Haber Merkezi / TIMETURK
Saadet Partisi'nin 3. Olağan Kongresi devam ediyor. Kongrede, Genel Başkanlığa tek başına aday olan Numan Kurtulmuş bir konuşma yaptı.
Kurtulmuş, konuşmasında Milli Görüş Türkiye'nin sosyolojik bir siyasi hareketi olarak varlığını hep koruduğunu belirterek, Saadet Partisi'nin ayrıca belirleyici, tanzim edici bir siyasi hareket olarak çizgisini bugüne kadar sürdürdüğünü vurguladı.
Davalarının bugünlere gelmesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın çok büyük emeği olduğunu kaydeden Kurtulmuş, 'Yaklaşık kırk sene hatta ondan evvel Odalar Birliği çalışmasını da katarsak kırk beş senelik bir siyasi tecrübeyle tek başına başladığı, tırnaklarıyla kazarak bugünlere getirdiği bu büyük mücadele, bu büyük dava Türkiye'de en zor şartlarda birinci parti olma noktasına kadar çıkmıştır. Bu anlamda muhterem hocamızın kırk beş yıllık emeği, mücadelesi ve kararlılığı her şeyden önce sözcüklerle ifade etmenin yetersiz kaldığı, bir büyük başarıdır ve bir büyük birikimdir.' diye koşdu.
Kurtulmuş'un konuşmasının tam metni şöyle;
'Bu büyük mücadeleyi, bugüne kadar, yılmaksızın ve yorulmaksızın sürdüren, başta Hocamız olmak üzere bütün dava arkadaşlarıma partimiz adına, aziz milletimiz adına yürekten teşekkür ediyor, şükranlarımızı arz ediyoruz.
Ayrıca Muhterem Genel Başkanımız Recai Kutan beyefendi, Türk siyasi hayatına büyük bir siyasi lider olarak damgasını vurmuştur. Siyasi kişiliğinin yanısıra hizmetleriyle de, bu memleketin her tarafını karış karış dolaşarak, ülkenin en zor dönemlerde kalkınmasına katkıda bulunmuş, devlet adamlığı vasfıyla da muhalifleri ve muvafıkları tarafından, takdir ve sevgi görmüş bir siyaset adamıdır.
Zaman zaman siyasetin yüksek gerilimler üzerinden prim yapacağının zannedildiği dönemlerde Recai Kutan ismi Türk siyasetinin bir denge unsuru ve gülen yüzü olarak parlamıştır.
Ben bütün camiamız ve şahsım adına, Muhterem Genel Başkanımıza bu davaya yapmış olduğu katkılar dolayısıyla yürekten teşekkür ediyor, tebrik ediyorum. Bu büyük hizmeti milletimiz tarafından asla unutulmayacaktır.
Yine Milli Görüş partilerinde genel başkanlık görevinde bulunmuş saygıdeğer büyüklerimizden Süleyman Arif Emre ve Ahmet Tekdal ağabeylerimizi de saygı ve muhabbetlerimizi sunuyor, Cenab-ı Hak?tan sağlık ve afiyet diliyorum
Burada çok azının temsilen bulunduğu; kırk yıllık Milli görüş davasını köy köy, kasaba kasaba, kent kent, en zor şartlar altında, yokluklar, yoksulluklar, horlanmalar içerisinde bugüne kadar getirmiş olan isimsiz kahramanları, bu davaya omuz veren bütün kardeşlerimizi ve bütün büyüklerimizi bir kere daha tebrik etmek vazifemizdir.
Özellikle son 5?6 yıllık süre içerisinde, rüzgârın tamamen karşımızdan estiği, şartların tamamen aleyhimizde göründüğü bir dönemde, sabır içerisinde; inat ve büyük bir iddia ve irade ile 'Ben buradayım ve ben varsam yeniden büyük Türkiye kurulacaktır' diyen bütün milli görüşçüleri tebrik ediyorum.
Yine bu arada belki birkaç tanesinin ismini hatırlayıp sayabileceğimiz, ama bu aziz davaya yürekten hizmet etmiş olan, Fehmi Cumalıoğlu, Ali Oğuz, Abdurrahim Bezci gibi, bu davanın ebediyete intikal etmiş olan bütün büyüklerine, bütün şahsiyetlerine, ayrıca Adnan Demirtürk, Malik Akbaş, Ali Soylu ve Bedri İncetahtacı gibi bu memlekete hizmet ederken genç yaşında ahrete göçen bütün kardeşlerimize, dava arkadaşlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum. Onların yapmış olduğu bu mücadele geride milyonlarca Adnan Demirtürk, Fehmi Cumalıoğlu, milyonlarca Bedri İncetahtacı, milyonlarca Ali Soylu bırakmıştır. İnşallah bu dava, en güçlü şekilde yoluna devam edecek ve layık olduğu yere gelecektir. Bundan bütün milletimiz emin olsun.
Saygıdeğer Konuklarımız,
Değerli Basın Mensupları,
Sevgili Arkadaşlarım,
Muhterem Delegeler,
Büyük Kongremize hoşgeldiniz, bizlere onur verdiniz. Partimizin bu kapsamdaki toplantısının tüzüğümüzdeki adı biliyorsunuz ?Büyük Kongre?dir. Ama bugünkü büyük kongremiz için ?Büyük Büyük Kongre? dememe izin vermenizi rica ediyorum.
Ülkemizin ve dünyamızın bugün içinde bulunduğu çok özel koşulların ve artık açıkça, korkmadan, çekinmeden tartışmak zorunda olduğumuz gerçeklerin bu kongrenin kapsamını ve önemini artırdığını hepimiz biliyoruz.
Şimdi, Saadet vaktidir...
