Münir Şefik*
ABD?nin Suriye?nin sınır bölgesindeki bir kasabaya saldırısı, içerik ve biçim açısından aşağıdaki şekilde değerlendirilebilir:
- Bu, Irak?ı işgal eden ABD?nin egemenlik sahibi ve bağımsız bir devlete yönelik açık bir saldırısıdır. Bir devletin egemenliğine ve halkına saldırılmıştır. ABD, Irak?ta bulunduğu 5 yıl içerisinde savaş suçları kapsamına girecek büyük suçlar işlemiş, insanlığa karşı soykırım gerçekleştiren ABD, bütün insan haklarını ayaklarının altına almıştır.
Bu zaviyeden bakıldığında Suriye?ye Amerikan saldırısı, George W. Bush döneminde Irak?a, Afganistan?a, Somali?ye, Filistin?e ve Lübnan?a yapılan saldırıların bir devamıdır. Daha öncesini zikretmeye gerek yoktur.
- Suriye?nin sınır bölgesine yapılan saldırı, hava sahası ihlal edilerek yapılmış, komandoların helikopterlerle bölgeye indirilmeleri sonucunda içlerinde çocukların da bulunduğu 8 sivil şehit olmuştur.
Bu açıdan değerlendirildiğinde olay, kasıtlı ve planlı bir şekilde, sivillere karşı yapılmış bir terör saldırısıdır. Amerikan resmi açıklaması, hedefin Irak içlerine sızan kişiler olduğunu iddia etmişti. Bir başka ifadeyle belirli kişileri hedef alan bir suikast eylemiydi. Önceden planı yapılmış bir saldırıydı. Ancak bu saldırıda Amerikan komandolarının insanların öldürülmesini gerektirecek bir direnişle karşılaştığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Saldırı, açıkça ilan edilmeden ya da kanıt getirilmeden yapılmıştır. Bu da terörün tanımı açısından söz konusu operasyonu bir terör eylemi haline getirmektedir.
- Bush yönetimi, bu saldırı emriyle uluslararası kanunları, BM sözleşmesini, devletin egemenliği ilkesine saygı, devletlerin iç işlerine karışmama, dünya barışına, demokrasiye ve insan haklarına saygı duyma gibi maddeleri açıkça ihlal etmiştir. Başka bir ifadeyle Bush yönetimi, kendisini kanunun, uluslararası teamüllerin ve bütün insanlığın üzerinde görmüş, bu noktada kendisiyle birlikte hareket eden müttefiklerine bile saygı göstermemiştir.
Bu nedenle, kimse bu saldırgan politikaları savunamaz. Bu saldırı demin aktardığımız çerçeve içerisine girmektedir. Ayrıca bütün bu kanun ve teamüllere karşı çıkmak, bir kişi ya da kurumun kendisini, kendi yaptığını meşrulaştırma konumunda görmesi, açık şekilde bir terörizm göstergesidir.
- Suriye?ye yapılan söz konusu saldırı, Amerika?nın Irak?taki Maliki hükümetiyle yapmayı düşündüğü ve Irak topraklarının bir başka ülkeye saldırı amaçlı kullanılamayacağı yönünde hükümler içeren güvenlik anlaşmasının çürüklüğünü ortaya koymuş oldu. Suriye?ye yapılan bu saldırı, bu çürüklüğün en büyük kanıtıdır. Bu olayların hemen akabinde Irak hükümetinin resmi sözcüsü Ali Debbağ bir açıklama yaparak, Irak?ın egemenliği konusunda kararlı olduklarını ve Irak topraklarının komşu ülkelere saldırı için kullanılamayacağını duyurdu. Hükümet sözcüsünün operasyon hakkındaki şüpheli açıklaması ve onu dolaylı ama açık bir şekilde meşrulaştırması da güvenlik anlaşmasının ve Maliki hükümetinin olay hakkındaki yorumlarının ne kadar boş olduğunu gösteren kanıtlardan biridir.
Bu saldırı şayet Maliki hükümetinin onayıyla gerçekleştiyse bu bir musibettir, şayet kendisinden habersiz gerçekleştirildiği halde daha sonraki açıklamalarıyla bunu meşrulaştırıyorsa bu daha da büyük bir musibettir.
- Konuyla ilgili mutlaka sorulması gereken soru şudur: Bu saldırının hedefi ve gerçekleştirilmek istenen şey neydi? Niçin şimdi? Bush yönetiminin saldırgan politikaları çerçevesine bakıldığında bunun nasıl yorumlanması gerekiyor?
