Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Ali Değirmenci ile sanat üzerine...

Ali Değirmenci okurların karşısına çeşitli dergilerde yayımlanan yazılarını toplayarak Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat (Ekin Yayınları, 2008) kitabıyla çıktı.

18 Yıl Önce Güncellendi

2008-11-05 14:10:00

Ali Değirmenci ile sanat üzerine...


Ali Değirmenci ile Müslümanların sanatla ilişkilerinden baskı ortamının yozlaşmalarının edebiyat/sanat üzerindeki hegemonyasına değin, günümüzde kültür sorunsalını biçimlendiren pek çok konuda Asım Öz ile söyleşti...
 

Ali Değirmenci okurların karşısına çeşitli dergilerde yayımlanan yazılarını toplayarak Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat (Ekin Yayınları, 2008) kitabıyla çıktı. Medyatik kültürün eleştirisinden edebiyat eleştirilerine, kapitalizmin yergisinden popüler kültürün sorgulanmasına dek günümüzün birçok sorunsalını ele alan Ali Değirmenci, yazdıklarıyla kültürel ve siyasi yozlaşmayı perçinleyen durumları, davranışları belgelerken günümüzde Müslümanların sanatla ilişkisine dair söyledikleriyle de dikkat çekiyor. Ali Değirmenci ile Müslümanların sanatla ilişkilerinden baskı ortamının yozlaşmalarının edebiyat/sanat üzerindeki hegemonyasına değin, günümüzde kültür sorunsalını biçimlendiren pek çok konuda söyleştik

 

Öncelikle kitabınızın alanında bir boşluğu doldurduğunu söylemeliyim. Zihin açıcı olmasının yanı sıra bilgilendirici yönü de yadsınamaz. Kitabınızın hikâyesinden biraz bahsedebilir misiniz? Bütün bu denemeler bir araya nasıl geldi?

Her şeyden önce geç kalmış, gecikerek çıkmış bir kitap bu. Şimdiye kadar üç ayrı kitap olarak çıkmış, yayımlanmış olabilirdi. Edebiyat, sanat, düşünce, eleştiri ve yayın dünyası hakkında 80'li yılların sonundan beri düzenli olarak okuyup yazıyorum ben. Ali Bulaç'ın yönettiği Kitap Dergisi'nde epeyce yazım vardır sözgelimi. Aynı zamanda çeşitli gazete ve dergilerde edebi denemeler yazmayı hep sürdürdüm. Çok sayıda kitap projesi de oluşmuştu süreç içinde zihnimde. Koşullar ve benim çok farklı alanları gözeten sorumluluklarım ve aşırı yoğunluğum nedeniyle bunlar gerçekleşmedi. Başlı başına bir kitap oluşturabilecek yazılar, izlekler vardır bu kitapta yani. Fakat okumayı ve yazıp paylaşmayı hem çok sevdim hem de önemsedim. Bunu, yaşayışımın, sahip olduğum kimlik ve kişiliğin bir parçası olarak gördüm aynı zamanda. Benim tarzımı çoğaltanlar, işaret edip yorumladığım görüşleri açıkça sahiplenip içselleştirenler, benim yazılarımı dallandırıp budaklandırarak kitap çıkaranlar oldu bu arada. Diğer taraftan edebiyata, sanata yönelik ilgi de kırılmalara, başkalaşmalara uğrayarak artıyordu. Daha fazla beklemenin bir yararı olmayacaktı. Düşünce ağırlıklı yazılarımı, duygu açıklamalarıyla derinleşen denemelerimi ve kitapta büyük bir yekûn tutan kitap ve yazar değerlendirmelerini üç ayrı başlık altında toplayarak oluşturdum bu kitabı.

'Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat' kitabınız ağırlıklı olarak dergilerdeki yazılarınızdan oluşuyor. Bu yüzden, dilerseniz söyleşimizi şu soruyla açarak ilerletelim: Bir kitabı ya da bir konuyu bir dergi yazısında ele almanın güçlükleri neler? Bir sınırlılıktan mı söz etmek daha doğru, yoksa bir yeterlilikten mi?