Şimdi, Dünya'nın ve Türkiye'nin, Saadetin; Milli Görüş'ün fikirlerine, bizlerin sesine ihtiyacı var. Yıllardır uyarıyoruz, bu medeniyet değerleri içerisinde bu kadar büyük bir tahakküm ile bu kadar ceberrut bir anlayışla, bu kadar büyük emperyalist emellerle dünya idare edilemez. Yıllardır söylediklerimizin hepsinde haklı olduğumuz ortaya çıkmıştır. Milli Görüş'ün bu topraklar için teklif ettiği herşeyin, insanlık için bir medeniyet projesi olarak ortaya koymuş olduğu herşeyin zarureti bütün çıplaklığıyla ortadadır. Başka bir çözüm yolu yoktur.
Üstelik Milli görüş sadece bir siyasi partinin adından da ibaret değildir. Milli Görüş evrensel bir medeniyet, evrensel bir insanlık projesidir. Herkes için özgürlük, herkes için adalet ve herkes için refahın adaletli paylaşılması mücadelesidir. Bugünkü şartlar, küresel krizler, ortaya çıkmış ve çıkmak üzere olan bütün krizler bir kere daha bizi teyit etmiştir ve edecektir. Ama siyasette sadece biz haklıyız demek olmaz, bizim sorumluluğumuz bu haklı olduğumuz görüşleri muktedir hale getirme mücadelesidir.
İnşallah şimdi Saadet, Türkiye'nin mazlum insanları için,
Şimdi Saadet bütün dünyanın mazlum insanları için,
Şimdi Saadet, özgürlük için...
Şimdi Saadet, adalet için...
Şimdi Saadet, insanca bir dünya isteyen herkes için?
Ve bütün insanlık için Şimdi Saadet.
Bu kararlılıkla milli Görüş hareketini, muktedir bir siyasal yapı haline dönüştürmek, yeniden bütün gücümüzü toparlayarak, bütün birikimimizi biraraya getirerek şimdi Türkiye'de iktidar olma, dünyaya rehberlik yapma vaktidir. Bütün kadrolarımız, bütün teşkilatlarımız bu kararlılığa, bu dinamizme sahiptir. Türkiye'nin ve Dünya'nın şartları bize böyle bir imkânı sunmaktadır.
Büyük Kongremizin önümüzdeki döneme ilişkin dört temel sonucu olacaktır.
Birincisi: Bu kongre Saadet Partisi için yeni bir atılım ve açılımın başlangıcı olacaktır.
İkincisi: Saadet Partisi'nin bu kongresi Milli görüşü, siyasetin cazibe merkezi haline getirecek, sadece falanca ya da filanca partiye alternatif değil; Türkiye'deki ve Dünya'daki statükoya karşı küresel bir alternatifin merkezi haline dönüştürecektir.
Üçüncüsü: bu kongre hem camiamızı birlik ve bütünlük içerisinde toparlayacak, hem de milletimize bir kararlılık tablosu sunacaktır. Biz bu kongre ile milletimize ?Nerede kalmıştık? diyoruz.
Dördüncüsü: Saadet Partisi bir konjonktür partisi değildir. Biz gelip geçici şartların, pragmatik dengelerin ve reel-politik gereklerin partisi değiliz.
Saadet Partisi bir büyük siyasi geleneğin temsilcisidir.
Büyük bir medeniyet siyasetinin partisidir.
Dolayısıyla Saadet Partisi, büyük bir siyasi geleneğe ve tecrübeye sahip Türkiye?nin en gerçek, en sahici siyasi hareketidir.
Bu kongre, gelenek ve tecrübemizden aldığımız güçle bizi geleceğe taşıyacak, büyük bir dinamizmle hep birlikte tekrar yola çıkacağımız tarihi bir adımdır.
Bu adımdan siyasi hareketimiz, Türkiye'de yeniden büyük bir çıkış yapacaktır. Daha evvel ifade ettiğimiz gibi, bugün Milli Görüş'ün üçüncü büyük çıkışının başlangıç günüdür.
Milli Görüşçüler ve Milli Görüş iktidarını özleyenler üçüncü büyük şahlanışa hazır olun.
Bütün sevdamız, yeniden, güçlü, müreffeh ve büyük Türkiye'yi kurmaktır. Bunu hep birlikte başaracağız.
Sevgili Arkadaşlarım,
Aziz Milletimiz,
Üç gün sonra Cumhuriyetimizin 85. yıldönümünü kutlayacağız. Cumhuriyet, emperyalizme karşı savaşmış milletimizin özgürlük ve bağımsızlık deklarasyonudur. Milletimizin her evladı bu sözün, bu davanın arkasındadır ve arkasında olduğu için de Cumhuriyetin eşit ve hür vatandaşlarıdır. Özde vatandaş, sözde vatandaş tartışmasını yapanlar İstiklal Savaşı?nın anlamını bilmeyenlerdir. 85 yıl önce kavgası verilmiş ve çözümlenmiş sorunlar yine insanların gündemlerini işgal etmeye başlamışsa bugün siyaset arenasındaki her tür arayış ve hamle, kim tarafından dile getirilirse getirilsin ?büyük?tür, ?önemli?dir.
Gündemimizi işgal eden bu ?namüsait şartlar?ı uzun uzun anlatmayacağım. Bunu bilmeyen, yürekten hissetmeyen hiç kimse yok, zaten olmamalı da.
Diyor ki şair:
??
Değil mi ki çiğnenmiş, inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar, mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında, insan onuru,
O kızoğlan kız erdem, dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
??
Hani iki üç fırça darbesiyle şaheserler ortaya koyan ressamlar vardır ya, bu kadar az sözcükle bugünü bu kadar güzel anlatan bir tablo yapılamazdı.
Şimdi bu tabloyu biraz daha netleştirip, meseleyi biraz daha yakından görmeye çalışalım.
Tahakküm ve sömürüye dayanan; duyarsız, insanlığın genel maslahatını düşünmeyen; amacını yitirmiş, adalet yerine sürekli sınıflar üreten ve acımasızca kastlar oluşturan bir uygarlık modelinin, her toplumu belalarla baş başa bıraktığı ve açmazları derinleştirdiği bir dönemde yaşıyoruz.
