edeli yıllar olmuştu. Ancak benim Marksist arka planım, Arap milletinin karşı karşıya kaldığı sorunlar üzerinde derinlemesine düşünmeme ve bu konulara analitik yaklaşmama neden oluyordu. Biz sürekli olarak ülkemizin gerçekliklerini anlayabilmek için dünyanın bu bölgesindeki değişimi gerçekleştirmek amacıyla halkın nabzını tutmaya çalışıyorduk.
1976 yıllarının sonlarından itibaren Marksizm?in özüne ilişkin eleştiriler ağırlık kazanmaya başlamıştı. Bu eleştirimiz Marksizm?in materyalist felsefesine, diyalektik yöntemine ve ekonomi-politik algısına yönelikti. Hatta biz, Marksizm?in sadece doğuya ilişkin değil Avrupa?ya ilişkin analiz ve bakış açılarını eleştirme noktasına gelmiştik.
Konuşurken hep ?biz? diye bahsediyorsunuz. Bu sizin eleştirilerinizi bir grup olarak yaptığınız ve toplu olarak İslam?ın saflarına geçtiğiniz anlamına mı geliyor?
Bu doğru. Benim İslam?a geçişim bireysel bir olay değildi. İslam?a, özel şartlar çerçevesinde ya da şahsi kanaatlerim nedeniyle geçmiş değildim, tersine bir çok entelektüel ve sanatçıyı kapsayan bir akımın bir parçasıydım. Tarih, Marksizm ve ekonomi konularında derin bir birikime sahip arkadaşlarla birlikteydik. Biz bir örgüt değildik ancak bir meseleyi birlikte aylarca tartışırdık. Doğal olarak da şu ya da bu düzeyde bir anlaşmazlık ve farklı görüşler içerisindeydik. Bir konuyu enine boyuna ele almadan, bütün boyutlarıyla tartışıp o konunun tabiri caizse suyunu çıkarmadan bir görüş beyan etmiyorduk.
Bu nedenle (İslam?a) geçiş aşaması, benim şekillenmesinde ya da ortaya konmasında büyük katkılarımın olduğu bu düşünceyi derinleştirmenin bir sonucu olmuştu. 1977 yılının sonlarına doğru herkes dünya görüşüne ilişkin felsefi teori oluşturma, toplumsal analiz yapma ve tarih görüşü oluşturma ihtiyacı hissetmişti. Bu teori, bizim vakıamızla doğrudan bağlantılı olmalıydı. Aynı zamanda Marksizm?le yollarımızı tamamen ayırmıştık. Gerçekte bu döneme ilişkin bütün tartışma notları bende mevcut. Bu konuda tartışmaların nasıl gerçekleştiği ve nasıl ilerlediğini yeniden yazabilirim.
İslam bizim devrimimizdi
Bu süreç yaklaşık olarak ne kadar sürdü? Araştırma ve tartışma alanında sizi meşgul eden konular nelerdi?
İslam konusundaki tartışmalar iki sene sürdü. İslam?ı medeniyet, kültür ve siyasi açılardan ele aldık. İçinde bulunduğumuz topluluk diyebilirim ki ?Bu topraklarda devrim, değişim, kalkınma, bağımsızlık, birlik ancak İslam?la olabilir ve Filistin ancak İslam?la kurtulabilir? noktasına gelmişti. Bütün bunlar, Müslüman halkların bu ilkeleri benimsemesiyle mümkün olabilirdi, bir İslam Rönesansı gerçekleştirilmeliydi.
İslam?a inanalım ya da inanmayalım bunu kendi dini ya da düşünsel eğilimlerimizin dışında, objektif bir konu olarak görüyorduk. Bu konunun en azından o dönem için ne şartlarla ne de iradeyle ilgisi vardı. Bütün bu tartışmaların sonucunda ülkemizdeki değişimlerin tamamının İslam temelinde gerçekleşmesi gerektiği sonucuna vardık. Zorla ve cebirle bir değişim gerçekleştirilebilirdi belki ama bu yöntem de bizi istenilen sonuca ulaştırmazdı. Bunun sonu, tıpkı Batılılaştırma politikalarının sonu gibi olurdu. Bu sefer tarih okumalarımızı gözden geçirdik, tarihimiz Marksizm?in bize anlattığı gibi değildi. Biz tarihimize hep gururla bakmıştık. Bu Doğu?nun tarihiydi ve Batılıların düşündüğü gibi karanlık bir Ortaçağ değildi.
Bu söylediklerinizden sizin İslam?la olan ilişkinizin, halkı harekete geçirme ve devrimin muharriki olmasıyla sınırlı olduğu çıkarsamasını yapabilir miyiz? İslam?la olan ilişkide temel bir rükün olan iman ve akideye nasıl bakmıştınız?