Dergi, gazete ile kitap arasında bir yerde durur. Gazete kadar güncel ve uçucu, kitap kadar da kalıcı ve mukim değildir. Ve bence çok önemlidir dergiler. Düşüncenin, edebiyatın, sanatın, kültürün soluklandığı yerlerdir. Hem yazanlar hem de okuyanlar açısından. Elbette sınırlandırır insanı. Bu bir eksikliktir belki. Fakat aynı zamanda çok sayıda yararı da olur bunun. Yazma eylemini yönlendirir. Disipline eder. Biçimlendirir. Yazdıklarınızı sıcağı sıcağına paylaşmayı sağlar ve nitelikli okuyucuyla bir iletişim kurabilirseniz aktardıklarınızı test etme olanağı da sunar. Dergi yazılarından kitap oluştururken, onları okuyup gözden geçirmede, ayıklama ve düzeltmeler yapmada yarar vardır elbette. Buna sıcak bakmayanlar, açıklama yaparak ve tarih düşerek aynen yayımlama yolunu tercih ederler. Fakat dergi, size yazma istek ve coşkusu verir. Tembellikten kurtarır. Zihninizi ve yüreğinizi teyakkuz halinde bulundurur. Okumalarınızı çoğul kılar ve sağlamlaştırır.

Bu denemelerin yer yer eleştiri, yer yer tespit içerdiğini söyleyebilir miyiz?

Evet. Özellikle 'Kitap Değerlendirmeleri' başlığını taşıyan üçüncü bölümdeki yazılar için bu söylenebilir. Sonuçta eleştirmenliğe soyunmuş, bunu meslek ya da temel bir uğraş edinmiş biri değilim ben. Ayrıca birbirinden farklı alanlarda da yazmak zorunda kalıyor insan. Bunun da hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabiliyor. Yapıp ettiğim, yazıp çizdiğim her şeyde bir bilinç ve sorumluluk yörüngesi bulunsun istiyorum ben. Edebiyatla iştigal etmek, sonuçta, çok önemli olmakla birlikte bir varoluş sorunu değil benim için. İyi bir insan, iyi bir Müslüman olma, iyi ve anlamlı bir hayat sürme kaygısının izdüşümü vardır bütün etkinliklerimde. Ben de sonuçta bunca kıyamet, bunca kekemelik, bunca tuğyan arasında bütünlüklü bir dil, bir anlam dizgesi arıyorum. Bu arayış çabası, kimi zaman küçük ölçekli bir deneme, kimi zaman bütünlüklü bir düşünce yazısı, kimi zaman da önemsediğim bir kitap ya da yazarla ilgili bir değini yazısı olarak görünürlük kazanıyor.

Genelde iyi yapıtlar veren yazarlara baktığımızda, yaşamlarının çok tutarlı, düzenli olmadığını görüyoruz. Yusuf Atılgan örneğinde: Çok iyi bir yazar ama çok az yapıt vermiş. Bunun nedeni olarak özel yaşamımı seçtim, yazarlığımı buna feda ettim diyor. Kafka'nınsa yaratıcılığı köreltmesin diye yalnızlığı seçtiğini görüyoruz. Bu sizin hayatınızda nasıl?

Zor bir soru bu. Biraz da bu zorluğu gözeterek, kitabın başında eşime ve çocuklarıma bir ithaf yazdım. Onlardan çaldıklarımın işe yarar, anlamlı bir şeyler olduğu konusunda helallik dilemek için. Sahip olduğumuz dünya görüşü, kulluk ve mücadele eksenli hayat tasavvurumuz bizim yalnızlıklarımıza, acılarımıza, arayışlarımıza, sorunlarımıza da bütünlüklü bir mihver sunmaktadır çok şükür. Adam gibi yaşamaktan daha değerli hiçbir şey yoktur sonuçta. Edebiyatı, okuyup yazmayı hayattan, yaşadıklarımızdan yalıtmak da hem mümkün değil hem de doğru değil. Hele böyle bir ülkede. Bu koşullarda. Hiçbir zaman bir okurluk ya da yazarlık lüksüm, ayrı zaman dilimlerim olmadı zaten. Yedi yaşından beri hem okuyan hem de çalışan bir insanım ben. Annemin babamın okuması yazması yoktu ve oldukça yoksulduk. İlkokula giderken çamurların arasından gazete parçalarını çıkarır ve büyük bir istekle okurdum. Simit satar, çorap satardım. İlkokulda, ortaokulda, lisede hatta üniversitede; okul döneminde de yaz tatillerinde de hem okula gittim hem de çalıştım. Harçlıklarımı biriktirip sürekli kitap aldım. Daha ortaokuldayken Doğu ve Batı klasiklerinin çoğunu okumuş ve yüzlerce kitaptan oluşan bir kitaplık kurmuştum kendime. Babam, bir köşede oturup, kitap okuduğumu gördükçe sevincinden ağlardı. Okuma yazma bilmediği için. İstanbul'da üniversitedeyken yol parası vermemek için okuldan yurda dünyanın yolunu yürüyerek giderdim. Harçlığım bittiği ve doğru dürüst beslenemediğim için açlıktan kaç kere bayıldığımı bilirim. Otobüste, vapurda, sınıfta. Fakat elime geçen ilk parayla bir simit aldıysam, kalanıyla da bir dergi ya da kitap almışımdır. Yaz tatillerinde, çalışırken bile, iki günde koca bir kitabı okuyup bitirdiğimi bilirim. Şimdi benim çocuklarım da öyledir. Yıllardır, günde bir iki saat uykuyla yetinirim. Uyuyamıyorum zaten. Fakat daha iyi bir işim olabilirdi. Nerdeyse her gün, sabah sekizde başlayıp akşam sekizde dokuzda biten bir iş ortamında dönenmek çok kötü gerçekten. Çalışmalarımı, üretkenliğimi olumsuz etkileyen asıl sıkıntı bu. Kafka'nın sahip olduğu olanaklara da sahip değiliz yani. O yüzden çabucak büyüyen, yaşlanan çocuklarla dolu bu ülke. Ailem de bunun bir parçası olduğu için, fazla hırpalamazlar beni.