Dünya bir krizi yaşıyor. Bugün modern Batı değerleri üzerinde yükselen ve son üç asırdır dünyaya hâkim olan medeniyet, ortaya koyduğu bütün değerleriyle duraksamaya hatta çöküş sürecine girmiştir.
Bu kriz sadece ekonomik ya da politik değildir; bu bir uygarlık krizidir.
Evet, insanlık büyük bir arayışın eşiğindedir. Dünyanın her köşesinde, ?ne olacak bu dünyanın hali, nereye gidiyoruz? diyen insanların sesi, feryadı gittikçe yükselmektedir.
Kararsızlık içinde kalmış, ne yapacağını bilmez hale düşmüş bu küresel sistemin, dünya milletlerine sunabilecekleri bir gelecek tasavvuru yoktur.
Küresel sistem, barışı dilinden düşürmedi ama silah satmaktan, kavgadan, çatışmadan, savaştan başka bir şey üretmedi. Güya silahsızlanma antlaşmaları yapılmıştı! İslam Dünyası başta olmak üzere yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin gelirlerinin büyük bir kısmı, özellikle silah şirketlerine aktarılmadı mı? Bu asimetrik savaş, başlı başına bir terör değil midir?
Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ağır zirai ve ağır endüstriyel şartlardan farklı olarak daha insani ve daha fazla üretimle refahı ve adaleti gerçekleştirmesi gerekmiyor muydu?
Bu bir ahlak ve insanlık sorunudur.
İletişimin gelişmesi insanların birbirini daha fazla anlamasına, birbirlerine daha fazla katkıda bulunmasına imkân verecekken, birbirinin üstüne basarak, düşmanlıklar üretmeyi neyle açıklayacağız? Bir tarafta rakamlara sığmayan tüketim çılgınlığı, diğer tarafta mahrum ve mağdur kalabalıklar?
Bu bir ahlak ve insanlık sorunudur.
Demokrasi getirme iddiasının sonucunda bir milyon insanın ölümünü neyle açıklayacağız? İnsan hakları, dünyada işlerini yoluna koyup, çatıya çıktığında merdiveni de yanına alıp ?bu haklar ve imtiyazlar benimdir, kimse yanıma gelmesin? deme ayrıcalığına sahip olmak mıdır? Hani nerede insan haysiyeti?
Bu bir siyaset ve ahlak sorunudur.
Ekonomi biliminin tatile çıktığı, her seferinde ?bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler? ideolojisinin ve ahlaksızlığının revaçta olduğu, insanların sahipsiz, yönelimsiz bırakıldığı bu dünya kimlerin dünyasıdır?
Şu an insanlık, firavunlar döneminde bile olmayan büyük bir gelir dağılımı adaletsizliği ile karşı karşıyadır. Dünyada 7 milyar insanın 3 milyarı, günde 2 doların altında bir parayla geçiniyor, bu kabul edilebilir bir şey değildir. Ama 300 şirket 3,5 milyar insanın yaşadığı ülkelerin milli gelirinden daha fazla servete sahiptir. Hiçbir dönemde böyle bir adaletsizlik olmadı. Ne firavunlar ne de Nemrutlar döneminde böyle bir gelir dağılım adaletsizliği olmadı. Bu sistem savunulabilir, sürdürülebilir bir sistem değildir.
Dünya?da artık üretime dayalı bir sistem yok. Fiili üretimin 15 katı hizmet üretimi var. Dünyada en çok kâr eden sektörler hangisidir?
Bankacılıktır. Zaman satıyorlar.
Sigortacılıktır. Risk satıyorlar.
Turizmdir. Eğlence satıyor.
Reklâmcılıktır. İmaj satıyorlar.
Artık, dünya ekonomisi neredeyse tamamen spekülatif yani reel olmayan kazanç üzerine kuruludur.
Değerli Delegeler
Sevgili Arkadaşlarım,
Sevgili Genç Kardeşlerim,
Bugün küresel bir hegemonyayla karşı karşıyayız. Bu da şu ülkenin bu ülkenin hegemonyasından ziyade, gücü elinde bulunduran, sayıları birkaç yüzle ifade edilen şirketlerin hâkimiyetine dayalı bir hegemonyadır. Küresel hegemonya 80?lerden beri bütün dünyayı kapitalist ve liberal değerler üzerinden şekillendirmektedir. Bunlar, yeryüzüne ?malımız, mülkümüz? gözüyle yani temellük duygusu ile bakıyorlar. Kendilerini bu dünyada ebedi sanıp, dünyanın hâkimi olarak görüyorlar. Emperyalizmin temel nedeni de budur.
Artık neo-liberal politikaların sonu gelmiştir. Bu politikaların küresel anlamda uygulanabilirlik imkânı yoktur. Neoliberal politikalar, batı dünyasını bir sistem iflasına götürmektedir. Bunun altında kalacak olan da yoksul güney olmayacaktır. Bunun altında kalacak olan 200 yıldır bu çözümsüzlüğü dünyaya dayatan zengin kuzey olacaktır, batı ülkeleri olacaktır.
O zaman önümüzde bir tek yol kalıyor. Daha adil, daha paylaşımcı, dünyanın zenginliklerini daha dengeli paylaştıracak bir sisteme ihtiyacımız var. Mazlum kitleler, kendilerine öncülük edecek yeni bir paradigmayı, yeni bir sesi ve yeni bir medeniyeti beklemektedirler.
Dünya yeni bir insanlık ve uygarlık eksenine ihtiyaç duymaktadır.
Bunun temel parolası dayanışma ve hakça bölüşmedir.
Deklare ediyor ve diyoruz ki; insanlığın aradığı medeniyeti yeniden yeşertecek iklim bu coğrafyadadır, bizim topraklarımızdadır. Kesinlikle inanıyoruz ki, insanlığın bizim yapacağımız katkıya ve öncülüğe ihtiyacı vardır. Bu insanlık için bir fırsattır.