Bu sorulara cevap vermeden önce SS Cole gemilerinin Suriye ve Lübnan sahillerine gönderilmesini tahlil edenleri hatırlayalım. Bu gemilerin gönderilme hedefi, gerçekleştirilmesi istenen şey, ve niçin tam da o dönemde yapıldığı ve nasıl yorumlanması gerektiği konuları? Bu yorumların ardından daha birkaç gün geçmeden gemiler Körfez?e doğru yol almaya başlamıştı. Hemen, aslında bu gemilerin gönderilme nedeninin planlı bir şey olmadığı, ya da daha hassas bir şekilde değerlendirildiğinde bunun doğaçlama gelişen bir tepki olduğu, ne daha önceki ne de daha sonraki döneme ilişkin planların parçası olmadığı ifade edilmişti.
Böylece analizciler Cole gemisinin Lübnan ve Suriye kıyılarına gönderilmesini yorumlamaya başladılar: Amerika?nın konuyla ilgili kararı doğaçlama ürünüydü, kendiliğinden gelişen bir tepkinin sonucuydu, planlı bir şekilde karara bağlanmış değildi.
Bush yönetiminin kararlarını gözden geçirenler, stratejik öngörüden ve planlamadan yoksun olduğunu görecek, bir sonraki adımını düşünmeme anlamında doğaçlama/irticali olduğunu değerlendirecektir.
Tabii ki bu, Amerikan siyasetinde geleneksel olarak alışıldık bir şey değildir. Peki ama alışıldık olmayan bir şeyi yapan bir yönetim, aslında ne yapmaya çalışmaktadır? Kendisi için koyduğu stratejiye birle uymamakta, bir başarısızlıklar abidesi olarak karşımızda durmaktadır.
Bu dediğimiz olgu, Gürcistan?ın Osetya ve bölgedeki Rus barış gücü üzerine kışkırtılması gibi ahmakça ve düşüncesizce alınan bir kararda ortaya çıkmıştır. Bush yönetimi, aynı şeyi küresel finansal krizle ilgili olarak her gün gerçekleştirmektedir.
Buradan hareketle, Suriye?ye saldırı, başarısız ve üzerinde düşünülmemiş, aceleyle karar alınmış olaylar zincirine bir yenisini eklemekten başka bir şey değildir. Bu nedenle bu krizin bir sonraki sonuçları bir çok açıdan Amerika?nın lehine olmayacaktır.
Pakistan?a ABD saldırıları, Müşerref?in sonunu getirdi
Pakistan?ın sınır bölgesi Veziristan?daki yerleşim bölgelerine yapılan saldırılar da ahmakça siyasetin ürünüdür. Bu siyasetler, kendisini yönetime getirenlerin dahi yapmadığı yardımları yapan Müşerref rejiminin sonunun gelmesini de engelleyemedi.
Bush yönetimi, devletlerin egemenliklerine saygı göstermemeyi kendi hakkı olarak görüyor. Şayet bu bir ilke olarak kabul edilirse uluslararası ilişkiler denen şeyin bir anlamı kalmayacak. Devletlerin egemenliği ilkesi, ülkelerin 19. yüzyılda imzalanan Vestfalya anlaşması?nda üzerinde müttefik kaldıkları çok az ilkeden biriydi. Bu, uluslararası kanunun üzerine inşa edildiği, modern ulus devletin inşasında bir hareket noktası olarak kabul edilen şeydi.
Bu ilkeye sürekli olarak saygı duyulmadığı doğrudur. 19. yüzyılda bu ilkenin ihlal edildiği bir çok durum örnek gösterilebilir. Bu, emperyalizm olgusunun Asya, Afrika ve Latin Amerika?da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak söz konusu ilkenin doğruluğu, gerek Cemiyet-i Akvam gerekse Birleşmiş Milletler sözleşmelerinde açıkça teyit edilmiştir. 20 ve 21. yüzyılda Bush yönetimi kadar hiçbir devlet ya da hükümet bu ilkeyi böylesine pervasızca ve açıkça ihlal etmemiştir.
Bush yönetimi, 2001-2004 yılları arasında eksik egemenlik kavramı üzerinde durmuş ve tam egemenlik döneminin kapandığını iddia etmiştir. Irak?ı işgal kararının alındığı 2002 yılındaki yaklaşımıyla ABD, BM?ye ve sözleşmesine sırtını dönerek, bu kurumun ve sözleşmesinin teröre karşı savaşın verildiği 21. yüzyıl şartlarına uymadığını dolayısıyla artık geçmişte kaldığını ilan etmiştir.