Ali Değirmenci, hangi adlar, hangi konular üzerine yazacağını nasıl belirliyor acaba?

Yayın dünyasını yakından izlemeye çalışırdım son yıllara kadar. On yıl kaldığım Sivas'ta da ilgilendiğimiz bir kitabevi, bir kitap kulübü vardı. Okuduğum her kitap hakkında birkaç paragraf da olsa yazma, not alma alışkanlığım vardır zaten. İslamcılık, tarih, edebiyat ve sanat, kültür konularında yazılan yazı ya da kitapları koşullar elverdiğince okuyup izlemeye çalışırım. Kitap ve eleştiri dergilerinden bazılarını düzenli olarak alır okurum. Bazı yazıların ortaya çıkmasında da güncel gelişmelerin etkisi olur kuşkusuz. Haksöz dergisinin 80. sayfasında yıllardır severek kısa denemeler yazıyorum sözgelimi. 'Dilime Gerili Pankart' adlı kitabım da yıllar önce bu tür yazılardan bazılarının bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Her gün hiç değilse 20?30 sayfa okumadan yatmam. Tarihi romanları, siyasal nitelikli yapıtları kaçırmamaya gayret ederim. Bir de çıkan bütün kitaplarını okumayı alışkanlık haline getirdiğim yazarlar vardır. Batıda yaşayanlardan Amin Maalouf, Tarık Ali, Noam Chomsky, Homeric, Umberto Eco, Rene Girard bunlar arasında sayılabilir. Bakhtin'in, Edward Said'in çevrilen kitaplarını da unutmamak lazım. Türkiye'de Sezai Karakoç, Hüseyin Su, Adalet Ağaoğlu, İsmet Özel, Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Mehmet Eroğlu, Ahmet Ümit, Yıldız Ramazanoğlu, Metin Önal Mengüşoğlu, İhsan Oktay Anar, Nihat Genç ilgi duyduğum yazarlar arasında sayılabilir. Ahmet Oktay, Hasan Bülent Kahraman ve Nurdan Gürbilek'i de takip etmeye çalışırım. Diğer alanlardan söz etmiyorum. İslam tarihine özel bir ilgim vardır. Bu saydığım isimlerden çoğu hakkında da sayfalar dolusu notlarım vardır. Fakat bazen denk düşmeyince, toparlayıp yazmakta zorlanıyor insan.

Romanlara, özellikle de tarihi nitelikli olanlara ilgi duyduğunuz anlaşılıyor. Siz roman yazmayı düşünüyor musunuz?

Haklısınız. Bu kitapta da bu alanla ilgili epeyce inceleme, değini yazısı var zaten. Birkaç aydır Nureddin Zengi ile ilgili bir roman üzerinde çalışıyorum. Fırsat buldukça bu konuda yoğunlaşıyorum. Bir kısmını yazdım. Bakalım, hayırlısı.

Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat'ın ilk bölümü düşünce edebiyat ilişkisini ortaya koymakta. Bu bölümdeki yazıların, düşünceyle, dünya görüşüyle edebiyatın/sanatın ayrılmaz bir bütün olduğu görüşünde birleştiklerini söyleyebilir miyiz?