Sevgili Kardeşlerim,
Saygıdeğer Milletimiz,
Türkiye siyasetinin iki asırdır en temel sorunu, batı uygarlığı karşısında yenilgi psikolojisi içerisinde olmasıdır. Yenildiğini hissedenlerin yapacak hiçbir şeyleri yoktur, gitsinler evlerinde otursunlar. Bu bir açmazdır. Bununla mücadele entelektüel bir çabayı ve hesaplaşma yürekliliğini gerektirir.
Bu hesaplaşma iradesine sahip olmayan bir partinin siyasette yeri yoktur ve olmamalıdır.
Türkiye?de öteden beri ?Türk siyasetini perde arkasından biz yönetiyoruz? diyen bir siyasi elit var. Bu siyasi elitle işbirliği yaparak çıkarlarını çoğaltan ve pastayı hiç kimseyle paylaşmak istemeyen bir de iktisadi elit var.
Bu elitler Osmanlı?nın çözülüş döneminden bu yana farklı kimliklerle karşımıza çıkıyorlar. Bu siyasal ve ekonomik elit millet çoğunluğunu siyasal sisteme dâhil etmeyecek bir politik yapıyı sürekli ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Bugün bu elitist yaklaşımın ürünü olan siyasi partiler yalnızca oynanan oyundaki oyunculara itiraz etmektedir. Zira gerçek amaçları oyunu değiştirmek değil, oyunun içinde bir rol kapmaktır.
Oynanan bu büyük oyunun, oyuncuları ile yetinmeyip, kurallarına, hakemine hatta oyunun bizatihi kendisine itiraz eden tek siyasi hareket biziz.
Şu an politik arenada etkin olarak yer alan bütün partiler iktidarıyla, muhalefetiyle bu anlamda yetersizdir. Kendisinden büyük ümitlerle oyunu bozması, oyunbozanlık etmesi beklenen Ak Parti hükümeti de çok kısa bir süre içinde oyunun dişlilerinden biri haline gelivermiştir.
Oysa millet bugünkü hükümete görev verirken üç temel istekte bulunmuştu:
1.Adil bir gelir dağılımı sağla
2.Hakların ve özgürlüklerin önündeki tüm engelleri kaldır
3.Milleti iktidarın gerçek ve tek sahibi kıl.
Bu istekleri karşılayacakları vaadiyle iktidara gelenler bu istekleri karşılayabildiler mi? Hayır, o eski bildik oyunun oyuncuları bile değil, figüranları haline dönüşüverdiler.
Çünkü oyundan çıkmak istemediler, var olan yapıyı değiştirmek yerine o yapıda taşeron olmayı yeğlediler.
Bu oyunu tahlil etmeden, oyuncuları deşifre etmeden, bu yapının milletin önünü tıkayan en büyük engel olduğunu görmeden, Türkiye?de siyasetçinin asli görevini yerine getirmesi mümkün değildir. Milletin önünü kesen, milleti boğan, dar kalıplara mahkûm eden, toplumsal değişimin ve gelişimin önünde bir duvar gibi yükselen statükoyu değiştirmeden atılacak her adımın, yapılacak her değişikliğin günü kurtarmaktan başka bir şeye yaramayacağını son gelişmeler apaçık ortaya koymuştur. Ve bedeli de milletimiz için çok ağır olmuştur.
Türkiye de siyasetin ve aslında milletin önünü kesen statüko 4 başlık altında toplanabilir.
Birincisi, Tanzimat?tan bu yana süren millet ve seçkinler ayrışmasının ortaya koyduğu ?bürokratik oligarşi?dir. Yani Türkiye?de sistem, demokratik gibi görünse de seçimle gelmeyen ve denetlenemeyen bir bürokrasinin kontrolündedir.
Biz milletin özgürlüğü, iradesi ve egemenliği üzerinde hiçbir vesayet kabul etmiyor, hepsini reddediyoruz. Devletin hiçbir kurumu, milletin ve onun temsilcilerinin üstünde olamaz.
1924 Anayasası?nda ?egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir. Millet egemenliğini TBMM eliyle kullanır? ibaresi daha sonra sınırlandırılmıştır.
1960 darbesinin ürünü olan 61 Anayasası?nda egemenlik millete verilmiş fakat bu yetkinin yetkili organları aracılığıyla kullanılacağı belirtilmiştir.
82 Anayasasında daha da geri gidilmiş ve ?Egemenliğin anayasada belirtilen kurumlar eliyle, anayasaya uygun olarak kullanılacağı? hükmü getirilmiştir. Böylece egemenlik, kaynağını milletten almayan çeşitli bürokratik kurum ve kuruluşlar ile TBMM arasında paylaştırılmıştır.
Sorumsuz, yetkili ve güçlü bir cumhurbaşkanlığı, MGK üzerinden yürütmeye fiilen ortak olan askeri bürokrasi ve yüksek yargı ile YÖK, millet egemenliğini sınırlayan kurumlar haline getirilmiştir.
Peşinden 17. IMF protokolünün dayattığı üst kurullar vasıtasıyla da ekonomik kararlar siyasetin ve dolayısıyla milletin denetimi dışına çıkartılmıştır.
Bugün Türkiye?de sadece sivil ve askeri bürokrasinin hâkim olduğu bürokratik adacıklar mevcuttur. Bu adacıkları millet denetleyemiyor, millete hesap vermiyorlar ve milletin bunların üzerinde en ufak bir yaptırım gücü yok.
İkincisi, partilerin yapısı ve siyasal temsildir.
Niye Türkiye?de siyasal partiler ön seçimlerle adaylarını belirlemiyorlar da, merkez yoklaması ile belirliyorlar? Niçin siyasi partiler yasası ve seçim kanunu daha demokratik hale getirilmiyor? Seçim barajları ile aslında milletin tercihlerinin tümünün parlamentoya yansıması engellenirken, demokratik bir seçimden nasıl söz edilebilir! Bugün itibariyle seçimlerde aday olmak bir servete mal olurken, yoksulların, dar gelirlilerin, işçinin, memurun, köylünün, kadınların parlamentoya kendi içlerinden bir temsilci yollaması nasıl mümkün olacaktır?
