A. TELEVİZÜEL GERÇEK
?Televizüel Gerçeklik? başlığı altında ?Giriş?te yaptığımız açılımdaki İnsan-Eşya ve İnsan-İnsan ilişkisi kapsamında ele alacağız. Elbette bu başlık altında da teknik bir eşya olarak televizyondan bahsedeceğiz ancak bunu daha çok ? Televizyon Gerçeği? başlığı altında ele alacağız. Burada İnsan-Televizyon ilişkisi sonucu ortaya çıkan gerçekliği ve de kültürel tabloyu anlama çabasına gireceğiz. Bu durumda sistemli bir açılım ortaya koyabilmemiz için de ?Nedir gerçek ? sorusunu sormamız gerekecek.
A.1. Nedir Gerçek ?
Gerçek kavramı, bir çok temel kavram gibi insan oğlunun üzerinde ortak bir tanıma kavuşmadığı kavramlardan birisidir. Felsefi bir tartışma alanı içerisinde hemen her bilim dalını ilgilendiren bir anlam haritasına göndermesi olan bir kavramdır gerçeklik. Biz işe öncelikle Milli Eğitim Bakanlığı?nın hazırlatmış olduğu Türkçe sözlükten başlayalım ve daha sonra televizyon dilinin temel birimi olan fotoğrafla arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışalım.
?Gerçek: Esaslı, doğru, aslına uygun olan, sahte ve yapmacık olmayan, halis, sahici, asıl, hakiki.? Halis: 2) Samimi, saf, içten ? Bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde? Bu şarkılar, bu halis sözler varken, dilimizde.? (kültür bak. A.M. Dranas, 88 )1
Türkçe karşılığı üzerinden bir tartışma açmak istediğimiz de beni kışkırtan ilk cümle, samimiyet, saflık ve içtenlik. Gerçeği ve gerçeklik tanımını oluşturan insan tekine ilişkin bu cümlelerin anlamsal karşılığı öteki insanla girilen ilişki sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsanın- Eşya ile olan ilişkisi nasıl bir gerçeklik duygusu ve olgusu oluşturmaktadır. Konumuzla da paralel bir çalışma olduğu düşüncesiyle İhsan Derman?ın ?Fotoğraf ve Gerçeklik? adlı çalışmasından yer yer alıntılar yaparak konuyu açmaya çalışacağız. ? İnsan yaşamı belirsiz bir gerçeklik içinde süren yalnızca biyolojik verilerden ibaret bir olgu değildir. Gerçeklik sorunu insan için vardır ve ancak onunla ilişkilendirildiğinde anlam kazanmaktadır. İnsan yaşadığı ortamdan kendini ayrımlaştıran bir varlıktır. Bu gün doğa ile olan ilişkisi, buna belirgin bir örnek olarak gösterilebilir. İnsan, doğayı tanıma çabalarında aslında bu yolu kendisine uzatacak bir takım yapıları ortaya koymuştur. Dolayısıyla artık, içinde yaşadığı doğayı anlama çabalarından çok, araya koyduğu kültürel yapılar içerisinde yolunu bulmaktadır. (ör: Vilem Flusser, renkli fotoğrafları, üretimlerinin dayandığı bilimsel metinlerin karmaşıklığından ötürü, aslında siyah-beyaz fotoğraflardan gerçekliğe daha yakın yeniden sunumlar olmalarına rağmen karmaşık / soyut görmektedir) Bu ayrımlaştırmaya örnek olarak , bugün insan doğa arasındaki ilişki örnek gösterilebilir. Örneğin: Giysiler, törenler, mitler, bilim, teknoloji vb. hep insan ile doğa arasındaki ilişkiyi açıklayan fakat aynı zamanda bu iki öğeyi birbirinden uzaklaştıran gelişmeler.?2 İnsan-Eşya ilişkisi ve İnsan-İnsan ilişkisiyle gerçekleşen bu yeniden sunum sürecinde insanın eşyanın isimlerini bilmesi, onunla gerçek bir ilişkiye girip kültür üretmesinin başlangıç noktasıdır. ? kendi kendine varolan bir bilinçten söz edilemeyeceği gibi, insan bilincinden bağımsız bir gerçeklik olgusundan da söz edilemez. Bu yüzden ne zaman insanın tanımlanması gerekse onu çevreleyen gerçeklik yapılarına da baş vurulur.?3 İnsan bilincinden bağımsız bir şekilde kabul edilmeyen gerçeklik, insanla sınırlandırılırken sınırlı ve zaaflı insanın pozisyonu çok uç noktalara taşınmış oluyor. İnsan bilincinin kavrayamayacağı veyahut da kaldıramayacağı gerçeklik karşısında insanın düştüğü durum gerçekten çok acı olmaktadır. Metafizik gerçeklik olarak da ifade edilen benzer durumlar karşısında insan bilinci belli oranlarda devreye girmektedir. Ancak ortaçağ Avrupa?sının dünyanın şekline ilişkin tartışmalarından tutun da kadına insan mı değil mi tartışmalarına kadar, gerçeklik algısında merkeze aldıkları dayanağın sakatlığını bugünün gerçeklik algısıyla belirte bilmekteyiz.