İnsanlar, edebiyatla uğraşırken, zihinlerindeki ayrı bir bölmeden hareketle yazmazlar. Sanat alanında bir duruş, bir kimlik sahibi olmak açıkça küçümseniyor bugün. Bu da politik bir tutum aslında, bir tür kimliksizlik batağı ya da. Halbuki yozlaşma, yabancılaşma ve baskı ortamında yitiğimizi görme ve bulma çabalarında elimizden tutabilir sanat. Güçlü ve umut aşılayıcı bir etkinlik hatta bir güzelleşme devriminin bir parçası olarak insan ve hayatla bütünleşebilir. Fıtratımızda çınlayan anlam dizgelerine ulaşmada bize eşlik edebilir. Bu alandaki kötücül iktidarı sorgulamak, silkelemek gerekiyor elbette. 'Büyük' diye nitelenen sanatçıların hepsi iyi kötü bir duruş sahibi olan, bir dünya görüşüne sahip olmayı önemseyen kişilerdir. Kirli vadilerde şaşkın şaşkın dolaşanlar, iblis ve avanesinin ekmeğine yağ sürmekten kurtulamazlar sonuçta. Bu yüzden yeni bir hamleye, yeni bir dile, soluklanış ve duruşa ihtiyaç var. Ola ki kaybetmeye devam ettiklerimizin birazını olsun kurtarabiliriz bu sayede. Benim yazdıklarım kendini inkâr etmeyenlere, kendi serüvenini küçümsemeyenlere, durduğu yeri bilenlere âşinadır. Ben Yakup kadar beklemeye hazırım. Yeter ki ortada gerçekten Yusuf olsun, Yusuflar olsun. Birileri ısrarla görmek istemese de bu konuda yalnız olmadığımı, ustaların yanı sıra bizim mahallede bu sancıları çeken ve sayıları hiç azımsanamayacak bir yekûna ulaşan genç ve güzel insanların olduğunu da biliyorum.

Peki, ana hatlarıyla, dünden bugüne Müslümanların sanatla/edebiyatla ilişkilerinde neler değişti/değişmedi diye soracak olsam... Edebiyatımız nerede duruyor?

Şunu peşinen söyleyeyim ki bütün eksiklerine, huzursuzluklarına, tuhaflıklarına rağmen ben, içinde durduğum mahalleyi önemsiyor ve seviyorum. Aramızda kimi görme, işitme, anlama özürlüler olabilir. Ama ben her şeye rağmen, bu mahallenin sokaklarının birbirleriyle daha fazla tanışıp bilişmelerini, birbirlerini daha fazla izleyip sevmelerini, ürettiklerine sahip çıkmalarını arzu ediyorum. Kötücül iktidar mekanizmasına boyun eğmemek için bizim kendi kıymetimizi bilmemiz gerekiyor. Başkaları da bizim sahip olduğumuz güç ve değerin farkındalar zaten. Şiirde, denemede, öyküde belli bir yetkinliğe ulaştığımız söylenebilir. İyi kötü bir düşünce birikimimiz var artık. İçeriği, niteliği tartışılabilir olsa da bu böyledir. Kimi zaman birileri 'edebiyat mızrakçılığı' yapmaya yelteniyor, tamam. Kimileri türkü söylemek yerine, elindeki sazı onun bunun kafasına vurmakla iştigal ediyor belki. Fakat sanatı önemsememiz, edebiyata daha fazla sokulmamız gerekiyor. Okuma sevgisini edebiyat aşılar. İnsanın ufkunu açmada ciddi katkısı olur. Dilini dimağını açar insanın edebiyat. Konuşmasını, yazmasını düzeltir kişinin. Düşünsel, siyasal nitelikli yapıtlara da bu tür ilgiler eşliğinde yönelebilir insan. Bu zamanında önemsenmediği ya da çok sığ, güdük kaldığı için belirgin, tanımlanabilir bir okuyucu kitlemiz yok bugün. Her on yılda bir, küçük ölçekli de olsa bir okuyucu kitlesi oluşturmaya, yaratmaya çalışıyoruz bu yüzden. Edebi eserlerle bir bağ kurmak, okumayı düzenli bir alışkanlık haline getirmede, iyi bir okuyucu profili oluşturmada, bir tartışma ve paylaşma ortamı, imecesi oluşturmada katkı sağlar. Aksi halde sürekli aynı yerden başlamak zorunda kalırsınız.

Sizce İslami duyarlıklı edebiyatı/mızı/n başat sorunu nedir?