İslam araştırmaları konusunda derinleştikten sonra bu ayrım noktalarının halkları harekete geçirdiğini ve devrimin temel dinamiği olduğunu görmüştük. Ancak İslam?ın siyasi, kültürel ve medeni boyutlarıyla diğer düşüncelerden kendisini farklılaştırdığı belirli noktalar vardı. Bu da ?akide? idi. Bütün bu özellikleri ve ayrım noktalarını doğuran oydu Ayrıca ülkeyi kurtaracak ve kalkındıracak siyasi bir proje olarak İslam?ı gereği gibi anlamamızın zaruri olduğu sonucuna ulaştık. Bizim İslam?ın temel bir rüknü olan akideye dayanmadığımızda onu gerçek anlamıyla kavrayamayacağımızı ve ortaya koyamayacağımızı anlamıştık. Tevhit akidesini benimsemezsek bu binayı inşa edemezdik.
Buradan akideyle ilgili hususları araştırmaya koyduk. Bazılarımızın ilk başta yaratılış üzerinde düşünmeye eğilmediklerini gizleyecek değilim. Hatta bazılarımız, yaratıcıyı inkar ediyordu, diğer bazıları Allah?a olan inancını büyük bir ihmal perdesi altında bırakıyordu. Böylece derin tartışmalara daldık. Yaratılış nasıl olmuştu? Bir yaratıcı var mıydı? İman, inanç ve Allah?ın varlığını ispat düşüncesinin karşısına materyalist, ateist teoriler çıkmıştı. İman konusunda sunulan deliller, diğerlerinden çok daha güçlüydü. Birçoğumuz Allah (c.c.)?nın bütün bu alemleri yarattığı ve yönetmekte olduğu düşüncesine kani olmuştuk. Şayet Kuran Allah tarafından indirilmiş bir kitap olmasaydı ve Peygamber (s.a.v.) de Allah?ın gönderdiği bir peygamber olmasaydı İslam bu kadar aktif bir din olamazdı. Buradan hareketle bu akım içerisinde kendimizle yeni bir mücadeleye girmiştik. İçimizden bazıları bazılarından ileri gitmişti. Kimi hidayete ererek iyi bir İslami yaşantıya kavuşmuştu, kimisi birkaç adım ileride kimisi de birkaç adım gerideydi. Sonuçta bu siyasi, kültürel ve fikri akım doğru yolda yürümeye ve konuyu özünden ele almaya başladı.
Allah?la tanışmak bir yöntemdir
Bu aşamada karşılaştığınız en önemli meselelerden bize biraz bahseder misiniz?
Son olarak iman sahibi olunması düşüncesine bütünüyle kani olanların karşı karşıya kaldığı önemli bir mesele vardı. O da Allah?tan duyulacak korku, çekince ve ona duyulacak sevgi, iştiyaktı. Bütün bu vicdani meseleler daha önce sahip olduğumuz materyalist felsefe içerisinde bulunmayan meselelerdi. Burada şunu gördük ki bu toplumsal bir mesele değildi. Bu, bizim toplu olarak tartışmadığımız tek meseleydi. Sadece bu konuya genel olarak değinmekle yetinmiştik. Dedik ki; bu imanın mutlaka şeffaf olması ve takva zırhına bürünmesi gerekir. Bu iman; hisler, duygular ve çeşitli sevgi şekillerini barındırması gerekir.
Bütün bu meseleler, söz konusu topluluk içerisinde olan insanların her birini teker teker ilgilendiren bir konuydu. Bir keresinde doktor olan bir arkadaşımın yanına gitmiş ve geceyi onun yanında geçirmiştim. Sabah namazı için uyandığımda onu Kuran okurken gördüm. Manzara çok müthişti, doktor arkadaşım göz yaşlarına boğulmuş bir halde Kuran-ı Kerim okuyordu. Bu manzara beni çok sarsmıştı, imanın bu aşamasına gelmeyi, huşu ve takva sahibi bir insan olmayı çok arzulamıştım.
Çağdaş İslami Söylem terimini nasıl karşılıyorsunuz?
İslami bir söylemin mevcudiyeti doğrudur. Bu söylem, alim ve düşünürlerin her zaman ve mekanda ve her aşamanın koşullarına göre ürettikleri bir şeydir. Doğru İslami söylem, peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanından bugüne kadar daima çağdaştır. Çağdaşlık, selim olma ve hassas bir bakış üzerine kurulu olmalıdır. Birisi kalkıp da Çağdaş İslami bir söylem geliştirdiğini söyler de bu söylemini doğru bir şekilde Kuran ve Sünnet?e dayandırmazsa onun çağdaş olduğu söylenemez.