Bu noktada çok daha fazla detaya inmeden adı geçen çalışmanın felsefe tarihine ilişkin yaptığı açılımı alıntılayarak noktalayalım. ?Felsefe tarihi içindeki konu ile ilgili olan bazı yaklaşımlar şöyledir; Thomas Aquinas, iç dünya ve dış dünya, düşünce ve varlık, insan ve gerçeklik ayrımlarını getirmiştir. Teolojik bir temele dayanan görüşlerine göre, gerçekliğin tanrısal bir yaratım olarak bize sunulduğu ve insanın da bu tanrının bir görüntüsü olarak varlığını sürdürdüğünü öne sürmüştür. Kant, verili gerçekliğin içinde insanın payını yadsımaz. Ancak onun için gerçeklik, yalıtılmış ve açımlanamayacak bir yapıdadır. Pozitivizm ve materyalizm de, gerçekliğin kendi başına varolabileceğini ve açımlanabileceğini vurgulamışlardır. Materyalist düşünce doğrultusunda, insan bilinci ve onun ürünleri somut gerçeklik içinde ele alınması gereken yapılar olarak görülür. İdealist yaklaşım ise, gerçekliğin insan bilincine bağlı bir olgu olduğundan yola çıkarak, giderek insan algısı ve ilişkisi dışında bir gerçeklik olgusunun varlığını sürdürdüğünü reddeder. ( Berkeley, Locke vb.)4 Bizim bu noktadaki kabulümüz, gerçeklikle tanımlan durumun insanın yeryüzü serüveninde kardeşiyle, eşyayla ve kendisiyle olan ilişkisinde yitirdiği ?Halis? duygularını arayış serüvenin adıdır. Geçeklik aranılan bir süreçtir ve insan her geçen gün gerçeklik duygusundan uzaklaşmaktadır. Bu duruma da farklı gerçeklik duyguları yaratarak adapte olunmaya çalışılıyor. Televizüel anlatım nasıl bir gerçeklik duygusu yaratıyor şimdi de bu durumu anlamaya çalışalım.
A.1.1.Televizyonun oluşturduğu gerçeklik: Televizüel Geçek
Kitle iletişim araçları ile kitleye dönüşen toplum yapısı ve sanayi devrimi sonrası yetişen insan tipiyle ortaya çıkan zihin yapısı gerçeklik ile kurulan ilişkinin süre gelen yapısını bambaşka bir tarafa evirdi. Bu evrimle süreçlerinde merkez noktayı dil oluşturdu. Kültürün üreticisi ve taşıyıcısı olarak insanlığa imkan sunan anlamın mekanı olan dil yapısı, insanlığın yaşadığı tarihsel süreçte üç kültürel dönemin de adı olmuştur.
- Sözlü kültür
- Yazılı kültür
- Görüntü kültürü
Bu kültürlerin yetiştirdiği insan tipi, dilin kullanımıyla ortaya çıkan akıl yürütme biçimiyle ilintilidir. Bugün ilerlemeci tarih çizgisinin, ki bu algı tarihi çizgisel olarak ele alır, tanımlarıyla ifade edersek.
- Sözlü kültür ====) Geleneksel Kültür
- Yazılı kültür====) Modern Kültür
- Görüntü kültürü===) Post-Modern Kültür
şimdi bu kültürleri şekillendiren dil yapısının nasıl bir insan tipi ortaya koyduğunu anlamaya çalışalım ancak; şu unutmamakta fayda var, bu anlama çabası yazılı kültürün şekillendirdiği bir insanın yine yazı dilinin imkanlarından faydalanarak ortaya koyduğu bir çabadır ve eksiktir.