Türkiye'de İslami duyarlıkla örülmüş ve varlığı hissedilebilir bir bütünlüğe ulaşmış bir edebiyat kanonu yok. Bir öbeklenme, çevre, mahalle bilinci de yok bu anlamda. İşlevsel bir tanışıklık, istişare, dayanışma anlayışı da tesis edilmiş değil. Yazıp çizenler açısından da böyle bu, bölük pörçük hale gelmiş okuyucu profili açısından da böyle. Daha genel baktığımızda ise şu söylenebilir: Kimlik ve kişilik sahibi olmayı önemseyenlerin, edebiyata sanata yeterli bir yatkınlıkları yok. Edebiyatla iştigal edenlerin çoğu da düşünceden, bilinçten, hayatın içinde durmaktan, tavır üretmekten uzak.

Eleştiriyi genel hatlarıyla düşünürsek tür farkını gözettiğini söyleyemeyiz. Kişilerin türler üzerine uzmanlaşması söz konusu olabilir. Düzyazı bir kitabı değerlendirmekle bir şiir kitabını değerlendirmek arasında size göre yöntem bakımından farklılıklar var mı?

Çok ciddi, çok büyük farklılıklar var. Kişi, düzyazı alanında uzmanlaşmayı, belli bir birikime ulaşmayı, işlevsel bir yöntem edinmeyi daha kolay sağlayabilir. Fakat şiirde uzmanlaşmak hem kolay değildir hem de yeterli değildir. Çok dar bir çevrede seyrediyor bu ülkede şiir. Çok hızlı değişiyor aynı zamanda. Çok çabuk başkalaşıyor. Dil yönünden de böyle bu; içerik, entelektüel ilgi düzeyi, biçem, yeni arayışlar düzleminde de böyle. Daha spesifik, daha netameli. Şiiri günü gününe izlemek, kuşatmak, değerlendirmek o kadar kolay değil. Belki de bu yüzden şiir eleştirmeni pek çıkmıyor bizde. Şiir üzerine yazanlar, eleştirel metinler ortaya koyanlar yine şairler arasından çıkıyor. Bu kadar sözle yetinelim şimdilik bu konuda.

Yapıt gibi eleştiri de son kertede toplumsal formasyonu göz önünde bulundurur. Sanatsal ve yazınsal düşünceler, eğilimler, teknikler belirli bir toplum içinde egemen duruma gelir, sonra yeni koşulların, düşüncelerin, eğilimlerin ve tekniklerin belirmesiyle gözden düşer, terk edilir ve dönüşürler. Kitabınızda kimi yazarlara ilişkin özellikle postmodern darbe sürecinde daha da belirginleşen yozlaşma odaklı yazılarınız yer alıyor. Bu bir bakıma yazarların serüvenini yansıttığı kadar sizin onlara olan bakışınızı yansıtıyor. Yozlaşma ile baskı ve sanat arasında nasıl bir ilinti kuruyorsunuz?

Hayatın her ünitesine sirayet eden bir kirlenme var bugün. Buna yüksek bir duyarlıkla, sorumluluk bilinciyle karşı durulabilir. Yazılarımda vurguladığım gibi, kötülük, yozlaşma ve seviyesizlik yayılmacıdır. İyilik ise arkasızdır. Çoğu zaman mecalsiz ve sahipsiz kalır. Onu büyütmek, biriktirmek, ona emek vermek gerekir. Ben nitelikli, hakiki edebî uğraş ve ürünlerin; güzel, anlamlı insan seslerini çoğaltıp yayma çabalarının yanı sıra bir kalkan, munis ve müzeyyen bir direngenlik cephesi olma işlevini de görebileceklerine inanıyorum. Bizi 'herkes' ya da 'hiç kimse' olmaya iten mekanizmaya karşı direnmeliyiz. Bu alanda eksikliğini gördüğüm, sıkıntısını çektiğim, olmasını istediğim şeyleri dile getirmeye çalışıyorum ben de. Elimi, gücüm yettiğince taşın altına koymaya çaba gösteriyorum. Yazı da sonuçta bir sınanma aracıdır çünkü. Değerlendirme, inceleme türündeki yazılarımda 'zihniyet' önemli bir yer tutar bu bağlamda. Yazarın tutumundan, anlatılan dönemden, eserdeki tip ya da karakterlerin seçiminde etkili olan psikolojiden, varılan sonuçlardan yalıtarak kitap değerlendirmesi yapmaya girişmedim o yüzden. Edebi kriterleri gözettiği kadar, sosyo-psikolojik tespit ve çıkarımları da önemseyen bir tutumla yazıldığı söylenebilir bu tür yazıların.