Değerli arkadaşlarım, böyle bir demokrasi aslında oligarşik demokrasidir.
Üçüncüsü, Türkiye?de siyaset, vehimler ve çatışmalar üzerinden yapılmaktadır. Bilgiye dayalı, ?Türkiye 2030 yılında nerede olacak??, ?Türkiye-AB ilişkileri nasıl evrilecek?? gibi stratejik sorunları bilerek, bunlara göre adımlar atan bir siyaset yok. Çatışmalar ve vehimler üzerinden yapılan siyasetin tek amacı vardır; oy devşirmek? Hâlbuki siyaset; insan ve ülke menfaatlerini eksen alacak şekilde, bilgiye ve uzun vadeli perspektiflere dayanmalıdır.
Dördüncü soruna gelince? Ne yazık ki, Türk siyaseti uzun süredir dışa bağımlı hale gelmiştir. Neoliberal iktisat politikaları, Avrupa Birliği?yle ilişkiler ve ABD?ye endeksli dış politikalar ve küresel sermayenin siyaset üzerindeki etkisi herhangi bir kişinin rahatlıkla görebildiği açıklıktadır.
Saygıdeğer Konuklarımız,
Değerli Basın Mensupları,
Sevgili Arkadaşlarım,
Siyasal vesayet düzenekleri olarak adlandırdığımız bu sistemle, milletin iradesi asli ve birincil irade olma imkânına sahip değildir. Milletin temsilcileri ve dolayısıyla millet bu düzenekler var oldukça siyasetin asli unsuru olamayacaktır.
Son olarak Anayasa Mahkemesinin Başörtüsü ile ilgili kararının gerekçesi de bu yapıya son noktayı koymuştur. Tamamen devre dışı bırakılan millet egemenliği, ne yazık ki artık süslü bir söz olmanın dışında bir işleve sahip değildir.
Anayasa Mahkemesi bu yorumuyla milleti temsil eden parlamentonun yasa koyuculuk görevini devre dışı bırakmaya yeltenmiştir. Mahkeme, kendiliğinden bir senato görevi ihdas etmiştir. Biz milletin özgürlüğü, iradesi ve egemenliği üzerinde hiçbir vesayet kabul etmiyor, hepsini reddediyoruz. Bu kararla tuz kokmuştur, deniz bitmiştir. Onun için her şeyin yeniden yerli yerine oturtulması Türkiye?nin en acil eylem planı olmalıdır.
Bu meyanda Türkiye?de hiçbir siyasi partinin kapatılmayacağı yeni bir düzenlemenin yapılması da zorunludur. Siyasi partilerin özgürleştirilmesi, fikrin özgürleştirilmesi demektir. Biz Saadet Partisi olarak Türkiye?de hiçbir siyasal fikrin suç olmaması gerektiğine inanıyoruz.
Şiddeti reddedecek;
Halkı etnik, dini, mezhebi bir çatışmanın içine sürüklemeyecek;
Ülkenin bölünmesini talep etmeyecek.
Bu temel şartların dışında düşüncelerini ifade etmenin ve bu doğrultuda örgütlenmenin önünde hiçbir engel olmamalıdır.
Siyasetin üzerine düşen de bu iradeyi ortaya koymak ve gerekeni yapmaktır.
Bunun yapılması gereken şunlardır.
1- Siyaset millet adına yapılan bir kamusal uğraştır. Her türlü özel beklenti ve hesapların dışında millet adına bir azimetin, yüksek gayretin ortaya konması işidir. Ehemmiyetsiz mükâlemeler bizim işimiz olamaz.
Siyaset, şartlara göre pozisyon almayı değil, bizzat şartların kendisini değiştirmeye yönelik olmalıdır. İşte bu, ruhsata yapışma değil bir azimettir. Millete hizmette azimet esastır.
2- Şu an Türk siyasetinin yapısı milletten maksimum destek talep etmekte fakat milletin taleplerinin minimum olmasını istemektedir. Bu durum tashih edilmelidir. Milletin siyasetten beklentilerinin olabildiğince yükseltilmesi gerekir.
Değişim ve toplumsal ilerlemenin ancak bu eksende gerçekleşmesinin mümkün olacağının bilinmesi elzemdir. Siyasetten ümidini kesme noktasına gelen milletin beklenti ve taleplerin tekrar artırılması; siyasetle millet arasındaki aidiyet ilişkisinin sentetik ve yapay olmayan bir hale getirilmesi siyasetin başlıca görevidir.
3- Siyasal kurumların yeniden organizasyonunu ve demokratik konsolidasyon sağlanmak zorundadır.
Bunun çözümü, genel oy hakkı prensibini, kamusal düzenin tanziminde etkin ve kalıcı hale getirmektir.
Bunun için;
§ Çeşitlilik ve çoğulculuğun kabulü,
§ Genişletici olan ve umut veren bir iklimin tesisi gereklidir.
Sınırlı bir demokrasi, siyaseti kırmızıçizgiler içinde icra etmeye izin verecektir. Bizim tezimiz ise güvenlik stratejimizin, demokratik konsolidasyon üzerinden oluşturulmasıdır. Derinleştirilmiş demokrasinin gerçekleştirilmesi bu topraklara ve millete sunacağımız en güzel vefa örneği olacaktır.
4- Milleti çeşitli kimliklere ayırıp temsil etme yerine bütüncü ve kuşatıcı bir çalışma ahlakıyla, fukaranın, mahrumun, mahzunun, mazlumun, gelecek endişesi taşıyanın, umudu ve dilsizin dili olmak en yüce görevimizdir. Her kavşakta ?millet burada nasıl hareket etmemizi ister? sorusuna doğru ve ayakları kaymadan, gözleri şaşmadan, dili kekelemeden cevap verebilmektir.