A.1.1.a. Sözlü kültür:
Konunun tam olarak açığa çıkması için yapılması gereken konun sorunsallaştırılmasıdır. Ancak; okuyanın kafasında görüntü kültürünün algılanmasına yardımcı olacak yapıyı kurmaya çalıştığımız için, kapsamlı bir çalışma olduğunu düşündüğüm Walter J.Ong?un Sözlü ve Yazılı Kültür adlı çalışmasından yapacağım alıntılarla konunun genel çerçevesini çizmeye çalışacağım.
Söz; anlamın mekan olarak sese yerleşmesidir. ?Dilin sese dayanan bir olgu olduğunu kimse yadsımaz. İnsanlar, sayısız yoldan iletişim kurar ve bunu yaparken tüm duygularını- dokunma, tat, koku ve özellikle göz ve kulaklarını-seferber ederler (ong 1967b:1-9) bundan başka sözlü olmayan, el kol hareketleri, yüz mimikleri gibi pek çok iletişim yöntemleri de son derece zengindir. Ancak esas olarak iletişime hakim olan dil ve dili duyuran tane tane seslerdir. Yalnız iletişim değil, düşünce de sesle özel bir biçimde bağlantılıdır. ? bir görüntü, bin kelimeye değer? deyişini çoğumuz biliriz. Peki, bu önerme doğruysa bunun bir deyiş olmasına ne gerek var? Çünkü bir görüntü, ancak belirli koşullarda bin kelimenin yerini tutar ki o da, görüntüyü çevreleyen kelimeleri içeren bağlamdır. İnanların yaşadığı her yerde dil vardır; dilin kullanıldığı her yerde de konuşulduğu ve işitildiği için dilin temelini ses dünyası oluşturur ( sierstsema, 1995)5 sözlü kültürün şekillendirdiği insan tipini yazının ürettiği insanı anlamadan anlamak gerçekten çok zor. Sözlü ve yazılı kültür üzerine çalışmaların yapılması da görüntü kültürünün ( teknolojinin geldiği nokta) ortaya çıkışıyla başladığını ifade ediyor J.Ong6
A.1.1.b. Yazılı Kültür
Sanayi devrimi ve matbaanın icadı ile gelişen toplumsal, siyasal, düşünsel yapı ve bunun taşıyıcısı olan yazı. Yazı dili elbetteki matbaayla birlikte var olmadı. Matbaadan yüzyıllar öncesinde insanlık yazıyı kullanıyordu. Hatta sanayi devrimi öncesinde de matbaanın varlığından söz edilmekte. Ancak sanayi devrimi ile ortaya çıkan yeni üretim ve tüketim ilişkileri, ortaya çıkan kitle iletişim araçları ve kültür endüstrisi ?tipografik? insanı şekillendirmeye başlamıştır. Bu bölümde de Televizyonu bir eğlence aracı olarak gören Neil Postman?ın ?Televizyon Öldüren Eğlence? adlı çalışmasında ortaya koyduğu açılımla sorunsallaştırarak genel çerçeveyi belirleyeceğiz.