'Baskı, sanatı doğurur.' demiş Andre Gide. Fakat bizde genellikle geri çekilmeye, özür dilemeye, mevzileri terk etmeye, kendini inkâra yol açıyor baskı. 28 Şubat süreci, bu tablonun ilginç örnekleriyle doludur. Solun kendi serüveni de yine bu eksende gözden geçirilebilir. Yozlaşma ise, edebiyata kolayca sokulma istidadı göstererek hem yaygınlaşma ve alenileşme hem de kalıcı ve olumsuz örneklikler sergileme özelliği göstermektedir. Teslimiyetle, gönüllü kölelikle bütünleşiveriyor hemen. Ahmet Mayalı'nın edebiyatla çözülme ilişkisini merkeze aldığı yazısı, son derece önemli ve açıklayıcıdır bu yüzden. Bu yazıdan ben de yararlandım kitapta. Postmodern darbe sürecinde, 'edebiyatın çözülmeye katkısı, çözülenlerin de edebiyata tutkusu' olduğu, değişik örnekler üzerinden gösterilebilir bir gerçekliktir. Hem yazarlık tutumu açısından böyledir bu hem de ele alınan konular ve seçilen karakterler yönünden. Nitekim Kenan Çayır'ın inceleme ve çözümlemeleri de işaret edilen tutumlar ve ulaşılan yargılar açısından, benim söylediklerimi genelde teyit etmektedir. Benim olmasından / öyle algılanmasından korktuğum şey, temel bir olgu olarak kabul edilip sunulmuş yani.

Postmodern kapatılma sonrasında bazı eserler/yazarlar için bazı tespitlerde bulunmuşsunuz; Kenan Çayır da Türkiye'de İslamcılık ve İslami Edebiyat başlıklı kitabında bu eserleri belli bir yönelimin örneği olarak ele almış. Bu yazar tipi nasıl bir anlayışa yaslanıyor?

Bir önceki soruda epeyce şey söyledik sanırım bu konuda. Kenan Çayır da oldukça şaşırtıcı bir benzerlikle, benim yıllar önce yazdığım 'Bizim Öykümüz Hangisi' başlıkla yazıda ele aldığım kitaplara eğiliyor. Onları merkeze alıyor. Halime Toros'un Halkaların Ezgisi, Ahmet Kekeç'in Yağmurdan Sonra romanlarını ele alıyor. Ben bu kitaplara Mehmet Efe'nin Mızraksız İlmihal'ini de eklemiştim. Çayır, bu kitaba da ara sıra göndermede bulunuyor, değiniyor. Ve hidayet romanlarının karşısına çıkardığı 90'lı yılların bu romanlarına özeleştiri romanları diyor. Bizim öykümüzü anlattıkları iddia edilen, okuyucuya böyle takdim edilen bu kitaplar son çözümlemede yozlaşmış, kaybolmuş, çırpınan, hastalıklı kişilerle doludur. Bunlardan mı ibaret bizim öykümüz, bizim sürecimiz? Böyle özeleştiri mi olurmuş? Hidayet romanı olarak sunulanlar, nasıl ki bizim yönelişimize bire bir tekabül etmiyorsa bu özeleştirel oldukları iddia edilen romanlar da bu noktada yarımdır, eksiktir, tek yönlüdür, indirgemecidir. Hidayet romanları olarak sunulanların çoğu İslami arabeskin diliyle ve basitlikleriyle örülüdür. Hidayetten kaçıp uzaklaşanları anlatan ikinci grup romanlar ise herkesin ufunete, şaşkınlığa, yenilgi psikolojisine duçar olduğunu vehmetmenin ürünüdürler. Geneli temsil etme hakkına da yeterliliğine de sahip değillerdir kesinlikle.

Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat'ta ele alınan kitapların türlerinde büyük bir çeşitlilik var: Roman, öykü, şiir, tarih hemen sayabileceğim birkaç örnek... Çeşitlilik zorunluluğu kitap yazıları yazan birinin göz önünde bulundurması gereken bir durum mu?

Çeşitlilik, benim kültür ve edebiyat alanındaki ilgilerimin farklılık ve dağınıklığından kaynaklanıyor. Edebî bir zorunluluk gibi algılanmamalı. Kişi, bir tür üzerinde de yoğunlaşabilir elbette. Fakat bu çeşitlilikten şikâyetçi değilim ben. Beni zenginleştirdiğini bile söyleyebilirim. Yararı da olabilir yani. Sözgelimi şiir üzerinde yoğunlaşan biri, bir hikâye ya da roman değerlendirmesi yaparken çok farklı olanaklar, birikimler, avantajlar eşliğinde yaklaşabilir metne. Biraz da eleştirinin bizdeki kaderi ve süreciyle ilgili bir durum bu.