Çağdaş söylem önce bir şeyin derinlemesine iner, köklerini bulmaya çalışır. Sonra bu yaşadığımız zamana derinlemesine bu koşulları ve bu topluma hükmeden yasaları anlamak için bakar ve bu çağda ele alınması ya da çözümlenmesi gereken sorunları tespit eder. Kendisini çağdaş olarak nitelendiren bir söylem olabilir ancak bu söylemin sorunlara, meydan okumalara karşı koymak ya da onlarla başa çıkmak gibi bir derdi yoktur. Başını sadece Batı?nın meydan okumalarına çevirmiştir.
Çağdaşlık, meydan okuma, çağdaş tutumlara ya da çağdaş metinlere karşı durmakla olur. Çünkü Batı medeniyetinin en önemli karakteristiği bizi istila etmesidir. Bizim çağdaş olduğumuzu bile kabule yanaşmaz. Batı?nın temel gayesi, bizdeki İslami yaşantıyı bütün versiyonlarıyla birlikte, gelenekseliyle çağdaşıyla külliyyen ortadan kaldırmaktır. Çağdaş İslami söylemin Batı?yı derinlemesine anlaması, ona boyun eğmek ya da onun teknolojik ve askeri gücüyle sıçrama kaydetmek değil, onunla mücadele etmek için zayıf noktalarını iyi kavramaya çalışmasıdır. Fiilen insanlığından soyutlanan Batı insanının hangi noktaya geldiğine bakmalıdır. Ve İslami proje, bu insana kurtuluş ipini sunabilir.
Siyasal İslam?a işaret ettiniz. Bu terimi nasıl anlıyorsunuz?
Bence bu sözcük yanlış kullanılıyor. Ya da bazıları onu bilerek yanlış kullanıyor. Her insan siyasidir, mutlaka siyasetten bahseder, konu açar. Yaptığı her şeyin siyasetle bir ilgisi vardır, insanın siyasetten kaçması mümkün değildir. Ancak burada anlaşmazlık konusu olan şey, siyasetle olan ilişkimiz ve onu algılamamızdan daha çok ?İslam?ı bir referans ve dayanak noktası olarak mı alalım yoksa siyaseti Batı?da olduğu gibi tamamen kendi sınırları içerisindeki bir olgu olarak mı görelim? noktasında belirginleşiyor.
Ben Batılıların siyaset algısının pragmatist ve oportünist bir çerçevede şekillendiğini düşünüyorum. Batılı siyaset düşüncesinde ahlaki ve dini değerlerin yeri yoktur. Ben, ?İslam?a bağlı olmamız gerekir? dediğimde bir Müslüman olarak bu, siyaseti hidayet üzere yapalım, bunun ahlaki dinamikleri olsun, doğruluk, hesap verme ve istikamet gibi değerler üzerinde gerçekleşsin? anlamına gelir. Ama dinin, siyasetin bir aracı haline getirilmesi kabul edilemez. Gördüğümüz gibi aslında laikler dini siyasete başkalarından çok daha fazla alet etmektedir. Bir çok laik lider, başkalarından daha Müslüman görünmeye, dini görevlerini herkesten daha fazla yerine getirdiklerini kanıtlamaya çalışırlar. Onlar İslam?dan en uzak olan insanlardır. Sonuçta konuyu şu sorularla ele almamız gerekir: Siyaset hangi temeller üzerinde olur? Siyasi olan nedir? Siyaset ahlakı nedir?
Burada iki yönelim vardır: Birinci çizgi, bunu tartışmak istemez. Partisel ve siyasi çekişmelerde Batılı yöntemi kullanmaktan yanadır. Halbuki öte yandan bu konuda bize yol gösteren, dinimiz, tarihimiz, geleneklerimiz var. Ömer bin Hattab, Ali Bin Ebi Talip gibi önderlerimiz var. Tabii ki bizim için en büyük örnek olan Peygamber efendimiz (s.a.v.) var.
Çoğulculuk
Bu söz, bizi İslam?da demokrasinin yeri ve partisel çoğulculuk konusuna götürür.
Son günlerde İslamcı düşünür ve İslami hareketler arasında yönetime girme konusunda sandığa gitme ve insanların oylarına başvurmayı bir zaruret olarak gören, düşünce ve inanç özgürlüğünü savunanlar var. Bu mesele, artık tartışmasız kabul edilmesi gereken meselelerden biri olmuştur. Şu anda olması gereken bu demokratik katılım biçimlerini oluşturmak ve gerçek bir olguya dönüştürmektir. Tabii bu durum, parlamentoya, oy sandığına, seçime ve parlamenter mücadeleye karşı olan insanların varlığını yok saymamızı gerektirmez. Ancak bu son görüş hakim görüşü yansıtmamaktadır.
Bana göre, Müslüman halklar ve yönetimler düzeyinde bu konuda ittifak ancak çoğulculuk, temiz seçimler, halk iradesine saygı çerçevesinde sağlanabilir. Bir şekilde kurumsal bir yapı oluşturularak saygı duyulan bir anayasal gelenek oluşturmalıyız. Bu konu derinlemesine ele alınarak şer?i köklerine inilmelidir.