?Matbaanın icadı da paradigmatik bir örnektir. Tipografi modern bireysellik fikrini beslemiş, ancak ortaçağa özgü cemaat ve bütünleşme duygusunu silip yok etmişti. Tipografi düz yazıyı yarattı ama şiiri egzotik ve seçkinci bir ifade biçimine dönüştürdü. Tipografi modern bilime zemin hazırlamış, ancak dinsel duyarlılığı basit, batıl iktidar düzeyine indirmişti. Tipografi ulus devletin gelişmesine yardımcı olmuş, ancak böylece yurt severliği-öldürücü olmasa bile- alçakça bir duyguya dönüştürmüştü. Açıkçası, benim bakış açımla tipografinin dörtyüz yıllık emperyal egemenliği, zarardan çok daha fazla yarar getirmiştir. Eğitim, bilgi, hakikat, ve enformasyonla ilgili fikirlerimiz gibi aklın yararlarıyla ilgili modern fikirlerimizin çoğu da basılı sözle şekillenmişti. Ben burada, tipografinin kültürümüzün çeperine düşmesi ve onun merkezindeki yerini televizyonun alması sürecinde, ciddiliğin, açıklığın ve öncelikle kamusal söylemin değerinin tehlikeli derecede azaldığını göstermeye çalışacağım.7 Postman?ın yaptığı tespitlere sosyolojik olarak katılmamak mümkün değil, ancak Postman içerisinde yaşadığı kültürel düzleme dışarıdan bakamadığını, aynı satırlarda, dışarıdan biri olarak çok net görebiliyoruz. Eğer biz dili kültürün taşıyıcısı ve üreticisi olarak ele alırsak ki bu dinamik bir sürecin adıdır, o toplumun insan, eşya ve tanrı tasavvuru üreteceği kültürün yapısını ve boyutlarını ortaya koyar. Eşya ile kurduğu ilişkiyi kardeşi olan insana tahakküm şeklinde geliştiren, kapitalist üretim-tüketim ilişkilerin şekillendirdiği insan tipinin yazıyı ve matbaayı kullanması ve o?nunla kültür üretim ve taşıma sürecine girmesi elbette ?Halis? gerçekliğin yitirilmesini sağlayacaktır. Ve sonuçta gelip en kötü ihtimale razı olacaksınız. Postman bugün Amerikan kültür yapısının geldiği noktaya adı geçen çalışmasında tu kaka demekte ve bunu da Televizyonun doğası olarak adlandırmaktadır. Televizyona da salt eğlendiren kutu misyonu biçen Postman?ın , pragmatik ve ego-santrik insan tipinin örnekliğini satır aralarında ortaya koyuyor. Televizyonla felsefe yapılmayacağını belirten yazar ? zira matbaa gibi televizyon da her şeyden önce bir retorik felsefesidir. Televizyonu ciddiye aldığımızı ortaya koymak için de epistemolojiden söz etmemiz gerekmektedir?8 Bu çalışma entelektüel anlamda başarısız olsa da akademik anlamda başarılı, derli toplu bir çalışma, bunun nedeni de yazarın kendisinin de aidiyet hissettiği yazılı kültürün insanı olması ve yazı dili ile şekillenmiş kafa yapısına sahip olması. Bakın bu noktada matbaanın inşa ettiği insana ilişkin tespitleri bizi doğrular nitelikte. ?Tipografide yorumlamaya doğru çok güçlü bir eğilim vardır: Buna, gelişmiş bir kavramsal, tümden gelimci ve ardışık düşünme yeteneği, akla ve düzene büyük değer verme eğilimi, çelişkiden nefret etme, mesafeli ve nesnel yaklaşma becerisi ile gecikmiş tepkiye hoş görüyle bakma tavrı da dahildir. Ondokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, açıklamak için neredeyse sabırsızlandığım nedenlerden dolayı yorumlama çağının devri geçmeye başlamıştı ve onun yerinin doldurulduğunun ilk işaretleri sezilebiliyordu. Yorumlama çağının yerini gösteri (Show Business) çağı alacaktı.9 Postman?ın televizyon ve matbaanın ürettiği anlama ilişkin yaklaşımlarını eleştirel bir yaklaşımla ele alırken bu metnin kendisinin de bir yazılı kültür ürünü olduğu es geçilmemeli.
Bu metnin yazarı da yazılı kültürün şekillendirdiği bir yaklaşıma sahip. Ancak; gerçeklik algısı, insan-eşya ve tanrı tasavvuru farklı bir kültürün insanı. Her ne kadar aydınlanma serüvenimiz dördüncü sınıf bir batı aydınlanması taklidi olsa da, ne kadar matbaa bu kültürü şekillendirse de oradan bu ülkenin çocuklarına yansıyanın zeminini şekillendiren kültür ve medeniyet bir fark oluşturmaktadır.