Bu yaklaşımından dolayı BM Güvenlik Konseyi?nin onayına ihtiyaç duymadan Irak?a saldırmış ve işgal etmiştir. Hatta daha da ileri giderek ABD?nin Güvenlik Konseyi?nin ve NATO?nun yerine geçtiğini belirterek, kadim dostu Avrupa?yı bütünüyle gözden çıkardığını göstermiştir.
Esas garip olan şey, Araplar ve Müslümanlar içerisinde özellikle de bazı solcu tiplerin, 11 Eylül?den sonra dünyanın yeni bir şekil alacağı gerekçesiyle bu yapılanları meşrulaştırmaya kalkmasıdır. Bu tipler, diktatöryel yapıların tasfiyesinin ardından insan hakları ve demokrasinin hakim olacağı tek kutuplu küresel bir sistemi müjdelemeye başlamışlardır.
Tıpkı Bush yönetiminin ve Şaron hükümetinin yaptığı gibi işgale karşı direnişi terör çerçevesinde değerlendirmiştir.
Ancak tecrübe çok kısa bir sürede uluslararası kanunu ve BM sözleşmesini ihlal eden bu saldırının ve Amerika?nın kendisini uluslararası alanda tek karar mercii olarak görmesi, bütünüyle ABD?nin aleyhine olduğunu göstermiştir. Uluslararası ve bölgesel güç dengeleriyle Arap ve İslam ülkelerinin durumu bunun en önemli kanıtıdır. Sonra dünyayı sarsan küresel finans krizi meydana gelmiş, dünyaya dayatılan Amerikan kapitalist sisteminin çirkinlikleri ortaya çıkmıştır.
Böylelikle Bush yönetimi çok kritik bir duruma düşmüş, ?onları sarhoş zannedersin ama onlar sarhoş değillerdir? haleti ruhiye içerisinde çevresindeki müttefiklerini yüzüstü bırakmıştır. Bush?un ekonomide ve siyasette yaşadığı başarısızlıkları, gerek müttefiklerini gerekse düşmanlarına karşı yaptıklarını açıklayan unsur budur.
Müttefiklerini terk ederek onları hüsrana mahkum etmiş, bu nedenle ona düşman olanlar ya da onun marjinal bırakmaya çalıştığı ülkeler de zorunlu olarak kazanmışlardır.
Kaybeden müttefiklere en çarpıcı örnek olarak Pakistan verilebilir. General Pervez Müşerref, Afganistan?a karşı ABD ile bir ittifak içerisine girdiğinde içerde giderek zor duruma düşmeye başladı.
Amerika, Veziristan bölgesine bombardımanda bulunarak Pakistan?ın egemenliğini geri dönüşü olmayacak şekilde ihlal edip masum sivilleri katlettiğinde ve Suriye?ye daha fazlasını yaptığında bir çok dostunu kaybetti.
Egemenliğine saldırılan müttefikle egemenliği ihlal edilen düşman arasındaki fark, müttefik olmayanın Amerika?ya karşı direndiğinde daha güçlü; müttefikin ise Amerika?nın abasının altında kaldığı müddetçe -Müşerref?in durumunda olduğu gibi- zayıf durumda olmasıdır. Aynı şey, bir değişim olmadığı sürece yeni Pakistan yönetiminin başına da gelecektir.
Ancak öte yandan daha sert eleştiriyi hak eden ilk kişi ABD?nin saldırılarına ve ihlallerine karşı sessiz kalan BM Genel Sekreteri?dir. Bu eleştiriyi, gerek duyarsız yorumları gerekse utangaç kınamaları geçen herhangi bir icraatte bulunmaması nedeniyle tek tek ve birlikte İslam Konferansı Teşkilatı ve Arap Birliği de hak etmektedir.
Zayıf tavırlar ve bazılarından işbirliği kokuları çıkan bu yaklaşımlar, Bush yönetiminin bugüne kadar izlediği düşmanca siyasetinin en temel gerekçelerinden biri olmuştur. Bu olmasaydı Bush yönetimi bunca saldırganlığı işlemez, ?Nice zararlı şey aslında yararlıdır? sözünü hatırlatırcasına ABD, serseri mayın gibi bu kadar kendini başıboş hissetmezdi.
*Filistinli Yazar
Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK.com için tercüme edilmiştir.