5- Siyaset milletin menfaatine olan hususlarda mutlaka hazırlıklı olmalıdır. İktidar öğrenme yeri değil uygulama yeridir. Muhalefet, her siyasi parti için bir şanstır. Doğru bir çalışma ve tartışma dönemi kurulabilirse milletimiz kendisini yönetecek kadroları daha iyi bir şekilde tanıma imkânına sahip olacaktır.
Bu çalışmalar, ancak meselelerin milletin önünde müzakeresi, yeniden değerlendirilmesi ve sürekli iyiyi, doğruyu, güzeli ortaya koymakla mümkün olacaktır. Sorunlarımızın çözümlerine kapalı mekânlarda reçeteler üreterek değil açıkça ve korkmadan millet önünde varlık göstererek ulaşmak en sıhhatli yoldur.
Bundan sonra yapılacak her türlü yasal düzenleme, anayasa, siyasi partiler yasası, hatta yardım kuruluşları ve dernekler yasası değişiklikleri dahi bu yöntemle olmalıdır.
Bunlar bir siyasal restorasyonun başlangıç ilkeleridir.
Türkiye'nin birinci gündem maddesi de budur.
Bugüne kadar, bizden başka hiçbir siyasi hareket, hiçbir parti bu mevcut ve mer?î sistemle, bu sistemi var eden kurallar, değerler ve bunların arkasındaki güç ile yüzleşme ve hesaplaşma cesareti gösterememiştir.
Türkiye?nin ana muhalefeti bugünden itibaren Saadet Partisidir.
Çok kısa zaman sonra yapılacak olan genel seçimlerde de milletin gerçek iktidarı Saadet Partisi olacaktır.
Değerli Hanım Kardeşlerim,
Sevgili Genç Kardeşlerim,
Aziz Milletimiz,
Türkiye bu gün her kesimin, her sektörün, her sınıfın bir diğeriyle, çatışma/çekişme ve sürtüşme içinde olduğu kaotik bir yapıya doğru sürüklenmektedir.
Yeterli ve etkin bir üretim, adil ve eşitlikçi bir bölüşüm sistemi oluşturulmadığı için; siyasal çatışma ve çekişmelerin önüne geçilememektedir.
Ekonomik rant, sürekli dar bir kadronun elinde şekillenmiş, geniş halk kitlelerinin yaşam standartlarını iyileştirici politikalar hiçbir zaman siyasetin ana uğraşı olmamıştır.
Biz mevcut ekonomik sistemin, her dönem renk şekil değiştirerek kendini yeniden üreten kapitalist dünya ekonomisinin, sadece işleyiş şekline, sadece kural ve ilkelerine değil; bu sistemin dayandığı değer ve normlara, bu değer ve normların kendisinden türetildiği genel teoriye itiraz ediyoruz.
Bu düşüncenin, bu yaşam felsefesinin bizle hiçbir ortak yanı yoktur. Bize ait olmayan şeyleri bize dayatanlar, bu gün yaşadığımız sorun ve sıkıntıların, açmazların asıl müsebbipleridir.
Ne acıdır ki, 2000 yılından bu yana uygulanan neoliberal politikaların şaşmaz savunucularından TÜSİAD, işçinin memurun, emeklinin, çiftçinin canı yanarken sesini çıkarmayan TÜSİAD, bugün kriz kendi kapısına gelip dayandığında feveran etmektedir. Milletin canı yanarken susanların bugün bağırmaya hakları yoktur.
Türkiye son 1,5 asırdır iki sorunla boğuşmaktadır. Cari açık ve bütçe açığı... 1848?den beri bu iki sorun, ekonomimizi, siyasetimizi, dış politikamızı ve savunmamızı ipotek altına almıştır. Bütçe açığı aracılığıyla geniş halk kesimlerinden, dar bir azınlık gurubuna kaynak aktarılmaktadır. Bütçe açığı demek, 75 milyondan alınan vergilerin en fazla 8.000 kişilik bir kesime aktarılması demektir. Çünkü bütçe açığı iç borçlanma demek, iç borçlanma bütçeden faiz ödemek demektir. Cari açık ise içerden dışarıya kaynak aktarmak demektir. Çünkü cari açık dış borçlanmayı dış borçlanma da dışarıya faiz ödemeyi zorunlu kılmaktadır. Türkiye, halktan alıp dar bir kesime, içerden alıp dışarıya aktaran bir soygun ve yağma sistemi ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Son 5,5 yılda;
Faizler aracılığıyla: 210 milyar Dolar,
Merkez Bankası aracılığıyla: 20 milyar Dolar,
Cari açık aracılığıyla: 160 milyar Dolar,
Borsa aracılığıyla: 40 milyar Dolar,
olmak üzere toplam 430 milyar dolar kaynak yerli ve yabancılara aktarılmıştır. Bunlar Hazine ve Merkez Bankası?nın resmi rakamlarıdır. Özelleştirme, imar uygulamaları ve kamu ihaleleri ile aktarılan kaynaklar ve oluşturulan rantların hesabı ise belirsizdir. Bu kaynakların büyük bir kısmı yabancılara gitmiş ve yabancılar bunu tekrar ülkeye borç olarak vermişlerdir. Bu politikaların 5,5 yıllık maliyeti neredeyse 500 Milyar Dolara yaklaşmıştır.
AK Parti; bütçe dengelerinin geçmiş döneme göre iyileştiğini ifade ediyor. Başbakanın ve ekonomi yetkililerinin her defasında bir başarı göstergesi olarak öne çıkarttığı bütçe dengeleri eğer gerçekten iyileşmişse, nasıl oluyor da 5,5 yılda bütçe aracılığıyla iç ve dış borç vericilere 210 Milyar Dolar kaynak aktarılmıştır.