A.1.1.c. Görüntü Kültürü
Görüntü dilinin sistematik inşası fotoğrafla başlar. Sinema ise bu dilin gramer yapısını oluşturma sürecini başlatmıştır. Televizyon da sinemanın anlatım imkanlarını da kullanarak kendi epistemolojisini oluşturmuş durumdadır. Postman, bir eğlence aracı olarak gördüğü televizyonu daha sıhhatli bir yapıda şekillendirecek kültürel dinamiklere sahip olmadığını söylerken, biz televizyon epistemolojisine ilişkin felsefi düzlemde çok daha sıkı tespitlerde bulunan Jean Baudrillard?ın açılımlarını sorunsallaştıracağız. Jean Baudrillard?ın televizyona ve elektronik çağa ilişkin açılımlarını kendisinin geliştirdiği ?simülasyon? kuramı çerçevesinde ortaya koymaktadır. ?Video, etkileşimli ekran, mültimedya, internet, sanal gerçeklik: Karşılıklı etkileşim bizi her yandan tehdit ediyor, her yerde mesafeler birbirine karşıyor, her yerde mesafe ortadan kaldırılıyor: Cinsiyetler arasında, zıt kutuplar arasında, sahneyle salon arasında, eylemenin baş kahramanları arasında, özneyle nesne arasında, gerçekle gerçeğin sureti arasında bir mesafe yok artık. Bu kavram kargaşası, zıt kutupların bu çatışması, olası değer yargısının artık hiçbir yerde olmadığını ortaya koyuyor: Ne sanatta, ne ahlakta, ne de politikada. Mesafenin ortadan kaldırılmasıyla ?mesafe pathos?unun ortadan kaldırılmasıyla her şey, üzerine karar verilemez bir duruma bürünüyor. Fiziğin alanına kadar uzanıyor bu: Alıcının ve yayın kaynağının fazlasıyla birbirine yakınlığı, dalgaları birbirine karıştıran bir Larsen etkisi yaratıyor. İçinde bir sahnenin, bir bakışın bulunduğu fotoğraftan, sinemadan ve resimden farklı olarak, video görüntüsü computer ekranı olarak seyredilirken, sanki suyun içine dalınıyor, sanki bir göbek bağı ilişkisi kurulduğu sonucu ortay çıkıyor. Bu ilişki, McLuhan?ın televizyon hakkında söylediği gibi ? dokunulabilir karşılıklı etkileşim ilişkisidir. Küçük hücrelerin, cisimciklerin bulunduğu suyun içine dalma gibi bir şeydir bu, bir başka deyişle, görüntünün akışkan maddesinin içine girilmekte ve bir olasılıkla bu görüntü değiştirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı bilimin, bütün kromozomlara, genetik kodlara nüfuz ederek bedeni değiştirmeye çalışması gibi. İstediğimiz biçimde hareket ederiz artık, interaktif görüntüyü istediğimiz biçime sokarız, ama suya dalma diyorduk ya, bu denli rahat kullanılırlığın, bu açık düzensizliğin ödülüdür o. Aynı şekilde, metnin, her hangi bir sanal metnin de ( internet wordprocessor) her şey bir sentez görüntü gibi çalışır, artık bunun ne bakışın ne de yazının aşkınlığıyla ilgisi yoktur. Şöyle ya da böyle, ekranın karşısına geçer geçmez, metin artık metin olarak değil de görüntü olarak algılanır. Oysa, metnin ekrandan, metnin görüntüden kesin bir biçimde ayrı olduğu göz önüne alınırsa, yazı başlı başına bir etkinliktir-asla bir karşılıklı etkileşim olamaz.?10 Sanallık, şeylere olan her başvuruyu gizlice ortadan kaldırır ve mutluluğa benzemesinin tek nedeni budur. Her şeyi size verir ama aynı zamanda da kurnazca her şeyi sizden saklar. Özne orada kusursuzca kendini gerçekleştirir, ama kusursuzca kendini gerçekleştirirken, aynı zamanda da otomatik olarak nesneye dönüşür ve panik başlar?.11 J.Baudrillard?