Bazı İslami hareketlerde ?demokrasi? kelimesinin kendisinden çekiniliyor.
Demokrasi kelimesini çok fazla kullanmayı sevmiyorum, çünkü bazen çok kapalı anlamlara sahip olabiliyor ya da bazı belirsizlikler taşıyabiliyor. Bu kavramın unsurlarına ayrıştırılması lazım. Bu unsurların da akide ve imanın gerekleriyle uyum içerisinde olması gerekir. Tüm bunlardan sonra sorun hemen hallolmaz, sonuçta içeriğin net, somut ve karşımızda duruyor olması lazım.
Çoğulculuk ve şura gibi ilkelerin uygulanması, halka başvurma, ehl-i hal ve?l akdin seçimi, halkın vekillerinin seçilmesi, şiddet ve güç yoluyla bir görüşü hakim kılmaktan kaçınmak, meşru olmayan yollardan iktidara ulaşmak gibi konuların her biri ele alınmalı.
Kendine has şartları nedeniyle her ülkeye belirli bir alan bırakılmalı. Batılı devletler bile tek bir demokrasi biçimine bağlı değiller. Ellerinde sopalarla her seferinde bizlere ?Batı?nın yaptığı gibi yapın ABD?nin yaptığı gibi yapın yoksa insan hakları konularında eleştirilir ve demokrasi düşmanı ilan edilirsiniz? diyenler aslında işleri karıştırmak istiyor.
Üçüncü dünya ülkeleri halklarının ve Müslüman halkların kendi modellerini araması en doğal hakları..Örneğin, Sudan?ı ele alalım. Halkın iradesini yönetime yansıtmak ve seçimler için neden farklı bir yol seçmesin? İlla da İngiltere?deki gibi genel seçim modelinin aynısını mı uygulamak gerekiyor. Halbuki öte yandan bir çok hakkı ihlal edenlere karşı sessiz kalıyoruz. Her ülkede halkın iradesini ifade etme biçimine saygı göstermeli ve işlerin buralarda nasıl yürüdüğünü gözlemlemeliyiz: İlerliyor mu, geriliyor mu, ihlal mı ediliyor. Mahallilik (yerellik) iki ucu keskin bir kılıç gibidir, istibdat ve baskı kurmak, özgürlükleri gasp etmek için de kullanılabilir. Bence Sudan deneyimi bizlere yönetim ve şura ilkesinin aşamalı olarak uygulanması açısından bizlere yeni bir model sunmaktadır. Bu deneyimin mutlaka değerlendirilmesi gerekir.
Emperyalizme Karşı
Bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri de Şiilerle Sünniler arasındaki ilişkiler. Mezhepler arasındaki yakınlaşmaya nasıl bakıyorsunuz?
İslami vahdet, sadece imani ve akidevi bir görev olmayıp bir gerekliliktir. Müslümanlar birbirlerine yaklaşmalı, aralarındaki ihtilafları gidermeliler. Özellikle de İslam?daki temel konulara taalluk eden meselelerle ilgili?İslam ümmetinin karşı karşıya kaldığı meydan okumalar, vahdet ve yakınlaşma için ciddi çabaların ortaya konmasını ve birlikte yaşamak için ortak davalar oluşturulmasını gerekli kılmakta. Karşılıklı hakaretler ve şiddetten uzak bir şekilde diyalog kurmak için yeni gelenekler oluşturulmalı, karşılıklı anlaşmazlıkları büyütmemek için hata bulmaya çalışmamalıyız. Bu zorunlu olarak ilkelerimizden fedakarlık etmek ya da düşüncelerimizden vazgeçmek anlamına gelmiyor. Herkes istediği düşünceyi korusun, ancak mutlaka üzerinde çalışacağımız ve mücadele edebileceğimiz ortak hedeflere ve davalara sahip olmalıyız. Bütün Müslümanları hedef alan emperyalist saldırılara karşı birlikte göğüs germeliyiz, bunun başka yolu yok. Bu olması gereken şeydir, şimdi olmazsa 20 sene ya da 50 sene sonra. Ama mutlaka olmalı. Çünkü İslam düşüncesi, sürekli derinleşmekte ve gelişmekte. Koşulları ve zorunlulukları eskisinden çok daha iyi kavramakta..
Bu meselenin sadece mezheplerle ilgili olduğunu düşünmüyorum, İslami hareket mensupları olarak biz Üçüncü Dünya halklarıyla da aynı dayanışma, yakınlaşma ve birlik içerisinde olmalı, Müslüman olan ve olmayan mustazafları küresel istikbara karşı birleştirmek için ortak bir zemin oluşturmalıyız.
(Devamı gelecek...)