Son yıllarda bütçeler artık eskisi gibi açık vermediği halde, iç borç stoku hızla artmaktadır. Bu da bütçe açığı olmadığı halde borçlanmanın devam ettiğini, yani Hazine?nin ihtiyacı olmadığı halde borçlanmaya gittiğini göstermektedir.
Sadece 2008 yılının ilk 9 ayında bütçe açığı değil, bütçe fazlası olduğu halde, Hazine 11 katrilyon borçlanmıştır. Yani ihtiyaç olmadığı halde borçlanılmaktadır. Bütçe dengeleri düzelmişse neden halen bütçenin % 25?i faiz ödemelerine gitmektedir? Neden halen vergi gelirlerinin 3?te biri faize gitmektedir?
Bu dönemde bütçe rakamlarında görülen düzelme bir makyaj sonucudur. Bu dönemde 30 milyar Dolar özelleştirme geliri elde edilmiştir. Özelleştirme gelirleri, bütçeye alınarak bunlarla faiz ödendiği için, bütçe gelirleri şişirilmiş ve suni/rakamsal muhasebe anlamında bir iyileşme hissi verilmiştir. ÖTV, ATV gibi dolaylı vergilerle, Cumhuriyet tarihinin en ağır vergilendirilmesine gidilmiştir.
Bu gün GSMH?nin yarısına yakın kısmı, kamusal yükümlülük adı altında toplananlardan ibarettir. Yani devleti kamu hizmetlerinden, üretim sektöründen çekerek küçülttüğünü iddia edenler, GSMH?nin yarısına el koymayı gizlemektedirler. Bütçe vergi gelirlerinin % 25?ini ithalat vergileri oluşturmaktadır. Bu da cari açığa yol açan ithalatın, bütçe açığını azaltmak için kullanıldığını; yani bütçe açığının ancak artan cari açık ile kapatıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
AK Parti iktidarı, enflasyonu kontrol altına almakla övünmektedir. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, enflasyon dinamiği yok edilmemiş sadece baskı altına alınmıştır. Enflasyon, bir yandan sanayinin, dolayısıyla üretimin ve istihdamın yok edilmesi ile baskılanırken bir yandan da talebin kısılması ile baskılanmaktadır. Halkın tüketim seviyesini aşağı çekerek enflasyonu kontrol altına almak başarı değil, acizliktir.
Özelleştirme politikalarına gelince? Bize sürekli özelleştirmeyi tavsiye edenler, son küresel kriz karşısında, devletleşmeden başka çare bulamamışlardır. Biz özelleştirme uygulamalarını ne birileri gibi, başlı başına bir amaç ve değer olarak görüyoruz, ne de diğerleri gibi, özelleştirmeye ne pahasına olursa olsun karşı çıkıyoruz.
Tam bir mirasyedi mantığıyla ülkenin en stratejik varlıklarını, doğal tekelleri, karlılık ve verimliliği en yüksek şirketleri, yabancılara, inşa maliyetinin çok altında sattılar. Niçin? Dışarıdan döviz getirip bununla cari açığı ve bütçe açığını kapatmak için.
Peki, ülkemizde de cari açık halen devam ediyor mu? Hem de artarak, bu yıl 50 milyar doları aşması bekleniyor. O zaman soruyoruz, şimdi neyi satarak bu açığı finanse edeceksiniz, satacak neyiniz kaldı?
Değerli arkadaşlarım
Bankaların % 40?ı, İMKB?nin % 72?si, iletişim ve telekomünikasyonun % 80?i yabancıların hâkimiyetindedir. Yabancı sermaye karşıtı ya da düşmanı değiliz. Ama şunu da sormak hakkımız, ?neden yabancı sermaye, sadece bankacılık, telekomünikasyon, marketçilik, finansal aracılık gibi dış ticarete konu olmayan yani döviz sağlamayan alanlara yatırım yapıyor? Neden yabancı sermaye sadece var olan şirket ve yatırımları alıyor, yeni yatırım, yeni teknoloji getirmiyor??
2001?den beri Türkiye?ye gelen yabancı sermayenin % 90?a yakın kısmı sadece hizmet sektörüne talip olmuştur. Yani üretken kapasiteye, üretime, yatırıma ve istihdama hiçbir katkı sağlamamıştır.
Ama yine bu dönemde, 7 milyar doları aşan doğrudan yabancı sermayenin, yani fabrikanın başta Bulgaristan ve Romanya olmak üzere eski doğu bloğu ülkelerine kaçtığını niye gizliyorsunuz? Türkiye, sermaye çekmiyor, sermaye kaçırıyor.
İktidarın, en iddialı olduğu sosyal politikalar konusuna gelince? Sosyal politikalar istenilen düzeyde olmadığı gibi, kurumsallaşmış ve sürdürülebilir bir yapıda da değildir. Yaşanan ekonomik sorun ve darboğazları gizlemek, adaletsiz üretim-tüketim ve bölüşüm sisteminin sorgulanmasını önlemek için; sosyal politikalar öne çıkartılmaktadır. Piyasa ekonomisinin ruhsuz, vicdansız, insafsız ve amansız çarkında ezilen geniş halk kitleleri; sadaka ekonomisi ile ayakta tutulmaktadır. Neoliberal ekonomi, geniş kesimlerin hayatta kalacak düzeyde yardım almasına müsaade ettiği için; AK Parti, fakir ve fukarayı sübvanse etmektedir.
Bir yıl boyunca dağıtılan kömür, bedelsiz kitap, primsiz yaşlılık ve malullük aylıkları, öğrenci bursları sadece Hazine?nin bir haftalık faiz ödemeleri kadardır. Dar gelirlilere yönelik sağlık hizmetlerinin faturası ise, bir yılda Türkiye?nin sadece İMKB aracılığıyla yabancılara sağladığı gelir ve rantın 4/1?i kadardır. Böyle bir ortamda sosyal adalet ve sosyal refah devletinden bahsedilmesi mümkün müdür?