ın görüşlerini bir bütünlük içerisinde sunmaya devam ediyoruz ancak, hem açılımı felsefi düzlemden patrik düzleme yaklaştıracak hem de konuyu kışkırtarak sorunsala dönüştürecek bir yaklaşımı aktarmak istiyorum. ? Bir çocuk eğer günde ortalama iki ila dört saat arası televizyon izliyorsa ilkokulu bitirdiğinde toplam sekiz binden fazla cinayete tanık olmuş olacaktır. Ancak burada tanık sözcüğünü kullanırken dikkatli olmalıyız, çünkü bu çocuk insanlığa karşı işlenebilecek en iğrenç suçun son derece grafik bir temsilini normal, alışılmış bir davranış olarak kabul etmeyi öğrenmiş, buna karşı sessiz kalmış, suç ortağı olmuştur. Televizyon, çocuğu hareket fırsatı elinden alınmış bir tanık, konuşma yeteneğine sahip, ancak ses telleri kesilmiş güçsüz bir yaratık haline getirir. Çocuklar yüreklerinde sakladıkları şeyleri ancak kendilerine ve ancak en karanlık, en mahrem anlarında, herkesten saklı bir yerde yada düşlerinde itiraf edebilirler. En ürkünç senaryoyu düşünürsek, buna göre çocuk gördüğü imgeler arasında en korkunç olanlarını kafasında iki kez yaşar, önce bunları televizyon ekranında ya da sinema perdesinde izlerken, sonra da bu imgeler birer karabasan olarak düşlerine girdiğinde. Televizyon izlemek dünyanın en büyük kısır döngüsüne yol açar: Kişinin kendi imgelerini yaratma yeteneğini azaltarak, tıpkı bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi, onu hazır imgelere daha duyarlı hale getirir. Televizyon izlemek aynı zamanda iradeyi zayıflatır. Elinin altında televizyon varken bir çocuk doğal kaynaklara başvurmaya gereksinim duymaz ve can sıkıntısı gibi bir durumla karşılaşmaz. Çocuk, televizyona olumsuz eleştiri getiren bir araştırmacının deyimiyle ?down time?a ( makinelerin stop ettiği an ) girmekten kurtulur ve günlük programının dağılıp kendini çaresizce zamanın akışına bıraktığı anları yaşamaz. Bir zamanlar bütün bir öğleden sonra ? yapacak şey bulamayan? çocuklar oyunlar uydurur, kendilerini oyalayacak ilginç bir şeyler bulurlardı. Bu günlerde çocukların düş güçlerini kullanmalarına gerek yok. Yeni masallar uydurmak, yeni oyunlar icat etmek ya da gerçeği farklı biçimlerde kurmak zorunda değiller. Televizyon stüdyoları onların yerine bütün bunları yapıyor. Televizyon, kimse yalnızlık ya da can sıkıntısı çekmemeli, kimse eğlenmeden tek bir an geçirmemeli, diyor?12 Barry Sanders?in, televizyonun daha kolay şekillendirdiğini düşündüğü çocuklara ilişkin çizdiği tabloyu J.Baudrillard?ın ?korunma ve zehirlik? adlı makalesinden açılımla boyutlandıralım. ?NASA?nın sunduğu koruma imkanları içinde yapay bağışıklık alanı tarafından her tür hastalık bulaşmasından korunmuş olan, annesinin cam çeperlerin ardından okşadığı ve dünya dışı atmosferi içinde bilimin gözetiminde gülüp büyüyen ?bağışıklık sistemi bozuk çocuk? ( kurt çocuğun, bakımını kurtların üstlendiği vahşi çocuğun deneysel kardeşidir bu) bu çocuğun bakımını günümüzde bilgisayar üstlenmektedir. Bu ?camekan-çocuk? şeffaflığın biyolojik biçimi olan tümden mikropsuzlaştırmanın, mikropların tümden defedilişinin, geleceğin ön belirtisidir. Plaklar gibi havasız ortamda preslenecek, donmuş yiyecekler gibi havasız ortamda korunacak ve tıbbi tedaviye aşırı düşkünlüğün kurbanları gibi havasız ortamda öleceğiz. Tıpkı yapay akıl gibi havasız ortamda düşünüp kafa yoracağız.?13 ?Yapay akıl akılsızdır, çünkü yapaylığı yoktur. Hakiki yapaylık tutkudaki acının, baştan çıkarmadaki göstergenin, jestlerdeki anlam belirsizliğinin, dil sürçmesinin, yüzdeki maskenin, anlamı başkalaştıran çizginin yapaylığıdır; böyle olması nedeniyle bu yapaylığa zihin belirtisi denir. Bu akıllı makineler, en acınacak yapaylıktadır; dil, cinsellik ve bilgi işlemlerini en yalın öğelerine ayrıştırmak, modeller uyarınca yeni bir sentez haline getirmek için dijitalleştirmek zorunda olduklarından yapaydırlar. Bir programın yada potansiyel bir nesnenin tüm olasılıklarını kuvve halinde üretebilirler. Oysa yapaylığın, gerçekliği üreten şeyle hiçbir ilgisi yoktur; gerçekliği başkalaştıran şeyle ilgisi vardır. Yapaylık yanılsamanın gücüdür. Bu makinelerde hesabın basitliği vardır ve sundukları oyunlar ise yer değiştirme ve olasılıklar sunma oyunlarıdır yalnızca?14