Sanat anlayışı bakımından toplumsal duyarlıklara yaslanan, kendi gerçekçiliğimizi oluşturmaktan yana bir duruşunuz var denemelerinizde. Diğer eğilimlere bağlı görünen yapıtları nasıl değerlendirirsiniz?

Evet. Günün heybesinden dökülen parçalarda hep kendi gerçek(çi)liğimizi oluşturmaya dönük bir istek ve dikkat vardır. Şairleri haykırmayan bir milletin içinde döneniyoruz ve şu ak kâğıt şu kara kalem de sonuçta bizim tanıklığımıza işaretler düşürüyor. Hayatın kazası olmadığını bilmek ve bu bağlamda hakkı ve adaleti ayaklandırmak gerekiyor. Diğer eğilimlere gelince; ben hiç değilse, bir insanın yazdığı bir yazının bir gerekçesi olmasını beklerim doğrusu.

Polemikler gerekçeli, donanımlı bilgilerle terazilendiğinde okuru aydınlatır. Polemiklerin katkı sağlayıcı bir yanı olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette. Sağlıklı, sağlam polemikler kimi zaman sanatın atar ve toplar damarı gibi bir görev üstlenir. Ortamı canlandırır, ilgileri diriltir, yeni satırbaşları açılmasını sağlar. Ancak polemik yoksunu bir ortam var bizde. Onun yerini yılışık övgüler ya da küfürleşmeler, dedikodular, uluorta sövüp saymalar almış durumda.

Kitap tanıtmalarının, eleştirilerinin farklı özellikleri var. Kimi yazarlar beğendiği, sevdiği, yazmaya değer bulduğu kitabın en belirgin özelliklerini, şimdiye kadar yazılanlardan farkını ortaya koymaya odaklanır, kimi ise tamamen eleştirel olmayı ön planda tutmayı yeğler. Okurun bu yazılara yaklaşımı ile eleştirilerini yaptığınız yazarların yaklaşımı arasında nasıl farklar var? Özellikle iyi kotarılmadığını düşündüğünüz bir yapıt hakkındaki düşünceleriniz, vardığınız olumsuz yargılar, yazarların çalışmalarında ileriye dönük nasıl açılımlar yapıyor sizce? Merak ettiğim, okur için bunca pencereler açan yazılarınızın gözlemleyebildiğiniz, konuşabildiğiniz, sezebildiğiniz oranda yazarlar üzerindeki etkisi nedir?

Kızgınlık ya da sevinç önce. İkisi de normal fakat yeterli değil. Sonra daha fazla çalışma isteği, eksiklerin üzerinde durma çabası ve yenilik arayışı. Fakat çaktırmadan, gizliden gizliye genellikle. Türkiye'de yazarlar da genellikle yaralıdır. Kırılgandır. Çocuk gibidir. Koca koca yazarlarda, şairlerde de görmüşümdür bunu. Olumlu bir şey söylediğiniz zaman, bir yerde onların kitabı hakkında iki satır yazı yazdığınız zaman büyük bir sevinç duyarlar. Olumsuz bir şey söylediğinizde ise, sizinle selam sabahı hemencecik kesiverirler. Yazdıklarım nedeniyle iki tutuma da bizzat şahit oldum ben. Fakat doğru, tutarlı şeyler söylemişseniz kesinlikle etkili oluyor. Onu zamanla kabullenip içselleştirenler oluyor yani. Birçok iyi kitabın arkasında, iyi eleştiriler vardır kuşkusuz.

Yıl sonuna yaklaşıyoruz. Geçen yılın edebiyat ortamını değerlendirir misiniz (olumlu-olumsuz)? Sizi şaşırtan, umutlandıran, hayal kırıklığına uğratan ürünler var mıydı? Geçen yılın edebiyat ortamına kimler damgasını vurdu sizce?