Bu hükümet sosyal adaleti, sosyal refah devletini değil bağış ekonomisine bağlı sadakat kültürünü kurumsallaştırmıştır. Devlet imkânı olmayanlara bedava sağlık hizmeti vermek zorundadır, devlet bedelsiz kitap ve kömür dağıtmak zorundadır. Devlet, öğrencilere burs, yaşlı ve malullere maaş ödemek zorundadır. Ama bütün bunlar şeffaf ve hesap verilebilir bir yapıda kamusal bir organizasyonun gözetim ve denetiminde ve sürdürülebilir bir kaynakla sağlanmalıdır.
Burada temel sorun, yanlış bir ekonomi politik uygulanması ve milletin sahipsiz bırakılmasıdır.
Yanlışlıklar nereden kaynaklanmaktadır? Bunları bir bir tespit edelim.
1) Hak mefhumu yoktur.
2) Adalet talebi askıdadır ve belirsiz bir vakte tehir edilmiştir. ?Bekle sıra sana da gelecek? anlayışına sahiptir.
3) Üretim ve paylaşma yerine paradan para kazanma en önemli iş sahası olmuştur.
4) İnsanların meslek sahibi olarak istihdamı önemsenmemiştir.
5) Planlamadan vazgeçilmiştir.
6) Verimsizdir.
7) Sürekli krizlere açıktır.
8) Ekonomi dar bir zümrenin çıkarlarına endekslenmiştir. Tekelcidir. İmtiyazcıdır.
9) Yeniden bir ekonomik yapılanma, ancak bütün bu olumsuzlukların aksini gerçekleştirmekle mümkündür.
Değerli arkadaşlarım,
Dış politikamız ABD ve AB konseptine hapsedilemez. Türkiye dış politikası uzun yıllar aktif tarafsızlık adı atında, ?Ne etliye, ne sütlüye karışırız? şeklinde yürütülmüştür. Bu anlayış mesela Irak meselesini sadece kendi güvenliği bağlamında görmüştür. Hâlbuki Süleymaniye?deki Kürt de, Musul?daki Türkmen de, Basra?daki Şii de, Lübnan?daki Maruni de, Üsküp?teki Arnavut da, Saraybosna?daki Boşnak da, Gümülcine?deki Türk de, Erivan?daki Ermeni de, Batum?daki Gürcü de bizimdir. Böyle bakmadığımız takdirde sorunlarımızı asla çözemeyiz.
Hiç kimse Hakkâri?nin, Diyarbakır?ın, Ankara?nın, İzmir?in problemlerinin çözümünü sadece buraların problemlerinin çözümü olarak göremez. Bu derinliğe sahip olmayan bir bakış açısıyla Türkiye bölgede ayakta duramayacaktır.
Nerede o eski günler?? demiyorum, kimsenin bir karış toprağında gözümüz yoktur. Ama oralardaki sorunları çözecek iradeyi koyamazsak, okyanus ötesinden gelenler bölge halklarının aleyhine olacak her türlü çözümü dayatırlar.
Bugün Irak üçe bölünmüştür, Afganistan bölünme sürecindedir, Pakistan bir iç türbülansın içine sokulmuştur. Türkiye?nin üzerine düşen, bu bölgenin daha fazla dağılmasını değil, mümkün olan bütün araçları kullanarak daha fazla derlenip toparlanmasını sağlamaktır.
Değerli Basın Mensupları,
Sevgili Arkadaşlarım,
Türkiye?de ne zaman ?terör bitti? denildiyse terör o gün yeniden hortlamıştır. Hükümetin yürüttüğü politikalarla da bu sorunun çözülemeyeceği artık aşikârdır. Sorunu sadece seçim dönemlerinde hatırlayan bir siyasetin başka bir şey yapma ihtimali de yoktur. Çözüme yönelik siyasi, iktisadi, hukuki, gerçekçi ve adil tedbirler alınmadığı sürece önlemesi de mümkün gözükmemektedir.
İstanbul?daki vatandaşıyla Hakkâri?deki vatandaşına aynı siyasi ve iktisadi imkânları, özgürlükleri ve hakları vermekle kalmayıp bu imkânlar ve özgürlüklerin gerçekleşmesini ve hayata geçirilmesini sağlayacak kurumsal davranış birliğini de gerçekleştirecek siyasi iddia ve irade olmadan bu sorun çözülemez. Biz bu iddia ve iradeye sahibiz.
Bu vesileyle terör neticesinde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza, güvenlik güçlerimize ve askerlerimize Allah?tan rahmet diliyorum. Geride kalan yakınlarının başları sağolsun, Allah sabırlar versin.
Sevgili kardeşlerim,
Değerli dava arkadaşlarım,
Şimdi vira bismillah deme zamanıdır.
Şimdi yeniden yola çıkma zamanıdır.
Şimdi sözümüzü kavileştirme zamanıdır.
Şimdi birbirimize söz verme zamanıdır.
Bağımsız bir Türkiye için EVET mi?
Güçlü bir Türkiye için EVET mi?
Müreffeh bir Türkiye için EVET mi?
Adaletle üreten ve bölüşen bir Türkiye için EVET mi?
Özgür bir Türkiye için EVET mi?
Öncü bir Türkiye için EVET mi?
Kardeşliği tesis etmiş bir Türkiye için EVET mi?
Barış ve huzur içinde bir Türkiye için EVET mi?
Zulmü, yoksulluğu, yolsuzluğu sona erdirmek için EVET mi?
Evetleriniz evetimdir, sözünüz sözümdür.
Bu evetlere bizimle evet diyen, bu sözlere ben de varım diyen her insana kapımız açıktır.
İster AK Partili, ister CHP?li, ister MHP?li, ister DTP?li olsun, milletimizin özgürlük, adalet ve refahı için evet diyen, söz veren herkese sesleniyoruz, herkesi davet ediyoruz.
Hepinizi muhabbetle kucaklıyor ve selamlıyorum.
Yolunuz açık, istikbaliniz aydınlık olsun. '