Anlamın taşıyıcısı ve üreticisi olarak tanımladığımız görüntü dili ve bunun kitlelere taşıyan kitle iletişim araçlarına ilişkin Baudrillard?dan yapacağımız alıntıyla bu sorunsallaştırmayı noktalayalım, ancak hemen şunu ifade edeyim ki bu bir başlangıç cümlesine konulan noktadır. ?İster politik, ister eğitici, isterse kültürel içerikli olsun, sonuçta niyet anlam ileterek kitleleri anlamın egemenliği altında tutmaktır. Bir başka deyişle kendini haberin sürekli olarak ahlaksallaştırması zorunluluğu biçiminde dışa vuran anlam üretimi zorunluluğu. Daha iyi haber verebilmek için, daha iyi toplumsallaştırmak için, kitlelerin kültürel düzeylerini yükseltmeye çalışmak için vb. Hepsi palavra. Çünkü kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına, insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler. Hiçbir çaba onları içeriklerin ya da kodun ciddiyetine inandırmada yeterince kandırıcı olamamıştır. Gösterge isteyen insanlara mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Oysa onlar içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaktadırlar. Yadsıdıkları şey anlamın ?diyalektiğidir?. Onların aldatılıp kandırıldığını ileri sürmek de boşuna uğraşmaktır. Bu ikiyüzlü varsayım anlam üreticilerinin entelektüel bir rahatlığa kavuşmak için ileri sürdükleri bir varsayımdır. Kitleler sözüm ona aklın doğal ışıklarını kendiliklerinden yutacakmış! Oysa kitleler tam tersine kendilerine verilen anlam ültimatomuna karşı gösteri isteklerini belirtirken tam anlamıyla özgürdürler.?15 Yukarıda ortaya çıkan tüm karamsar tablo bizim umut var olmamız için en önemli argümandır aynı zamanda. Sahici umutlar için karamsar olunması gerekir. Biz televizyonun ve görüntü dilinin nasıl bir insan tipi üretmekte olduğuna ve televizyonun ürettiği anlama dair ipuçlarını yakaladık sanırım. Önemli olan da bu durumu açığa çıkartmaktır. Hayatın her alanında ve her ilişkisinde örten değil de açan etkisi yaratan algılar temel algıyı şekillendiren pozisyonuna ulaşır. Bu da uzun zamanda, yorucu ve yoğurucu bir yaklaşımla gerçekleşir. Ortaya çıkan tabloda ?halis? gerçekliğin yok olduğunu görüyoruz ki bu durum insanlık açısından bir felaketi işaret etmektedir. İnsanın biolejik yapısı güven merkezli çalışır. Güven kavramı ile gerçeklik kavramı bir birinden beslenir. İnsanın insana güvenin kalmadığı bir dünyada insan türünün devamından söz etmek mümkün değildir. Ancak; insan-insan, insan-eşya ilişkileriyle örtülen sahici duygularının, içindeki cevherin çıkmaması için hiçbir neden yoktur. Nasıl örtüldüyse öyle açılacaktır. İnsan insanın kardeşidir ve kurulması gereken ilişkinin merkezinde kardeşlik olmalıdır. Kardeşlik ilişkisi tahkkümü değil sevgi ve merhameti ( acıma değil ) merkezileştiren bir ilişkidir. Kardeşine tahakküm kurmak istemeyen bir insan diğer canlılarla da doğasına uygun ilişki geliştirecektir.
Televizyonun yarattığı büyülü ortama bakarak televizyon karşıtı ve anti televizyoncu bir tafra içinde olmak bana akıl karı gelmiyor. Evet gelmiyor çünkü insanın kendi elleriyle berbat ettiği bir şeyden yine kendisinin korkması demektir bu. Yeter ki elimizdeki eşyanın bilgisine sahip olalım ve kendi yapımızı insani olana endeksleyelim. Sonunda göreceğiz ki tıpkı Musa?nın Asası gibi bütün sanallıklar ve tüm illüzyonlar yutulacak ve hakikat açığa çıkacaktır. Yeter ki biz tüm çıkar beklentilerini boşa çıkararak demir çarık demir asa çıka bilelim yola.