Son birkaç yıldır şiire yönelik ilginin, hem ürün verme hem de tartışmalar, kuramsal açılımlar ve yayımlanan şiir kitapları açısından sıkıntılı fakat devingen bir mecraya yöneldiği söylenebilir. Şiir canlanıyor. Dar bir çevrede de olsa. Şiir dergileri, şiir kitabı basan yayınevleri artıyor. Hikâye, tutturduğu rutin ilgiyi henüz kaybetmiş değil. Bazı öykü dergilerinin kapanması üzüntüyle karşılandı. Romanda bir gerileme var. Hem yerli hem de çeviri romanlarda hissedilebilir bir kan kaybı var. Eleştiri yavaş yavaş güçleniyor. Gazeteci yazarların kitapları eskisi kadar satmıyor. Okullardaki müfredat değişikliğinin de etkisiyle klasik eserlere, eski yazarların yapıtlarına yönelik bir ilgi oluştuğu söylenebilir. Öğrenciler ve sıradan okur açısından böyle en azından. Bu parsayı kaçırmamak için, mantar gibi onlarca yayınevi türedi birdenbire. Eleştiriye, tarihe, anı kitaplarına, biyografilere ciddi bir yöneliş vardı geçen yıl. Akademik çalışmaların da genel okuyucuya açıldığı söylenebilir son süreçte. Ortodoks Kemalist yazın kan kaybederken, milliyetçi söylemden ve sağcı yakın tarih algısından beslenen yazın dünyası oldukça güçlendi bu yıl. Çok satan kitap olgusunda da bir kırılma yaşanıyor. Nobel ödüllü Orhan Pamuk'un son romanı olan Masumiyet Müzesi zayıf bence. Latife Tekin'in yıl içindeki kimi tutumları hiç hoş değildi. Son kitabı Muinar'da da bir eksen kayması var. Nedim Gürsel'in Allah'ın Kızları adlı kitabı, koparılan onca gürültüye karşın fos çıktı denebilir. Ahmet Oktay'ın bütün şiirlerinin İthaki Yayınları tarafından basılması güzel bir gelişmeydi. İhsan Oktay Anar'ın Amat'ında beklediğimi bulamadım. Kenan Çayır'ın incelemesi vasat. Hece dergisi önemli dosya ve özel sayılar hazırladı. Yıldız Ramazanoğlu, Sibel Eraslan epeyce gündeme geldi. Önemli birçok yazar, şair ve eleştirmen vefat etti bu yıl. İsmet Özel'in görünüşünü ve düşüşünü de unutmamak lazım. Bunların dışında çok iyi şiir, öykü, eleştiri ve tarih kitapları okudum ben bu yıl. 'Dini yayıncılık' alanında da bir renklenme, zenginleşme ve kabuk değiştirme yaşandığı gözlemlenebilir bir gerçeklik sanırım.

Söyleşimizi eleştiri anlayışınıza ilişkin bir soruyla bitirelim istiyorum. Kimileri eleştiri yazılarının hep olumsuz yargılar içermesi gerektiğini, iyi kitap üstüne yazmanın pek de anlamlı olmadığını düşünür. Kitabınızda yer alan yazılarınız sizin bu görüşte olmadığınızın kanıtı gibi geliyor bana, ne dersiniz?

Gerçekten iyi, nitelikli bulduğum kitaplar hakkında da yazdım ben; beğenmediğim, hayal kırıklığına uğradığım ya da içeriğine katılmadığım yapıtlar hakkında da yazdım. İyi kitap hakkında yazmak zor gelebilir belki. Bu biraz da kötücül bir psikolojiyle iç içe girmiş bir tutum sanırım. İkircikli, kötüleyerek, eksik gedik göstererek öne çıkmak isteyen bir eleştiri anlayışı egemen hâlâ bu ülkede. Halbuki güzele neden güzel demeyelim? İyi, sahici ve nitelikli olanın hakkını neden yiyelim? 'Sevgisizlikten üşüyen', 'kendi varlığını başkalarının yokluğu üstüne kurmaktan hoşlanan' insanların az olmadığı bir ülke burası. Bir de insan yanılabilir, hata yapabilir elbette. Bunlardan tamamen kaçınmak için hiçbir şey üretmemeniz, yazıp çizmekten kaçınmanız gerekir. Bu da kişinin kendini zehirlemesidir bir bakıma. Hepimiz için geçerli bir durum bu. Unutmayalım ki tövbe kapısı edebiyatçılar, sanatçılar, eleştirmenler için de açıktır.

Söyleşi için teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

 

Kaynak: Haksöz Haber, bu söyleşinin kısaltılmış hali Umran dergisinin Kasım 2008 tarihli 171. sayısının 75-80. sayfalarında yayımlanmıştır.

SON VİDEO HABER

Şam'daki saray yakıldı, eşyalar alındı

Haber Ara